17 Eylül 2006

Kırılma Noktası

Kırılma noktası:

Kırılma noktası:
Kırılma noktası tasın yere carptıgı nokta mıydı?
Oysa daha tasın carptıgı ana deger bir anlasmaya bile varılmadı.
Kırlma noktam, carpma anımdı.
Kimine gore olayın daha ilk basladıgı an oluyordu bu. Tasın elimden ilk cıktıgı an.
Olayın ilk basladıgı an:
Belirlenmesi belki de en guc anlardan biri.
Ne zamandır ilk farkedilmesi?
Aslında tas daha elinden cıkmadan olay olmustur.
Kırılma noktan/bardagın doldugu an...
Bardagın dolacagı zaten kesindir.

Geri donus/flashback1:
Olay...
Göz göze geldik.
Saniyenin bindebirinde gözgöze geldik. (Arkada: Anathema:Shroud of False)
İlk kim bakmıstı?
-ben degilim, yok ben olamam-

Geri dönus/flashback 2:
Olay...
Kanepede iki ceset
Tensel cekim tinsel cekim midir?
dokunmalı mıydım?
Kacamak duruslar
-donakaldıgın anlardan biri-
saniyenin bindebiri.

Geri donus/flashback 3:
Balkon...
//insanın döndügü taraf, bakmak/görmek istedigi taraftır hep///
Bir asık ne kadar ugrassa da arkasını donemez yanındaki salyangoza.
Salyangozdur insan, kabugunda...
Kırılma noktası:
Kabugumu kırdıkları sahne.
////Tek bir bakıs ister, balkondan bakan kisi. Asagıdaki salyangozun (tahminsel/icgudusel bir bicimde) yukarı bakması....////
Bakar mısınız oyle bir durumda?
Kışın ortası olsa ve her yerde kar varsa?

Geri donus/flahback 4:
Olay...
Film izleme adına....
Hangi deli inanır ki tenin ve tinin bakıstıgı bir yerde film izlenebilecegine?
Saniyenin durdugu an.
Bindebirlik dilimin bir saat oldugu, delilik anı...
İcgudu: Kalk ve git!
-Gider misin?-

Geri donus/flashback 5:
Olay...
Düsler...Gercekler...Hayaller..
Geceleri sokulur yanına, bir golge kılıgında...
Gozunun onunde goruntuler
Hayal midir bunlar?
Yasamaz mısın o anda?
Hayalin gercek; gercegin hayal olması...
Beklemeyin uykunuzdan once 1000gr’lık bir düs hapı alın... Nedir ki gercek?

Gercek:
Olay1: geridönüssüz, saf ve yalın....
Uçmanın verdigi his ve rüzgarın tatlı dokunusu.
Hayatla, saniyenin bindebirinde gozgoze gelmek.
Tensel ve tinsel cekimin yer cekimine donmesi.
Balkon coktan geri de kaldı...
Atladım mı gercekten,
yoksa gene bir hap mı aldım, su 1000gr’lıktan?
düsüs anı, salyangozsun artık.
Kabugun kırık..

Yasamı kırıklar icin....
bezis!

11 Eylül 2006

Kapı önü hikayeleri

Eve gidince içeride -sevdiğim- birisinin olmasını çok seviyorum. Kapıyı açıp eve benden önce gelmiş bir Yiğit nidası duymak, anahtarlarıyla girip bana sürpriz yapmış Berfu veya Beyza'dan korkmak kadar beni mutlu eden bir şey yok.

Ama bugünlerde hayal gücüm 6 yaşına dönmüş durumda. Kapıya anahtarımı soktuğum andan itibaren içeride canlanabilecek senaryoları bir bir bir kuruyorum. Olağan dışı bir şeyle karşılaşma olasılığım %0,0014'se eğer, ben bu dilime uzun uzun hikayeler sıkıştırıyorum. Önceleri sadece hırsızlar, katiller, sapıklar üzerine kurulu bu hikayeler son zamanlarda daha eğlenceli bir hal almaya başladı. Hemen bir örneğini göstereyim size:

Sağ elimle önce kafamı kaşıdım. Sonra sol elimle iyice arkalara kaymış olan çantamı çekip önüme getirdim. Asla tek seferde bulamadığım anahtarı iyice köşeye sıkıştırmak için iki elimi de hızla çantadan içeri soktum. Büyük gözde izlerine rastladım. Kısa bir kovalamacadan sonra kendilerini ön cepte kıskıvrak yakaladım. Elimden kaçmasına izin vermeden soktum deliğe, açtım kapıyı. Akabinde çantamdaki eski yerine yolladım.

İçeriden bazı sesler duydum. ‘Yiğit Bey erken gelmiş, yanında da arkadaşları var’ diye düşündüm. Artık taşımaktan ve bahsetmekten sıkıldığım pis çantamı yere bırakıp hemen oturma odasına geçtim.

Ve kapıda kalakaldım. Kalbim, sanki daha demin kendisini canlı canlı yemişim gibi, tam boğazımda atıyordu. İçeride tanımadığım adamlar, orası babalarının eviymişcesine oturuyorlardı! Onlar da susmuş, ne yapacağımı bekler gibi bana bakıyorlardı. Aklımdan geçen ilk laf ‘keşke çantayı girişte bırakmasaydım, şimdi yavaşça elimden düşürür ve daha etkili bir sahne yaratırdım’ oldu. Sonra tabi ki bunun gibi durumlarda neden ilk böyle şeylerin aklıma geldiğini düşünüp kendime kızdım. Böyle böyle korkum geçmeye başladı. Zaten oturanları, gıyaben de olsa, tanıdığımı hatırlamıştım.

Evet, bunlardan biri Ersin Karabulut, diğeri de Umut Sarıkaya’ydı. Artık bana bakmayı kesmiş, daha sesli ve eğlenceli olan televizyona geri dönmüşlerdi. Sonra Ersin kafasını çevirmeden “Deniz, bugün bin kere aradım niye açmıyosun olm? Fatura vakti gelince telefonlar açılmıyo bakıyorum.” dedi. Sonra Umut aldı sazı eline “Bi de senin yüzünden bi ton laf işittik lan. Madem çizmiyceksin bu hafta, niye haber vermiyosun Baruter’e? Telefonunu da kapatmış göt. Millet senin meraklın sanki nanana koyyim.” dedi. Ersin’in son olarak “Mal gibi duruyo hala ya, olm gel otur bari, tamam.” dediğini duyamadım. Çünkü o sırada aşağıda yazdıklarımı düşünüyordum.

Öncelikle, kendimi göremesem bile erkek olduğumu hissediyordum. Deniz işte yine. Belli ki bu ikisinin ev arkadaşıydım, ama nasıl ev arkadaşı. Penguen’e sonradan gelen bir çizer olmalıydım. İlk baştan itibaren, yaşıtlarım olan Ersin ve Umut’la samimi bir ilişkiye girmişimdir kesin. Sonra, 'biz eve çıksak var ya' diye başlayan cümlelerle birbirmizi gaza getirip yanlış bir kararla eve çıkmışızdır. Hemencecik işler sarpa sarmış, bunlar daha eski arkadaşlar olarak bana karşı cephe almışlardır. Ben de pek sağlam pabuç, parlak yıldız değilim anlaşılan. Onları kıskandığımı en derin organlarımda bile hissediyorum. Ama dur be, kaptırma şimdi. Hani, Yiğit vardı, Berfu, Beyza, ablam; bizim evahalipisi diye bir bloğumuz vardı!

Hemen atıldım “Pardon, internet var mı acaba?” dedim. Umut bağırarak ve ağzımı yamışlayarak ayaklandı: “İnternetmiş, var mıymış, pardonmuş?! Lan, eşoğlusu, bin aydır faturaları ödeyebildik mi ki senin yüzünden? Dur Ersincim, tutma. Valla ağzını burnunu kıracam bu sefer” deyince arka odaya, normalde Yiğit’in odası olması gereken yere saklandım. Gerçekten de internet buradaydı. Hemen evahalipisi.blogspot.com’u tıkladım. İnternet yoktu gerçekten ama, allan işi, sayfa pat diye açıldı. Derin bir oh çektim. Son yazılanları okumaya başladım. Ama hayır, ne benim yazdıklarım, ne de diğerlerinin yazdıkları içinde ara sıra geçen adım vardı. Katkıda bulunanlara baktım, Deniz Ural yoktu! Denyo Herzaki diye başka biri vardı. Zaten bu ismi görünce gülmeye başladım. Gülünce aklım başıma geldi. Hala kapının önünde yanlış anahtarı delikten sokmaya çalıştığımı fark ettim. ‘Hey Allaam’ diyen gülümseyişimle içeri girdim. Ersin’le Umut langırt oynuyorlardı. Ben de iki haftalık çizimlerimi bitirmem gerektiğinden çalışmak için odama geçtim. Çok başarılı, sevilen ve yakışıklı bir çeizerdim ne de olsa. Bir de haftaya tatile gidecektim, Kaş’a.


Evet, en gerçek dışı yeri tartışma götürmez şekilde, son cümledir.

8 Eylül 2006

ev kızı olmanın duygusu...

evet 10gundur dısarıcıkmayarak rekor kırdım.
ev ahalipisi oldum da denebilir.

kafayı yemeye yakınken cıkayım dedim.
evet...
az sonra bi arkadasımla buluscam.
kısa yazıyorum o yuzden..

eda da dondu avrupalardan bugun, yarın da onla cıkacagız..

tatil planlarım aynen devam.
pazartesi edanın yazlıgına gidicez. soner+ertan ve ben:)
bu sene de arkadas ve sefkülü tatili yapacagım yani:)

ancak kuziler sizinle cıkamadık ya 2 senedir ona uzuluyor...

Opuyorum kocaman..
18i gibi orda olurum.
dogumgununmu kutlayacagız bu sene bakın
kaytarmak yok oyle gecti nasıl olsa diye...
Zaten her sene tatile denk geliyor napalım..
unutanlara hatırlatalım 13 üydü:)

paypay!!

7 Eylül 2006

Meclisimden korkuyorum arkadaş!

Geçen gün, tüm karşı çıkışlara rağmen, Lübnan'a asker göndermeyi oy çokluğuyla kabul eden ülkemin en büyük meclisinden korkuyorum. Bu gazla, 'ne milleti, keyfimize bakalım' diyerek daha orjinal fikirlerle gelmeleri birkaç gecemin kabusu haline geldi ey ahali! :) Bakın aklıma neler geliyor:

1-)
Oylama: Türkiye'yi toptan uzaya taşıyalım.
Gerekçe: Gelişen küresel konjonktüre bakıldığında, dünya giderek yaşanacak yer olmaktan çıkmıştır. Kendimizden başka dostumuzun bulunmadığı böyle bir gezegende daha fazla durmanın bir alemi yoktur. Ayrıca, dünya gezegeni insanı nankördür. Yarın İsviçreli bilim adamlarının çıkıp da 'dünya aslında bir gezegen değildir, ne halt olduğunu daha bulamadık' demeyecekleri ne malum? Tanınmayan bir gezegende yaşamak, kainat varlıkları içinde bizi zor duruma düşürecektir. Dünya üzerindeki tek akıllı millet olarak, uzaya taşınmanın öncülüğünü biz yapacağız. Göreceksiniz, herkes bizi takip edecek. Ayrıca, jeostratejik önemi tartışılmaz olan topraklarımızı da alıp gideceğiz ki yokluğumuzda değerimizi daha iyi anlasınlar. Arkamızdan 'Türkiye, allaşkına geri dön, sensiz buralar çekilmiyormuş' diye mesajlar göndermezlerse namerdim. Hadi bakalım, eller havaya. Çok istekli olanlar iki elini de kaldırabilir.

2-)
Oylama: Millet olarak zıplayalım.
Gerekçe: Gelişen küresel konjonktüre bakıldığında, deprem denen felaketi yaşamayan ülkelere bir ders verme zamanı gelmiştir de geçiyordur bilem. Ortalama olarak beş senede bir büyük depremler yaşadığımız malum. Biz, bu felaketten dünyanın ders alması için şimdiye kadar elimizden geleni yaptık. Mesela, olabilecek en fazla can kaybına sebep olmak için bütün enerjimizi kullanmadık mı? Ama hayır, hala kimse ders almış görünmüyor. Tüm halkı aynı anda zıpladığında bütün dünyada deprem yaratacak tek ülke Çin değildir. Her bir Türk'ün dünyaya bedel olduğunu düşünürsek, bu konuda Çin'den çok daha öndeyiz. Geçen Swatch reklamında gördüm de aklıma geldi bunlar. Bence süper bir fikir. Kabul edildikten sonra günü ve saati konuşuruz. Hadi bakalım, eller havaya. Çok istekli olanlar iki elini de kaldırabilir.

3-)
Oylama: Esenboğa Yolu'na sihirli fasulye ağaçları dikelim.
Gerekçe: Şimdi bunun için gerekçeye bile lüzum yok aslında ama formalite gereği yazacağız artık. Gelişen küresel konjonktüre bakıldığında, bütün ülkeler farklılaşma çabası içinde acayip şeyler yapıyorlar. Özellikle, en büyük şehirlerini daha iyi tanıtmak için şehrin ortasına bir takım yapılar dikiyorlar. Londra'daki Eyfel Kulesi'ni bir düşünün. Ne kadar çirkin değil mi? Oysa bizim çok daha iyi bir fikrimiz var. Diktiğimiz uzun uzun bayrak direklerinin ne kadar başarılı olduğunu gördükten sonra aklıma geldi bu fikir. Esenboğa Yolu'na sihirli fasulye ağaçları dikelim. Bilindiği gibi, ağaçlar kısa sürede bulutlardaki devin topraklarına ulaşacaktır. Büyük ordumuz sayesinde her bir devi çabucak öldürdükten sonra bu toprakları ihaleye açacağız. Her birinde fuar alanları, lunaparklar, alışveriş merkezleri kurduracağız. Böylece, şehrimize uçakla gelenlerin dinlenmesi ve eğlenmesi için dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş yerlerimiz olacak. Her bir alana babalarımızın adlarını koyarak ad koyma derdinden de kurtulmuş olacağız. Ayrıca, fasulye ağaçlarının nimetlerini ihraç ederek ülkemiz ekonomisine katkıda bulunacağız. Adımız tarihe altın harflerle kazınacak. Ne kadar güzel değil mi? Hadi bakalım, eller havaya. Çok istekli olanlar iki elini de kaldırabilir.

5 Eylül 2006

Bunalmak yok Raki, bunalmak yok!

Yok öyle bir şey.
Bunalmak da ne demekmiş?
Yağmur yağıyor, hava karanlık, beynin durmuş ve paran bitmiş olabilir.
Hele bir de üstüne George Orwell'in Aspidistra denen, reklam yazarlığından kaçmak için çamura batan adamın hikayesini bile okumuş olsan, bunalmak yok.

Aklıma bunaldığım zamanlarda yaptığım komik şeyler geliyor. Özellikle aşk bunaltısı. Bir cesaret içimi açtığım çocuktan 'çok geç' cevabını alınca eve gidip ağlayayım dedim. Odama kapandım. Bir türlü ağlayamıyordum. Kötü hissediyordum ama olmuyordu işte. Farklı bir yöntem denemeye karar verdim. Türk filmi yöntemi!

Odamdan çıkıp mutfağa gittim. Sonra koşarak ve ellerimi yüzüme kapatarak tekrar odama doğru koşayım dedim. Önüme çıkacak duvarın yerini tam kestiremeyince sıkı bir kafa atmış bulundum dikey duran sert zemine. Geri döndüm. Bu kez ellerim yine yüzümdeydi ama gözümün hizasına gelen parmakların arası açıktı. Az buçuk önümü görebiliyordum. Odamın kapısına kadar gittim . Kapıyı hışımla açmak için omzumla yüklendim. Ama bu kez de kapı kapalı olduğu için darbe yemiş bir omzum oldu. En son, deneyimlerimden faydalanarak, önceden her şeyi hazırladım. Parmaklarımı ve kapımı tam kıvamında açık bıraktım. Mutfağa gittim. Ellerim yüzümde koşarak kapıma omuz attım. İçeri girince de kendimi yatağa attım.

Sonunda başarmıştım. Ama artık ağlamak şöyle dursun, sevinçle gülerek zafer çığlıkları atıyordum! Aşk acısı falan yalan oldu tabi (o an için). İnsanın savunma mekanizmasının kendini eğlendirmek üzerine kurulu olması güzel bir şey :) Elbette daha sonra başka çözüm yolları arayışına girdim, o kadar değil.

Aha, güneş de açtı zaten!

4 Eylül 2006

Bunaltan güne iyi giden şarkı

Ankara ve kahvaltı sözcükleri her zaman bünyeme iyi gelmiştir. Hele bir de bu ikisi çok güzel bir sesin söylediği müthiş bir şarkıda buluşursa tadından yenmez.

Kötü hissetmek de gerekir bazen. İyi gelir.

Vega'nın Ankara şarkısının sözlerini buraya yazayım ki, bu sayfayı açtıkça dilime pelesenk olsun. (Aynen kapağındaki gibi yazıyorum.)

Yağmur dönerken kara yavaşça süzülenler yola
araba dolusu bir tuhaf seven, şarkılar çalan söyleyen
Sevenlerden biri ben, arkada bıraktığım sen
Kim olduğunu biliyorsan...söylesen
Sokaklar dolusu şekerli kar kokusu
Tunalı'da gezinirken bizde bir kahvaltının tutkusu
Acıkanlardan biri ben, arkada bıraktığım sen
Kim olduğunu biliyorsan...söylesen
yağmur dönerken kara şarkılar var falımda
Hepsi sana bu gece Ankara
yağmur dönerken kara yine yol var falımda
İster özle...
yok, istersen hiç hatırlama

3 Eylül 2006

Bugün mücver yaktım

Bu sabah, hemen her pazar olduğu gibi, ev ahalisinin Ankara'da kalan kısmı beraber kahvaltı etti. Yani Berfu ve ben, bir de birinci dereceden ahali yakını Barış.

Kahvaltı mekanı bizim evdi. Sabahtan kalkıp (10 civarı) dünden kafama koyduğum mücver (kaygana da denebilir) yapma çalışmalarına başladım. Mücver nereden aklıma geldi derseniz, adres olarak marketi gösterebilirim. Hazır ıslak kek, reçel, köstebek pasta, köfte vb. yapma kutularının olduğu reyonda geziniyordum. Amacım hazıra konmaktı. Ama kutuların arka yüzlerini okudukça işlerin pek de umduğum gibi olmadığını gördüm. Zira bu yiyecekleri normal yollarla yaparkenki kadar iş yapıyordunuz yine. Kutu ise, hiçbir şey yapmadığı halde benimle aynı notu alan grup ödevlerinin kurnaz kişisi gibi bir kenarda duracaktı. Yok ya! En son 'hazır mücver yapma sihirbazı'nı da görünce kesin kararımı verdim. (Kabakları, soğanı falan ben rendeleyeceksem, kutu ancak atılacak kabukların çöpe derli toplu gitmesi aracı olarak kullanılabilirdi.)

Bir kilo kabak ve kuru soğanla eve gittim. Sabah kalkar kalkmaz internetten mücver tariflerine bakmaya başladım. Bu kez sadece kendime yapmayacağım için uydurma riskine girmek istemedim. (Tahmin edilebileceği gibi uyduruk yemekler her zaman zaferle sonuçlanamayabiliyor.) Yemek tarifi sitelerinden sonuca ulaşamayınca bu kez 'mücver nasıl yapılır'ı arattırdım muhtar Google'a. Gelen sonuçlar ilginçti: Mücver tarifinin en çok geçtiği siteler astroloji ve rüya tabirleri siteleriydi!

Neyse, bir şekilde buldum işte tarifi. Mücver denen sebze köftesinin taze soğan, dere otu ve taze nane gereksinimlerini karşılayamayacağım için 'dayanaklı uydurma' yöntemini uyguladım: 'Taze soğan yerine kuru soğan koysam, taze nane yerine kuru nane de olur herhelde, bir sürü baharat da koyarım kimse farketmez'. Tabi, tarifte geçmeyen ama benim mücver deyince ilk aklıma gelen malzemeyi, 'keş'i de kattım. Akçakoca'dan yeni getirdiğim keşi kırıklayıp iyice karıştırdım.

Berfular geldiğinde ilk partiyi kızarmıştım. 'Deneme bir-ki, sess, sess' adını verdiğim bu partiyi elimden geldiğince onlara yedirmedim. 'Bu büyük oldu, bu kalın oldu' derken ikinciye Berfu yetişti. Tümevarımsal yöntemi sayesinde ikinci dörtlü daha sağlam oldu. Üçüncü dörtlüde ise, yağ konusunda pintilik ettiğimiz için, bütün köftelerin bir tarafı yanık oldu.

Evet, bugün mücver yaktım. Ha, sonuç mu? Herkesin memnun kaldığını söylememe gerek yok sanırım. Artık çok acıktığımızdan mıdır, yoksa kahvaltı denen sihirli şeyin verdiği mutluluktan mıdır bilemem. Fena değildi ama ya, gerçekten.
:)