28 Aralık 2006

Apple: Think Different



Apple. Think Different. Tüm zamanların en iyi, en sağlam, en başarılı kampanyalarından biridir bence. Sizi birkaç ilanla daha başbaşa bıraktıktan sonra yine gelecek ve Think Different sloganıyla ilgili birkaç kelam edeceğim. Az aşağıda. (Yukarıda Einstein ve Picasso'yu görüyorsunuz.Aşağıdaki üç ilanda ise sırasıyla Ghandi, Alfred Hitchcock, Jim Henson [Muppet'ın yaratıcısı] ve Hitler-Mussolini ikilisi var.Aslında burada, en başta durması gereken biri var kafamda. Think Different sözünü ilk başta edecek, mavi gözlü, yakışıklı biri.)






Wikipedia'dan aldığım bilgiye göre think different sloganı, dilbilgisi açısından yanlış bir kullanım. Doğrusu 'think differently' olmalı ki farklı düşün anlamı taşısın. Ama hayır, kasten yapılmış bu hatanın da bir takım göndermeleri var elbette. Mesela, think different cümlesini emir kipinde düşündüğünüzde dilbilgisi hatası ortadan kalkıyor. Ama bu kez de nasıl düşünmen gerektiğini değil, ne düşünmen gerektiğini söylüyor. Yani, altında yatan felsefe pat diye başka bir yöne kayabiliyor. Bence burada da kişiye bırakılmış bir seçim söz konusu. Son ve önemli not şu ki, think different, IBM'in think sloganına bir cevap olarak ortaya çıkmış. Çok akıllıca.

Ve işte çok başarılı bir anlatımla 'neden think different' ? :)


İşte çılgın olanlar. Uyumsuzlar. Asiler. Baş belaları. Köşeli deliklerin yuvarlak parçaları. Onlar her şeyi farklı görenler. Kurallara bağımlı değiller ve şu anki duruma eyvallah etmiyolar. Onlardan alıntı yapabilir, onlara katılmayabilir, onları övebilir ya da yerebilirsiniz. Ama gözardı edemezsiniz. Çünkü onlar değitirme gücüne sahipler. İnsan ırkını ileriye doğru gitmeye zorlarlar. Ve bazıları onlara çılgın dese de, biz dahi diyoruz. Çünkü dünyayı değiştirebileceğini düşünecek kadar çılgın olanlar, dünyayı değiştirenlerdir.

İşte bir de televizyon reklamı:



Son olarak, yine aynı kaynaktan aldığım bir yazıyı paylaşacağım. Bu yazı, yukarıdaki ilandakinin genişletilmiş hali. Bu yüzden çevirmiyorum. Apple'ın eski web sitesinde yer almış. Kampanya uzun zaman önce sona erdiği için bu metinlere ve görsellere ancak internette yapacağınız aramalarla ulaşabiliyorsunuz.

Sizi bilmem ama, bu kampanya beni gaza getiriyor. Evet, think different millet!

Here's to the crazy ones.
The misfits.
The rebels.
The troublemakers.
The round pegs in the square holes.
The ones who see things differently.
They're not fond of rules
And they have no respect for the status quo.
You can praise them, disagree with them, quote them,
disbelieve them, glorify or vilify them.
About the only thing that you can't do is ignore them.
Because they change things.
They invent. They imagine. They heal.
They explore. They create. They inspire.
They push the human race forward.
Maybe they have to be crazy.
How else can you stare at an empty canvas and see a work of art?
Or sit in silence and hear a song that's never been written?
Or gaze at a red planet and see a laboratory on wheels?
We make tools for these kinds of people.
While some may see them as the crazy ones, we see genius.
Because the people who are crazy enough to think that they can
change the world, are the ones who do.


Meraklısına: Think different posterleri, haklarındaki bilgilerle birlikte bu adreste çok güzel anlatılmış.

Donla Kalan Şener Hristiyan Diyor



Efsane karikatürü burada görmek istedim. Berfu'nun gönderdiği mailden buldum, çıkardım, paylaştım. Oh, rahatladım! :)

23 Aralık 2006

Rektörlere Özel Rant Hesaplama Makinesi!

Yakında icat edilecektir. Çıkan sayıların basamakları zaman geçtikçe artıyor belli ki. Bu kadar çok hesap kafadan yapılamaz.



Aşağıdaki haber bu senenin 19 Mart'ında Radikal'de yayınlanmış, ben şuradan aldım. Unutmuştum ne zamandır, yine çok sinirlendim! Bu ilk olaymış gibi anlatmışlar. Halbuki, o BAM (Beytepe Alışveriş Merkezi- yukarıda) denen yer açılmadan önce de bu olayın tıpkısının aynıları çok kez yaşanmıştı. Birini, benim gibi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi'nde 2003'ten önce girenler iyi bilir:

Canım kampüsümüzün kurulu olduğu yer, yani Beytepe, gerçekten de Ankara'nın genel rakım ortalamasına göre bayağı yüksekte kalıyor. Bir de bizim İİBF Beytepe'nin en tepesindeki yerde bulunuyor. Ayrıca burada, kampüsün aşağı kesimlerinde olduğu gibi, binalar birbirine yakın değil. Elbette, öyle çok da uzak değiller ama, Ankara merkeze göre neredeyse 10 derece daha soğuk olan bu bölgede, sıcak binadan çıkar çıkmaz bütün yollar uzak geliyor. Hah işte, böyle bir konumu olan fakültemizin yanındaki inşaat, ben ikinci sınıftayken bitirildi: Yabancı Diller Yüksekokulu. Derken, bu binanın önüne tek katlı başka bir bina yapılmaya başlandı. Burası da, malesef her şeyiyle çirkin bir kafeterya oldu: Soğuk, kantin samimiyetinden uzak, tam olarak bakkal mı yoksa sıcak yemekçi mi belli olmayan bir yer. Sonra ne oldu dersiniz? Bizim fakültenin altındaki kantin birdenbire kapatıldı! Neden acaba? Bizim ders arasında falan o yeni yere göndermek için kantinimizi kapattıklarına inanmak istemedik. Çünkü fakültemizle kafeterya arasındaki mesafe, kışın ortasında, her yerin karla kaplı olmasının dışında, en soğuk rüzgarlar için geniş bir boğaz oluşturuyor. Dersten çıkıp servislere giderken bile ağzımızı yüzümüzü nasıl kapatacağımızı bilemiyoruz. Yani beş dakikalık molada, gittin-aldın-geldin derken neredeyse 15 dk. süren bir yolu arşınlamamızı istiyorlar. Üstelik o aldığın çay, buzlu çay olacak.

İnanmak istemedik. Ama baktık ki, bizim bina içinde gizli kapaklı yerlerde su satan kişileri bile cezalandırıyorlar, inandık tabi. ( Dikkatinizi çekerim, 'su' diyorum. Hani, 'ulan, sanki çay temel besin maddesi anasını satayım' diyenlere... Çeşmeden su içilmediğini düşünürsek, su içmek için tek yol yine orası. Tabi, yanımızda getiriyorduk artık biz.)

Benim mezun olacağım sene, 2005 baharında, lütfedip bir nescafe makinesi koydular girişe. Gerçi yeni liralarla çalışmıyor, çoğu zamanda bozuk oluyordu ama (gelen yeni değildi yani) yine de bir şeydi. O makine geldiği gün arkadaşlarla önünde fotoğraf çektirdik. Anlayın artık durumumuzu. (Fotoğrafı bulamadım malesef.)

Ya evet, acayip sinirleniyorum ben bu olaya. Aklıma geldikçe daha çok kızıyorum. İnsanın gözünün içine baka baka yapılır mı bu yahu? Hele bir de hijyen mijyen diye hikaye uydurmuyorlar mı!

Kantin deyince aklıma Üniversite gelir. Önemlidir, birçok tarihi olayın mekanıdır; hem toplum, hem de kişilerin özel hayatları için. (Annesi babası kantinde tanışıp evlenen arkadaşlarım vardı.) Bir de, bana özel olarak okul; hayatı öğrenme, insanları tanıma ve sosyal çevremi oluşturup gezip tozma yeri olduğu için kantinlerin kapatılmasına fazladan bir kızgınlığım oldu tabi. :)



Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü'nün ortasında alışveriş merkezi açtıran Hacettepe yönetimi, kantinlerin kapanması için atakta. Kantinciyle yönetim mahkemelik, çaysız kalan öğrenci ise isyanda.

Hacettepe Üniversitesi ile bir grup öğrenci arasında kantin kavgası yaşanıyor. 'Kantin isteriz' diye imza veren 3 bin öğrenci, üniversite yönetimini üniversitelileri fast food-kafe-lokanta ve mağazalardan oluşan bir alışveriş merkezine mecbur etmekle suçluyor.

Kampüsten bir kez çıkarlarsa bir daha girememekten korkan kantinciler de kantinde yatıp kalkmaya başladı. Kantin işletmecileriyle mahkemelik olan rektörlük ise Radikal'in ısrarlı sorularına karşılık sessiz.

Kira sözleşmesinde var
Yüksek Öğretim Kanunu, üniversiteleri, öğrencilerinin barınma, beslenme, dinlenme ve boş zamanlarını değerlendirebilmeleri için kantin açmakla yükümlü tuttuğu halde, Hacettepe Üniversitesi tartışmalı bir karara imza attı. Üniversite yönetimi, Beytepe Kampüsü'nde hizmete giren Beytepe Alışveriş Merkezi'nin (BAM) kira sözleşmesinde, 'ihale yoluyla üçüncü kişilere kiralanmış tüm kantin ve kafeteryaları, kira süresi sonunda yeniden ihaleye açmama'yı taahhüt etti. 'Fast food' kafetaryalar, lokanta ve mağazalardan oluşan BAM alışveriş kompleksi 19 Aralık'ta hizmete girdi.

Karşılıklı restleşmeler
Kampüs ve yurtlardaki kantinlerin boşaltılması için hukuki süreci de başlatan rektörlük ise henüz sözleşme süreleri bitmediği halde, kantinlere mal ve personel sokulmasını önlemeye başladı. Bu durum, bilirkişi raporuna da girdi. İşletmeciler buna kantinde yatıp kalkmaya başlayarak yanıt verdi. Rektörlük de 'Kantinde yatmak yasaktır' diyerek elektrik ve suyu kesti.

Kız yurdunun altındaki kantini işleten Çağrı İnşaat ve Ticaret Şirketi de Ankara 6. Sulh ve Hukuk Mahkemesi'nde süren yargılamada, üniversite yönetiminin müdahaleleri karşısında bilirkişi raporu istedi. Mahkemeye sunulan bilirkişi raporunda kantin personelinin ve kantine mal getiren araçların kampüse girişinin engellendiği, bu nedenle personelin kantinde yatıp kalktığı, elektrik ve suyun idarece kesildiği saptamasına yer verildi. Raporda "Tespit isteyenin tahliyeye zorlanmasının, kantin ve kafeteryanın karşısına yeni yapılarak açılan 29 No'lu çarşı binasına öğrencilerin zorunlu olarak gitmelerini sağlamak için olduğu görüş ve kanısındayım" denildi.

Seyyar çay ocakları açtılar
Öğrenciler de boş durmadı. Rektörlük 'hijyen' dese de asıl nedenin kampüs merkezindeki BAM'ın işlerini artırmak olduğunu savunan üniversiteliler, kampüsteki fakülte ve yurtların önünde açtıkları seyyar çay ve kahve ocaklarında 3 bin imza topladı. İmza ve dilekçeler, 'Kantin istiyoruz', 'Tüccar rektör istemiyoruz' sloganları ile rektörlüğe yürüyen öğrenciler tarafından 9 Mart'ta üniversite yönetimine sunuldu. Dilekçelerde, her fakültede kantin olması ve kapatılan kantinlerin açılması istendi.

Şikâyet çok, yanıt yok
Kampüsteki her fakültede ve yurtta kantin olmasını savunan öğrencilere göre kampüs merkezinde açılan, lokanta, kafe ve mağazalar kompleksi BAM, birçok fakülteye uzak. Ayrıca bu işletme, diğer kantinlerin birer birer kapatılmasının ardından kampüste bir 'tekel' konumuna gelecek.

Edebiyat Fakültesi'nden bir öğrenci çay için servise binmekten şikâyetçi: "Kapatma kararından sonra fakültelerin dışında küçük büfeler açmaya başladılar. Edebiyat'ta 6 bin öğrenci var. Çay için kışın soğuğunda, yazın sıcağında büfelerde sıraya girmek zorundayız ya da 10 dakikalık aralarda BAM servisine binip çay alıp geri geleceğiz..." Biyoloji Öğretmenliği Bölümü'nden başka bir öğrenci fakültede ders aralarında oturabilecekleri, sohbet edebilecekleri kantinler istediklerini söyledi. Ancak ne bu şikâyetlerin iletildiği rektörden ne de yardımcılarından yanıt alınamadı.

15 Aralık 2006

Sen bir atasözü olsan, ben de bir deyim

Az önce buradan It's not over untill the fat lady sings deyimini öğrendim. Aslında bazı İngilizce konuşulan filmlerde duymuştum ama tam anlamamışım demek ki. Ne güzelmiş değil mi? 'Şişman kadın şarkısını söyleyinceye kadar gösteri devam eder' gibi bir anlamı var. Veya, bize adapte edilerek 'assolist sahneye çıkmadan gösteri bitmez' olarak da çevrilebilir.

Annem çok meraklıdır atasözlerine. Bildiği bütün deyimleri veya atasözlerini tam yeri, tam zamanında kullanır. O söz yerine ne söylesen hafif kalır, öyle bir yoğunluğu vardır atasözlerinin ve deyimlerin. Benim hoşuma giden de bu zaten.

İlginç olanlardan aklımda kalanlar şöyle:

- Sac kızdı, hamur tükendi; gelin akıllandı, ömür tükendi. (Acıklı gibi sanki.)
- Ben derim Emine, sen anlarsın .mına! (Bunu babaannem çok sinirlenince söylerdi.)
- Bir kolumuzun altı kaldı edilmedik. (Bunun aslı s.kilmedik olacak, bu yumuşatılmış hali.)
- Eşeğin aklına karpuz kabuğu sokmak. (Şapşal eşek.)
- İşkilli büzük cingilder. (Küçükken babama bunun anlamını sorduğumuzda 'gel bana tecavüz et demek' demişti:))
- Soğuğa sormuşlar 'nerelisin' diye, 'aslen Erzurumluyum ama Afyon'da otururm' demiş. (Of, fena halde doğru!)

Bir de, sürekli anlatılan fıkraların son cümleleri de artık deyim gibi olmuş. (Ya tutarsa gibi.) Örnek vereyim:

- Benim ne ettiğimi bildiğim mi var? (Kadın, kocasının ölümünün üzerinden daha bir hafta geçmeden başka bir adamla evlenme hazırlığına başlar. Çevredekiler şaşkınlıkla 'nasıl olur' deyince o da 'aa, benim üzüntüden ne ettiğimi bildiğim mi var yavrum?' der.)

- Menfaatine yavrum menfaatine. (Bu yaşanmış bir hikayeymiş. Yalvaç'ta çok küfür etmesiyle meşhur Ali Ağa diye biri varmış. Bir gün, adamın biri kahvede Ali Ağa'ya karısının ve annesinin bir olup ona evi dar ettiklerini anlatıyormuş. Adam anlattıkça Ali Ağa küfrediyormuş; hay ben senin avradını... hay ben senin ananı... diye. Adam neden sonra duruma uyanmış. 'Hop Ali Ağa' demiş, 'sen benim anama avradıma küfrediyorsun yahu!'. Ali Ağa'nın cevabı: 'Menfaatine yavrum, menfaatine')

Son olarak anlamından çok söyleniş tarzına bayıldığım sözler var. Yeri gelse de kullansam diye can atıyorum.:

- Katranı kaynatsan olur mu şeker? / Cinsini s.ktiğim cinsine çeker. (Of, süper!)
- Keçinin olmadığı yerde koyuna Abdurrahman Çelebi demek. (Düşünsene, koyuna Abdurrahman Çelebi diyorsun. Her seferinde gülüyorum ya.)
- Abdülhamid devrinden kalmak. (Babam bunu 'Abdülamit' diye söylüyor, çok zevkli oluyor.)

Ha bir de 'tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş' atasözüne, 'Tencere- kapak ilişkisi' şeklinde gönderme yapanlara sinir oluyorum. İlişkiymiş, tencere ve kapak len onlar! :)

14 Aralık 2006

Ben de Tüketiciyim: Erol Kundura da huzur verir!



"Sahiller hep huzur verir, Erol Kundura'da siz müşterilerine daima güven ve kaliteli hizmet verecektir."

Erol Kundura'nın dillere destan(!) web sitesindeki 'vizyon-misyon' sayfası açıldığında karşıma çıkan 'şeyi' üstte görüyorsunuz. Resmin altındaki yazıya hiç dokunmadım, orjinalini bozmaya gönlüm elvermedi.

Berfu'nun, aldıktan sadece dört ay sonra tabanı 'yarılan' botunu kendi içlerinde bir yerlerde kaybederek (tekrar ediyorum: kaybederek), yaklaşık bir sene boyunca 'müşteriyi aptal yerine koyma' yöntemiyle oyalamaya çalışan bir firmadan daha fazlasını beklemezdim zaten. Benim anlamadığım, Erol Kundura'nın kafamdaki konumunun kaliteli markaların yanında oluşu. Zaten bu yüzden çok kızıyorum.(Ürünlerinin fiyatı da -hangi akla hizmetse- o markalarla eşdeğer.)Berfu'nun başına gelen olay olmasaydı bile bu free-server, bol pop-up'lı siteyi gördükten sonra da fikrim hemen değişirdi gerçi.

Birdenbire dünyada 'Erol Kundura marka ayakkabı giymeyenler na böyle olsun' modası başlasa bile onlardan ayakkabı almam. En kısa zamanda kendilerine gelmezlerse, pek önemsemedikleri tüketicileri ayaklarını yere basmalarını sağlayacaklardır eminim - hem de kendi ürettikleri ayakkabılarla. :)

Dipteki Not: Berfu ne botunu geri alabildi, ne de parasını. Haksız değilmişim değil mi?

Dipteki Not 2: Az önce Milliyet'in bu sayfasında bulduğum bir haberi de yapıştırayım hemen buraya. Yuhannes.

Erol Kundura'dan çıplak ayaklı geline tazminat

Düğün gecesinde ayakkabılarının topuğu kırılan Yaprak Çağıran, Erol Kundura'ya karşı açtığı davayı kazandı. Mahkemenin biçtiği 7.5 milyon lira tazminatı Yargıtay da onayladı.
3 yıl önceki düğününde Erol Kundura'nın azizliği yüzünden adı "çıplak ayaklı gelin"e çıkan Yaprak Çağıran, sonunda mağazayı mahkum ettirerek muradına erdi.
İzmirli Çağıran ailesi, kızları Yaprak'ı 1994'ün sonunda telli - duvaklı gelin etmişti. Gelinin annesi ve babası bir aksilik çıkmaması için herşeyi önceden düşünmüşlerdi. Ama hiç beklenmedik birşey oldu. Asıl ününü gelin ayakkabılarıyla yapmış olan Erol Kundura'dan alınan gelin ayakkabıları, düğün gecesinin hemen başında topuğun tabanla birleştiği yerden kırılıverdi. Hem de ikisi birden!
Gelinin babasının ve garsonların topukları tamir etme çabaları sonuçsuz kalınca, gelin hanım sonunda çareyi ayakkabıları ayağından fırlatıp, geceye çıplak ayakla devam etmekte buldu. Gerek kendisi gerek ailesi, konuklara karşı mahçup olmuşlardı.
Düğünden sonra Çağıran ailesi ayakkabıların parasını geri almak istemişti. Ancak Erol Kundura ayakkabılarda üretim hatası olduğunu kabul etmiyordu. Olay sonunda köşemize yansımış ama mağazanın tavrı değişmemişti.
Ancak bu olayı bir tüketici olarak içine sindiremeyen Yaprak Çağıran, düğün gecesini mahveden Erol Kundura'dan davacı olmaya karar verdi. 1995'in kasım ayında manevi tazminat davası açtı. Ve geçtiğimiz günlerde de davayı kazandı.
Okurumuzun avukatı Atay Eyiçıtak'ın köşemize yolladığı mahkeme kararından anlaşıldığı üzere bilirkişi raporunda ayakkabıların yapımında kullanılan çivilerin kısa olduğu bildirilmiş. Davacı tarafın olaydan duyduğu üzüntüyü de dikkaten alan mahkeme, Erol Kundura'yı 7.5 milyon lira tazminat ödemeye mahkum etmiş. Karar Yargıtay'ca da onaylanmış.
Mahkemenin belirlediği tazminat 3 yıl sonra yeni bir ayakkabı almaya bile yetmiyor olsa da, Çağıran ailesi için zaten önemli olan, haklılıklarının yasalarca da teslim edilmiş olması.

13 Aralık 2006

Ayakkabı, Sadece Ayakkabı mıdır?


Shoes

When you're young
a pair of
female
high-heeled shoes
just sitting
alone
in the closet
can fire your
bones;
when you're old
it's just
a pair of shoes
without
anybody
in them
and
just as
well.

Charles Bukowski

Gençken
bir çift
yüksek topuklu
kadın ayakkabısı
tutuşmasına yeter
kemiklerinin,
öylece duruyor olsa bile
dolapta;
yaşlanınca
sadece
kimsenin giymediği
bir çift ayakkabı
oluverir
aslında olduğu gibi.


(Çeviri bana ait, özellikle son kısmı atmeyşın oldu biraz.)

Ayakkabı, sadece ayakkabıdır. Gömleğin sadece gömlek, yüzüğün sadece bir yüzük olması gibi. Ta ki birine ait oluncaya kadar... Yüzük gibi nesnelere yüklenen anlamlar artık çok bilindik. Ben ayakkabı ve terliklerden söz etmek istiyorum. Annesinin ölümünden sonra onun terliklerini öpen birinden bahseden bir şiirin o kısmını okurken hala gözlerim dolar. Hem de her seferinde. (Daha sonra buraya da yazarım o şiiri.)

Evlerin içinde ayakkabıyla dolaşılmayan bir kültürden geldiğim için ev terliği çok önemlidir benim için. (Evdeyken, dışarıda giyilen ayakkabılarla takılanların daha üst sosyo-kültürel bir gruba ait oldukları gibi bir izlenim var. Gerçekten daha kolay olduğunu düşündükleri için giyenler dışında, bence bu saçma bir batı özentiliği. Sokakları ne kadar cillop gibi olsa da -ki sokak bu, ne kadar olabilir- yatıncaya kadar aynı ayakkabılarla dolaşmak pis bir alışkanlık. Koltuk altlarını almamalarına özenmek gibi bir şey bu.) Benim için de, özellikle annemin terliklerinin ayrı bir yeri vardır hayatımda. Annem bir terliği senelerce giyer. (Hepsi de mutlaka Ceyo'dur ayaklarda sorun çıkmasın diye.) Bu yüzden, o terliği görmek benim için annemi görmek gibidir. Eğer okuldan eve geldiğimde terlikler sahipsizce merdivenin kenarında duruyorsa bilirim ki annem evde değildir. Çünkü annem ve terliği, bizim ev sınırları içerisinde asla birbirinden ayrı olmaz. Annem uzak bir yerlere gittiğinde, onun boş kalmış terliğini gördüğümde daha bir çok özlerim onu. Belki de o şiir bu yüzden beni bu kadar etkiliyor, çünkü çok gerçeğe yakın benim için.

Son on gündür vaktim ayakkabı hakkında en fazla bilgiyi öğrenmeye çalışmakla geçiyor. Şimdiye kadar ayakkabı yapımını anlatan bir sürü kitap okudum ve fabrikayı, ar-ge'yi, orayı burayı gezdim. (Durmadan reklam hakkında konuşurken birden ayakkabıya dönmemin sebebi budur, kaptırdım yine.) Bugün nedense elim hep "ayakkabı kültürü"ne gidiyor. Bin yıllardır ayakkabıya yüklenen anlamı öğrendikçe ağzım açık kalıyor. Sonra dönüp, kendime, çevremdekilere bakııyorum. Herkes farkında olmasa da çok önemli bir anlamı var aykkabının. Bunları daha sonra anlatırım. Ama on dakika içinde tam 27 tane, içinde 'shoes' sözcüğü geçen şarkı buldum desem yeter sanırım. (Bu arada ablamın mail attığı, Nancy Sinatra'nın, daha sonradan Jessica Simpson'ın coverladığı These Boots are Made for Walkin' şarkısını dinlemenizi tavsiye ederim sayın evahalipisi.)

Biraz dağınık bir yazı oldu. Kafam da öyle olduğundandır. Kısa sürede sıfırdan başlayarak çok fazla şey öğrenmk, sonrasında bir kafa toparlamasını şart kılıyor. Bebeklerin salak gibi olmalarını hoş görmek gerek. :)

12 Aralık 2006

İstanbul Elinden Öper



Burada bu fotoğrafı gördüm. Büyülendim. Sizinle paylaşmadan edemedim.

Evet, İstanbul'u özledim. Hem de çok. Sanki bir insanı, aşık olduğum birini özler gibi... Yüz vermiyor ki gidince de, gösteriyor da vermiyor. :)

Dünyanın 8.harikalarından birisi sayılan Ayasofya, Sanat Tarihi ve mimarlık dünyasının 1 numaralı yapısı hüviyetindedir. Bu yaşta ve bu ebatta zamanımıza gelebilmiş ender eserlerdendir. Orijinal adı Hagia Sofia olan, Türklerin Ayasofya dedikleri yapı yanlış bir şekilde, Saint Sofia olarak bilinir... devamı için>>>

Hayatın Telvesi

Biraz sulu bırakacaksın ki, falın güzel çıksın. Öyle daha kapatmadan kaskatı kalmışsa telve fincanın dibinde, en tşklı falcıdan bile iyi bir fal bekleme.

Her ne kadar ne ettiğini bilmez bir görüntü çizsem de kafamdaki Deniz'in üzerine, kıvam tutturmada pek fena değilmişim. Zira reklamcı olmaya çalışırken reklamveren oldum. İyi mi oldu? Fevkalade oldu, şahane oldu! Çünkü şimdi anlamaya başladım 'müşteri'lerin, bizim gözümüzden ipe sapa gelmez olarak görülen davranışlarını. Bundan sonra tekrar reklamcılığa dönmeye karar verirsem tam teşekküllü bir eleman olacağım kesin.

Eh, fincanın sapa yakın yerlerinde (iç dünyayı simgeler) güzel şekiller var son günlerde. 'Üç vakte kadar beş' olacak galiba. Hadi bakalım.
;)

8 Aralık 2006

uzun zaman olur ki...

geçmis zamanlara rivayet halinde hiç degilim
di'li geçmis zamanı sevmiyorum, bunu anladım.

biten bir sey beni bırakmalı, pesimi bırakmalı bunu da anladım
küçüğüm daha...

aklımda bir şarkı var dönüp duruyor..
deniz yüzünden o şarkı aklımda.
gecen hatta arayıp deniz su sarkıyı kim söylüyordu?
seneler geçmiş, bir anda aklıma geldi, söyleyip duruyorum dedim...

şimdi siz ne ki o sarkı diyeceksiniz?
inat değil mi söylemeyeceğim.

babam hep der: bizim aile de bir inat var ki bitmez..
bizim ailenin kuyruğu diktir kedi gibi:)

neyse fazla kasmayayım..
bora öztoprakmış, seni seviyorum şarkının adı

deniz denen şahsiyet meğer şarkıyı yanlışlıkla indirmiş
bende onlardayken görmüşüm
ne eski ya bu şarkı, ne güzeldi demişim...

hatırlamıyorum gerçi...
deniz hatırlattı..

neyse kac gündür söylüyorum paso...

2 Aralık 2006

Girilir amma Çıkılmaz

Hani,'aklına girmek' diye bir deyim vardır ya. İşte o deyim benim omuzlarımın üstünde somut halini buluyor. Aklıma girmek çok kolay benim.
'Ay keşke şöyle yapsaydın sana daha çok uyar; a, niye öyle bir karar verdin sana hiç uygun değil; neden o çocukla çıkıyorsun halbuki ne kadar güzelsin (o güne kadar kimse söylememiştir ama); sen öyle süpersin, sen böyle acayipsin' vesaire vesaire.

Bunlar benim aklıma giriyor işte. Aklına girmesenize çocuğun ayol! Kerane aklı gibi oldu mübarek. Yalnız, giren çıkmıyor o ayrı. O akıl nasıl bir şeyse artık (yuvarlak mı köşeli mi bilemeyeceğim) girenler bir köşede duruyor öyle. Sonra olmayacak zamanda 'ama bir dakika, bu bana uymazdı, olmazdı' falan diyen iç sesler olarak karşıma çıkıyorlar.

Girift girintiler var aklımda, bir süre için girmelere kapatılmıştır. Dank! (kapı kapanma sesi).

Biterken: Hooverphonic- Tomorrow çalıyordu.
(Esin Özbek'i taklit etmek bile güzelmiş :))