31 Ağustos 2006

Planlı Yürüyüş

Geçen hafta yaşadığım incir çekirdeği büyüklüğündeki bir olayla çok garip bir özelliğimi farkettim.

Tülay'la birlikte Meşrutiyet Caddesi'nden aşağıya doğru yürüyorduk. Tülay bana hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Anlattığı gerçekten önemli bir şeydi ve ben sesimi çıkarmadan, kafamı sallayarak yürüyordum. Ama, caddenin başından beri aklımda sadece bir tek şey vardı: Karşıya geçmemiz gerektiği. Meşrutiyet'in araba kalabalığı -her zamanki gibi- bir anda asfaltın rengini göstermiyor, sonra da aniden boşalıyordu. Yolun boş olduğu anda ben karşıya geçmek için hamlede bulundum. Tülay:

-"Deniz, karşı taraf çok güneş. Daha caddenin başındayız, aşağıda geçeriz karşıya"

dedi. Haklıydı. 35 derece sıcakta yolun güneşli tarafında yürümenin alemi yoktu. Ama benim karnımdan huzursuzluk sesleri yükselmeye başladı. Karşıya geçme hareketini kafamdan uzaklaştırmaya çalıştım, olmadı. Artık Tülay'ı da dinleyemiyordum. Kıpır kıpırdım, yerimde duramıyordum. Tanrım, karşıya geçmemiz lazımdı. Bu, erteleyerek kurtulabileceğimiz bir şey değildi. İçimden Tülay'a kızmaya başladım. Geçiverseydik n'olurdu sanki? Tamam, orası daha sıcaktı ama en azından 'karşı taraf'tı. Asıl olmamız gereken yer... Ankaray'a oradan ulaşılıyordu, istersen Metro hattını bile seçebilirdin. Konur Sokak, Bilim ve Sanat Kitabevi oradaydı, Yüksel Caddesi oradaydı. Bulguroğlu'nun nefis simitlerinin kokusu burnuma gelmeye başlamıştı. Tüm bunlar için değil güneşte yürümek, ateşte bile yürünebilirdi. Arabanın altında kalıp ölünse bile gam yenmemeliydi, çünkü yüce bir amaç uğruna ölünmüştü! Karşıya geçme hakkı engellenmemeliydi!!!


He he. Bu kadar olmasa bile, cidden acayip huzursuzdum. Az sonra Tülay'ın koluna girdim. Yavaş yavaş yola doğru çektim ve hop, karşıdaydık işte! Tüm zor anlar geride kalmıştı :)

Evet, bende böyle bir takıntı varmış. Ne zaman nereden gelmiş bilmiyorum ama var işte. Muhtemelen karşıdan karşıya geçmelerden nefret ettiğim içindir.

Geçen hafta bu durumu farkettikten sonra işe gidip gelirken ne yaptığıma dikkat ettim. Ve hakikaten dumur oldum! 15 dakikalık yolun bir 9. ve bir de 13. dakikasında iki kere karşıya geçmem gerekiyor. Ben, bu kötü hareketi olabildiğince erken yapıp kurtulmak için bir plan geliştirmişim. Dar, güneşli ve kötü manzaralı kaldırımlardan yürümemin sebebi budur.

Ama galiba, sadece karşıdan karşıya geçmekten nefret ettiğim için oluşmamıştır bu takıntı. Hani, yürürken canınız sıkılır da bir şeyler düşünürsünüz ya. Ben haritayı gözümün önüne getirip hangi yöne doğru gittimi, bu sokağın geçen gün yürüdüğüm sokakla paralel mi dik mi olduğunu, güneşin hangi saatte nereye vurduğunu falan düşünüyorum. Tabi bir de yürüdüğüm yolun ilerisinde neler olduğunu, trafik lambasının nerede durduğunu, hangi noktalar arasında yokuş çıkacağımı düşünmeyi de ihmal etmiyorum. Bunları düşününce yürüme planları yapıyor olmam çok da garip değilmiş, değil mi?

29 Ağustos 2006

Al beni, al beniiii


Mavi Sakal'dan bir elemanındı sanırım, Al beni diye bir şarkısı vardı. Tibet bir şey. "Al beni, al beni./ Götür burdan uzaklara/...Biliyorum sen de farkındasın, çok zor/ Gözlerin yalan söylemiyor." Haluk Levent söylemişti daha sonra bağıra bağıra.

Bu sabah işe gelirken yoldaki raketlerden birinde bir ilan gördüm. "Şimdi de paketi yenilendi - Bahanesi çok" Evet, kırk yıllık Albeni'nin paketini değiştirmişler. Paket, yatay olarak ikiye bölünmüş; altı eski renginde, üstü ise siyah (veya koyu kahverengi). Yok, ben sevmedim bunu.

Ortaokulda bir Albeni karşılığında, bir arkadaşımın resim ödevini yaptığımı hatırlıyorum. Aynı kişinin daha sonra kompozisyon ödevini de yapmıştım, iki Albeni'ye. Öyle demeyin, çok değerliydi o zamanlar Albeni. Yalvaç'ta yanında para taşımak diye bir mefhum yoktu ortaokul ve lise öğrencileri arasında. Çok acayipmiş hakikaten. Yanımızda para getirdiğimiz haftada biri falan bulmazdı. O da eğer çok önemli bir şey varsa. Öğle yemeği için zaten eve giderdik. Onun dışında kantinden canımız bir şey isterse gider adımıza açılan hesapa yazdırırdık. Zira, kentinde de öğrenciler çalışırdı ve okul topu topu 150 kişi falandı. Bir ara ben de kantinde çalışmıştım. Haftalık bedava abur cubur yiyebileceğimiz bir miktar vardı. Tabi ki Albeni ve Coco Star'la doldururdum ben kotamı (aşmışımdır belki de). Bu arada kantin dediğim 4 metrekare bir yerdi. Okul dediğimse, başka bir ilköğretim okulunun sadece bir katıydı. Sonra ben mezun olur olmaz süpersonic yeni binaya geçildi. Koskocam bir kafeteryaları oldu. Yiğit gördü işte onu da :)

Albeni'nin yeni paketine alışamayacağım ben bir süre. Çünkü eski paketi, paranın sayılmadığı ortaokulu hatırlatırdı bana. Ha, canım isteyince bir anda nasıl sevivereceğimi de biliyorum. Ne de olsa bahanesi çok! :P

27 Ağustos 2006

varol,koment ve horoz

rahatlıkla yapabildiğim tek şey comment yazmak şu kodumunu sitesinde.. ama bi gün bende başaracam nese ...al lan bu da koment VAROL(ünlü futbol oyuncusu Buda Koment Varol yeşil sahalara geri döndü) nooldu..ha bende koment yazıyom işte sitedeki koment tekelini elinde tutamıycaksın bundan sonra... genişleyen koment pastasından dilim kapmak için yarışacam senle (genişleyen koment pastası)( hüseyin usta bu pasta gitgide genişliye kabartma tozu ögghhh(bkz: espriyi boşyere uzatıp patlama noktasın daha kötü bi espri olan cümlenin ikinci kısmına taşıyarak gerekli patlama sağlayamamak) .

nese konu dağıldı yegane takipçimiz olan Varol Döken'e burdan teşekkürlerimi sunmak istiyorum ev ahalipisinde olmamasına rağmen inatla bu kadar çok şey yazıyo ya walla bravo ...yani benim yazdıklarımın yaklaşık 5.34 katı kadar şey yazmıştır Varol.. kendimi basket maçında ilk beş başlayıp hiç sayı atamamış ...Varol'u ise benchten gelip oyunu kurtaran oyuncu gibi görüyorum...

neyse son olarak küçükken denizle birlikte bir horozun saldırısına uğradığımızı anlatıp kalkçam çünkü demin babam aradı "çin önde çabuk gel süper maç oluyo diye" (babamla birlikte türkiyenin maçları dışında diğer maçlarıda seyredip güçsüz olan takımı tutmamızda garip bi durum oluşturdu, bide maçlarda sürekli güçsüz takımı tutuyoz çok komik, evden sürekli angola angola gibi tezahuratlar yükseliyo)

off konu yine dağıldı en iyisi olayı başka bi paragrafta anlatıyım...ilkokulda denizle birlikte okula giderken komşumuzun yetiştirdiği tavuklar ve onların başında duran horozla karşılaştık. resmen bir düello gibi karşı karşıya durmuş birbirimize bakıyoduk adeta bir sinir harbi bir soğuk savaş yaşanıyodu horozla aramızda..horoz guruburuk guruburuk diye sesler çıkarmaya başlamıştı bile yani bu ikimizden birine kesin saldırcağı anlamına geliyodu..benimse o anda kafamdan bir baloncuk fırlamış şekilde babamın bana dediklerini düşünüyodum"oğul eğer hayvanlarla konuşur onlara iyi davranırsan onlarda sana bişi yapmaz en vahşi aslan bile kuzu olur ey oğul falan" bende bu gazla horozla konuşmaya başladım güzel horoz canım horoz bırak geçelim biz bişi yapmıycaz sana ha benim ibiklim ha benim gülüm gibi.. tam kurtulduk heralde derken horozun benim kafama atlaması bir oldu... kafama tıktıklayan horozun altında resmen can çekişiyodum.. Deniz'se kardeşini horoz saldırısından kurtarmaya çalışan her abla gibi dana gibi kaçmıştı...fakat en azından annemi yardıma çağırmıştı. annemse oğlunu horoz saldırısından kurtarmaya çalışan her anne gibi horoza taşla saldırarak horozu kaçırttı..
bende ilk çocukluk travmamı yaşamış oldum böylece(börülce) .. daha sonra büyüdüm adam oldum üniversteye gittim şimdi alanyaya tatile geldim falan bissürü şeyler ohooo .. nese alanyadan hepinize sevgiler..

gay,ipne ve oğlancı

anlayamıyorum nasıl oluyor...fakat ekseriyetle itiraf.comun arkadaşlık sitesinde erkeklerden mesaj alıyorum anlayabilmiş değilim..gayet sinir bozucu bişey ben oraya danalar gibi yazmışım aradığım cinsiyet bayan, aramadığim cinsiyet erkek diye ..ama bana inatla mesaj atıp "meraba" tanışalım gibisinden mesajlar geliyor..hayır hiç bi şekilde böyle bişi yapmalarını gerektiren bişi yapmıyorum..işin kötü yanı bugüne bugün daha bi kıza mesaj atmadan cevap gelmemesi..(günün üyesi oluğum gün bile) gay tipide yok bende ama heralde kendi aralarında "şimdi ipne deil ama bu ilerde varya offf baksana yumurta gibi oğlan süleyman abi"falan diyolar... bide bana yazan danalar cemil ipekçi tarzı karizma gayler olsa içim yanmıycak bunlara gay diyemezsin .. bunlara ipne ve oğlancı demek istiyorum ben müsadenizle...yani tipleri görseniz offf yaa gıcık oldum lan ..

25 Ağustos 2006

Tartışma anında karizma kurtarmak

Birkaç gündür bloğunu takip ettiğim Ersan Taşçı'nın 'Bileği bükülmez olmanın altın kuralları' adlı yazısını okudum az önce. İçgörüsü sağlam bir yazı olmuş, keşke bu kadar kısa olmasaymış :)

Eminim herkes hayatında en az 4 kez tartışma esnasında 'hek hük' diye kalmıştır. Benim kalmışlığım vardır. Bir de, artık konuşmaktan yorulduysam veya karşımdakinin hakikaten -o konuda- ancak bir odun kadar esnek olduğunu anladıysam susmayı tercih ederim. Bence en iyisi bu. Ne gerek var gırtlak patlatmaya. Tartışmayı gerçekten bilen/becerebilen, aynı zamnda fikirleri kafasında taşlaşıp yosun bağlamaya başlamamış biriyle tartışmak kadar zevklisi de yoktur tabi.

Böyle dediğime bakmayın. İçten içten karşımdaki odunu ikna edinceye kadar usanmadan tartışabilen biri olmayı istemişimdir hep.

Amaaan, hiç uğraşamam :)

24 Ağustos 2006

En gerçek masal

Kimse bilmez. Pamuk Prenses'i ormana götüren adam, aslında bir Kurtadamdı. Pamuk'u da 'büyük annene nevale götüreceğiz' diye kandırmıştı. Üzerinde kırmızı montu, içinde beyaz gömleğiyle Pamuk Prenses, kötü cadının adamıyla birlikte büyük annesine gidiyordu. Bir koyun kadar saftı.

Eve vardıklarında büyük annesinin yerinde üç küçük domuzcuğu buldular. Onlardan, büyük annesinin iki sene önce evi kiraya verdiğini, kendisinin de Manhattan'da yanan varillerin başında ısınmaya çalışan bir zenciye dönüştüğünü öğrendiler.

Pamuk Prenses ve Kurtadam şatoya geri dönmek üzere orman yolunda yürümeye başladılar. Büyük annenin iyice bunadığı üzerine geçen muhabbete kendilerini kaptırdıkları için ormanda kayboldular. Birkaç saat hiçbir yere varamadan yürüdüler. Çok acıkmışlardı. Tam bu sırada, yerde ekmek kırıntıları buldular. Hepsini hayvan gibi yiyerek o yolu takip ettiler. Sonunda, tamamen şekerden oluşan bir eve vardılar. Tam pencereleri yerken içeriden çocuk çığlıkları gelmeye başladı. Kurtadam hemen içeriye daldı. Çocukları yemek üzere olan pis cadıyı öldürdü. Adlarının Hansel ve Grater olduğunu öğrendikleri çocuklarla yollarına devam ettiler.

Birkaç saat sonra hava kararmaya başladı. İleride boş gibi görünen bir kulübe buldular. Soğuktan korunmak için hemen içeri girdiler. İçeride her şey çocuklar için yapılmıştı sanki. Evcilik oynama evi gibi bir yerdi burası. Hepsinin gözlerinden uyku akıyordu. Hemen yatak odasına geçip yedi minik karyoladan altısına uzandılar. Kurtadam ve Pamuk ancak ikişer karyolayı birleştirerek yatmışlardı.

Sabah oldu. Neşe Erberk yedizleriyle birlikte tatilden dönmüştü. İçeride yabancı birilerinin olduğunu hemen anladı. Yandaki zehirli elma ağacı bahçesinden 8-10 tane elma kopardı. Bir gün böyle bir şey olacağını bildiği için önceden hazırlık yapmıştı. (Medyadan arkadaşları masalın sonunu kendisine söylemişlerdi.) Yatak odasına girip Kurtadam, Pamuk Prenses, Hansel ve Grater’le tanıştı. ‘Açsınızdır siz’ deyip elmaları verdi. Kurtadam biraz kıllandı. ‘Sabah sabah ilk iş elma mı yenir bre doğurgan kadın, önce bir elimizi yüzümüzü yıkayalım’ diye Neşe Erberk’e çıkıştı. Lavaboya gitme bahanesiyle hep beraber kaçtılar.

Biraz daha yürüdüler. Yolun sonundan onlara doğru ‘Anseeel, Krateeeel!’ diye bağırarak, Trakyalı kılığına girmiş Beyaz koşuyordu. Çocuklar şaşırmıştı. Ama onları tanıyan ve seven birine benzediği için Kurtadam, çocukları Beyaz’a vermeyi doğru buldu. Aslında aklında Pamuk’la yalnız kalmak ve onu öldürmek vardı.

Çocuklar gidince Kurtadam, Pamuk Prensesi öldürmek üzere bıçağını çıkarırken cüzdanını yere düşürdü. Hemen oradaki ağacın arkasında sinsi gibi bekleyen Robin Hood, şimşek hızıyla cüzdanı aldığı gibi ‘zenginden aldım, fakire vereceğim’ diye bağırarak uzaklaştı. Kurtadam ‘assktir’ derken Pamuk’la gözleri buluştu. Bu güzelliği, bu koyun gözleri daha önce nasıl olmuştu da fark etmemişti? Artık imkanı yok öldüremezdi onu. Ama bir yolunu bulmalıydı. Hemen aklına bir fikir geldi. Oradan geçmekte olan South Parklı Kenny’i öldürdü ve kanını Pamuk’un gömleğine sürdü.

Pamuk’un üvey annesi -kötü kadın- olanı biteni sihirli aynasından izlemişti. Adamı gelip de salak gibi ‘bak hanımım, öldürdüm kızı’ diyerek gömleği gösterince cinleri tepesine çıktı. Hemen oracıkta Kurtadam'ı kurbağaya çevirerek ormandaki bir bataklığa gönderdi.

Kurtadam, aklına gelen fikrin heyecanıyla Pamuk Prenses’i ormanda unutmuştu. Aylardır ağaç kabuğu yiyen Pamuk, sincaplarla ve kurbağalarla konuşacak kadar kafayı yemişti. Neyse, yine öyle avare avare ormanda dolaşırken bir bataklıkta bizimkine rastladı. Kıllı ve koca burunlu bir kurbağa olduğu için Pamuk’un hemen dikkatini çekti kendisi. Aldı lark diye öptü manyak. O anda bir şeyler oldu, ışıklar falan saçıldı etrafa. Bu kıllı kurbağa birden kıllı bir prense dönüştü. Sonra ikisi ormanda sonsuza dek deli dolu yaşadılar hayatı.

SON

22 Ağustos 2006

Mörfi Kanunları

Bir gün evahalipisi olarak akşam yemeğindeyken Beyza Mörfi Kanunları (ne bileyim nasıl yazılıyor, aa! :P) diye bir şeyden bahsetmeye başladı. Ona da bir arkadaşı anlatmış. Buna göre; eğer gün içinde, normalde hiç bahsetmediğin bir şeyden bahsedersen veya aklına getirirsen, çok yakın bir zamanda o mutlaka karşına çıkarmış. Mesela, balıklarla hiç alakan yok diyelim. Ama o gün nedense aklına lepistes balıklarının yavrularını nasıl hunharca yedikleri aklına gelmiş olsun. Lepistes balıklarıyla ilgili bir şeyi ya o akşam haberlerde, ya da ertesi gün başka bir yerde duyarmışsın.

İlk başta 'aa, hakikaten, geçen oldu bana' falan desem de pek aklıma yatmadı. Bence bu psikolojideki algıda seçicilikten başka bir şey değil. O gün balıklar aklına gelmeseydi ve ertesi gün bir arkadaşın balıklardan bahsetseydi hiç dikkatini çekmeyecekti.

Evde zamanla 'bak yine Mörfi geldi, az önce Mörfi oldum, babam gelirken bana Mörfi aldı' şeklinde işin suyu çıktı tabi. Akabinde başka geyiklere kayarak sattık Mörfi'yi. Sonra bir gün Berna, kendisine gelen bir mailden bahsetti. Başlığı Mörfi Kanunları'ydı. Ama bu daha kapsamlıydı; Beyza'nın bahsettiğini içeren bir sürü maddeden oluşuyordu. Şimdi tam hatırlayamıyorum ama daha çok sürekli başımıza gelen tersliklerle ilgiliydi çoğu. Mesela; cebinde iki anahtar varken doğru olanı her zaman ikinci deneyişte bulmak, aradığın bir şeyin üstüste duran yığınların en altında durması vb. Elbette bunda da bir bit yeniği var. Doğru anahtarın tek seferde elimize geldiği veya aradığımız şeyi pat diye bulduğumuz zamanlar da oluyordur. Ama, sinir bozukluğu yaşatan durumlar malesef hafızada daha sağlam yerlere oturuyorlar.

Şimdi tüm bunların nereden aklıma geldiğini anlatayım. Yaklaşık bir aydır takip ediyorum. İki tane durum çok gözüme batmaya başladı:

1- Haftada ortalama iki kere, işten gelirken markete uğrayıp alışveriş yapıyorum. Haftada en az üç gün ise, geldiğim saatlerde apartman kapısını açık buluyorum. Ama bu iki durum neredeyse hiç çakışmıyor. Her alışverişten sonra kapının önünde, elimdeki ağır poşetleri bırakıp anahtar arıyorum. Hayır, madem her zaman kapalı ol di mi? Hep bu kapı... :)

2- Ne zaman para çekmek için bankamatiğe gitsem, uzun bir kuyruğun sonunda beklemek zorunda kalıyorum. 'Neyse, herhalde yoğun bir saatte geldim' deyip kuzu kuzu bekliyorum güneşin alnında. Ama dikkat ettim, sıra bana yaklaştığı halde hala kuyruğun sonundaki son kişi olduğumu görüyorum. Parayı çekerken ise tek başıma kalıyorum. Yani, on beş dakika sonra gelsem hiç sıra olmayacakmış. Asıl derdim sıra beklemek falan değil aslında. Sıranın başa yakın yerlerinde olmanın ayrı bir havası var bence arkadakilere karşı. Onu hiç yaşayamıyorum :)

3- Üstte yazdığım iki durum dikkatimi çektiği günden beri daha çok başıma gelir oldu. Allala, neden acaba?

16 Ağustos 2006

'Otobüs' de bana maruz kaldı:)

Sayın ev ahalisi. Burası dışında katılımcı olduğum bir bloğum daha oldu! Buranın adı Otobüs. Ulaşmak için bu cümleye tıklıyorsunuz.Otobüste, dolmuşta, metroda vs. geçen olaylar anlatılıyor diyebiliriz özet olarak.

Az önce şu meşhur 'Atilla gaz ver!' maceramı anlattım orada. Buraya yazmayım, siz oraya gidin:) Yok yok, evahalipisini de hiç ihmal etmeyeceğim. Ama yol hikayeleri orada olacak bundan sonra.

Ne kadar yazarsa o kadar daha yazmak istiyor insanın canı. Hastalık mıdır nedir? :P

gozluksuz is yapmak- kulagımı deldirdim canım acıye...

gecenin iki konusunu belirledim kendime..
ilki gozluksuz is yapmak.. ekrana bakmak... sacma sapan seyleri aramak.

yok ya olmuyomus bunu anladım bu hazin gozluksuz gecemde.lens dedigin bir yere kadar.
hatırlarım denizle bir kosu lens almaya gitmistik. sonra o 6 aylık lensi 6 ay bile takmadı..sıkıldı takmaktan sanırım, ya da isinden sıkıldı. usengec oldugu icin kendileri :)
ben yılmadım devam ettim. basarmaya cok yakındım. butun dunyam lens olmustu.
tek konustugum kou vardı o da lenslerim. gozlukten eser yoktu. isimini bile duymamalıydım.

ta ki o elim geceye kadar..
o gece- bu gece...
ekrana bakamaz olmusum, dibine kadar giriyorum.
msn de biri birsey yazsa 'ah iyi ki o turuncfu ısık var gozume giren diyorum'..
eskiden olsa 'kor degiliz herhalde ne yanıp sonuyon' diye kızardım..

Gecenin 2. konusu ise kulagıma 2 delik daha actırmam.
Bu iste para yok ben bunu anladım 2 ytl'ye deldirdim.
gerci biraz uyanıklık yaptım sanırım. yani 4 ytl olmalıydı ama 2 istedi. ben de kedi gibi parayı uzatıp terk-i diyar eyledim.

Kızmıs mıdır?
bilmiyorum..
önemli olan onun isini iyi yapıp, hatırlaması deyip etik olarak kendimi sucluluktan uzaklastırıyorum.

Bu ilk deldirdigin küpeler ne de igrenc oluyormus yaaa..
Ben bebekken denizlerin ust komsusu ayten teyze igneyle delmis benimkini. bir de ip takmıs icine.

bugun küpeci amca dedi ki bu delik pek bi yukardan olmus o yuzden aynı hiza da olamazlar.
o an senelerdir kullandıgım küpe deligimin gercekten de kulagımın kıkırdak bolgesine yakın olduguna kanaat getirdim. Ayten teyze'ye saymadım sövmedim.
Sadece, 'ulen ne isin var da bebegin kulagını delersin,
hem de annesinden habersiz, sanki isin uzmanısın' diye gecirdim..
hak etti ama bu kadarını canım.

Zaten korkuyodum deldirmeye..
Serkan bahceli'de zor ikna etti.
"ben kupe takmayı sevmem ki zaten, kapanır o. ya en iyisi cıkalım burdan" gibi laflar ettim. Ama o yemedi. hatta, hiiic acımayacak hemen gececek, dedi.
Hala zonkluyo kulagım:(
O an dusundum ki piercing'im var ama kulagımı deldirmeye korkuyorum.

Ne sacma bir insanım ben..

Bi de eskiden yazılar yazardım artık yazmaz oldum.
köreldim, nasır oldum...

14 Ağustos 2006

Yeni yorumcularımız

Bugün bloğumuzu açtığımda gördüm ki bir sürü yeni yorum var. Şöyle:

mobilemob said...
Very pretty design! Keep up the good work. Thanks.

mobilemob said...
Greets to the webmaster of this wonderful site. Keep working. Thank you.

blogaccount54 said...
Hi! Just want to say what a nice site. Bye, see you soon.

bestusedcarrs said...
Nice idea with this site its better than most of the rubbish I come across.

falco348 said...
I say briefly: Best! Useful information. Good job guys.

newloghere said...
Looks nice! Awesome content. Good job guys.

steelboy28 said...
Very pretty site! Keep working. thnx!

Hepsinin altında da >> şeklinde bir link var. Ne olduğu belli yani.
Ama yorumlarını bu şekilde yazmaları çok komiğime gitti. Sitemiz süpermiş, gördüğü bir sürü siteden daha çok iyiymiş, yararlı bilgiler içeriyormuş! Hmm, çok yararlı bilgiler...Bu blog için bunu duymayı hiç beklemezdim. Hele ki Türkçe'yi bilmeyen birinden! Sırf kendi sitesine ulaşılsın diye oraya buraya saçma sapan yorumlar yapanları biliyorum. Ama bunların hepsi birden bir günde yazılmış. Her şeyin bir hek'i var :)

Bundan sonra 'word verification' denen özelliği açıyorum yorumlar için. Hiç sevmiyorum, hiçbir zaman ilk defasında doğru yazmışlığım da yoktur. Ama gerekiyormuş demek ki. Bakalım bir işe yarayacak mı?

(Şimdi birkaçının sitesine daha baktım. Hepsi cinsel içerikli değilmiş. Ama ne oldukları da belli değil. Neyse, kapatıyorum bu konuyu burada, en iyisi bu :))

8 Ağustos 2006

Ben çevirdim oldu!

Evet, artık anlatma vakti geldi. Korkuyorum ama anlatacağım.
Hikayemizin adı 'Deniz Festivalde' :)

Bu sene Mart ayında yaklaşık bir aylık boş zamanım vardı. O kadar boştu ki zamanım, bir şeyler yapayım dedim. Gelen bir maille, Ankara'da bir film festivaline gönüllü çalışan aradıklarını öğrendim. Berna'ya sordum; aynı şeyi mi düşünüyorduk? Evet. Biraz çalıştıktan sonra festival filmlerini bedavaya izlemek! Eh, gittik başvurduk hemen.

Festivali düzenleyen vakfın düzeni pek yerinde değildi. Gönüllü çalışmak için gelmiş bir sürü insan, bir odada toplanmış boş boş oturuyordu. Biz de oturduk. Meğer afişlerin gelmesini bekliyormuşuz. Afişler gelince gruplar ve gidecekleri yerler ayarlandı. Berna ve ben Kızılay - Necatibey yöresine elimizdeki onlarca afişi dağıtmak üzere yola koyulduk. İki gün boyunca dışarılara ve gözümüze kesitirdiğimiz kafelere falan afiş yapıştırdık, arada broşür de dağıttık.

Neyse, festival günü sonunda geldi çattı. Sabahtan gittim (Berna yoktu o gün), sinemanın girişinde kurulan standa oturdum. İzleyiciler, saati-günü değişen veya kaldırılan filmler için gelip gelip bize çatıyorlardı. Ben de kalktım hemen. İlk seans saati geldi. Ben, bana gösterilen salona girmeden önce içeride ne yapmam gerektiğini sordum. 'Gir izle işte, yapacak başka bir şey yok' dediler. Ben de girdim salona, seyircilerin arasına oturdum bir güzel. Işıklar söndü, film başladı. İlk on beş dakika neredeyse hiç diyalog yoktu. Sonra adamlar konuşmaya başladı. Almanca ve altyazı yok! Yarım saat daha geçti. Ben bu süreyi Almanca'yı ne kadar anlayabildiğimi test ederek geçirdiğim için gidip görevlilere altyazının olmadığını haber vermeyi unuttum. Seyircilerden de hiç ses seda yok. Sonunda ışıklar yandı, film durduruldu. Festival görevlilerinden biri içeri girip;
'Sayın izleyicilerimiz, filmin altyazısının eklenmemiş olduğunu gönüllü görevlimiz (sağolsun) bize haber vermedi. Özür dileriz. Film yarım saat sonra tekrar başlayacak'
dedi. Arkamda oturanların konuşmalarından anladığım kadarıyla kimse Almanca falan bilmiyormuş ve - aynen benim düşündüğüm gibi - neyse, böyle demek ki deyip seslerini çıkarmamışlar.

Beni apar topar salondan çıkardılar. Ufaktan bir azar işittim. Öncelikle, salonun ortasına değil, kapıya yakın bir yere oturmam gerektiğini öğrendim. Azar bitince gittim standa oturdum tekrar. İleride başka bir masada oturan festival çalışanları mütemadiyen bana 'ya salak ya da festivali bozmak için gönderilmiş bir ajan, ama bence salak' bakışları atıyorlardı. On dakika süren eziyetten sonra bir tanesi gelip bilet zımbalama işi için vakıftan beni çağırdıklarını söyledi. Evet, ceza. Sonunda oradan kalmak için bir bahane bulmuştum, tabi ki koşa koşa gittim vakfa.

Öğleden sonrasının dördüne kadar festival biletlerini konser biletlerine zımbalamak suretiyle kolumu ağrıttım. İşim bitti. Tam çıkıyordum ki arka odalardan bir kız telaşla koşarak yanıma geldi:

- 'İngilizce biliyor musun?'
- 'Evet'
- 'Ya, bir çeviri işi var da, yardımcı olur musun?'
- 'Tabi'


Evet, çeviri işi. Peki bu telaş niye? Çünkü, 6 seansında gösterilecek filmin Türkçe altyazısı olmadığını fark etmişler! En geç iki saat içinde bütün altyazıyı Tükçe'ye çevirmemiz gerekiyor. Beni bir bilgisayarın başına oturttular alelacele. Film çok uzun ve bol diyaloglu olduğu için altyazıyı dört parçaya bölmüşler. Aynı odadaki başka bir bilgisayarın başındaki kız üçüncü, bense dördüncü parçayı çevireceğiz. İlk iki parçayı başka bir yerdeki başka insanlar çeviriyorlarmış. Daha önce bu filmi izlememiş ve altyazı çevirisi yapmamış dört ayrı kişi, izlemedikleri filmin dörtte bir parçalarını word dökümanında çeviriyolar! Sonuç az aşağıda...

Divx için internetten altyazı indirdiğinizde görmüşsünüzdür mutlaka. Alt alta yazılmış bir sürü konuşma. Arada sahne geçişleri veya kimin konuştuğuyla ilgili hiçbir işaret yok. Yani benim için diyaloglar şöyle devam ediyor:

- 'Bundan sonra hastalığının iyileşmesi için insan eti yemen gerekiyor'
- 'Tamam. Peki dişi cin ilacını nereden bulabiliriz?'
- 'Hey dostum, neber? Arabayı ver de benim manitayı dolaştırayım biraz'
- 'O siyahi çocukla görüşmemeni söylemiştim sana daha önce'
...(Filmin son bölümünü çevirdiğimi de hatırlatayım tekrar. Yani, ne olduğunu ve nasıl düğümlendiğini bilmediğim olaylar burada çözülüyor.)

Hayır, film de nasıl bir filmse artık. Hiçbir şekilde gözümde canlandıramadım. Vampir bir kız var. Bir çocuktan hamile kalmış. Ama aynı zamanda kanser ve hastalığının iyileşmesi için insan eti yemesi gerekiyor. Kızın bir de ablası var, bir tane doktor var galiba. Dişi cinler ve bir de zenci çocuk var. Bu kadar :)

Çok uzatmayayım. Odadaki kızla gülmekten yarılarak, bir şekilde bitirdik çeviriyi. Benim de onun da yanlış olduğunu düşündüğümüz ama vakitsizlikten bir şey yapamadığımız bir sürü cümle var elbette. Ben, her şeye rağmen cezamı çektiğim için mutluyum. Ayrıca bir de yaptığım çevirinin pek de fena olmadığını düşünüyorum. Gaflet ve delalet içindeyim yani!

Ertesi gün sabahtan gittim sinemaya. hemen dün beni hafiften azarlayan çocuğu buldum.:

Ben: "Bak. Dün bir hata yaptım ama cezamı da çektim. Dünkü filmlerden birinin altyazının bir kısmını ben çevirdim Türkçe'ye."
O: "Sen mi çevirdin? Peki, 'BENİM BİR İMAJIM VAR'ı sen mi çevirdin?" (Çevirirken aklıma takılan cümlelerden ilki oluyor kendisi)
Ben: “Evet, orasını ben çevirdim.”

Cümlenin orjinali “i have an image”. Ama diyalogları az yukarıda yazdığım gibi gördüğüm için tam olarak ne demek istendiği anlamamıştım çevirirken. En uygunu herhalde ‘benim bir imajım var’dır diye düşünmüştüm. Değilmiş.

Filmin o sahnesinde, hamile ve kanser olan vampir kız doktora gidiyormuş. Doktor, kızın karnına ultrasonla bakarken ‘i have an image’ diyormuş. Yani, ‘burada gördüğüm kadarıyla…’ gibi bir şey!!!

Sonradan öğrendiğime göre, çevirinin geri kalan kısmının da pek aşağı kalır yanı yokmuş. Seyirciler küfrederek çıkmışlar salondan. Ama en çok akıllarda kalan cümle benimki olmuş, ehe :)