20 Aralık 2007

"Nothing important happened today"


İlkokulda defterlerin arkasına önüne, hayat bilgisi kitaplarının orasına burasına çiziktirdiğim abuk sabuk şeyleri saymazsak, ilk “defterimi” sanırım 14 yaşında tutmaya başladım – ki bu tarih İpek Ongun’un Yaş Onyedi felan gibi kitaplarını okumaya başladığım zamana da tekabül eder. Bilen bilir, o zamanlar bize- yani meeeemur çocuklarına öyle cicili bicili defterler alınmazdı. Hatta okullar açılmadan bir hafta önce babayla ve diğer kardeşlerle çıkılan okul alışverişinde her şey oldukça nizami yürürdü. Matematik için 120 yaprak kareli harita method, İngilizce icin 100 yaprak çizgili vs. şeklinde babam bir bir lazım olan şeyleri aşırıya kaçmadan ve tastamam yetecek şekilde alırdı. Defterler için özene bezene seçilen parlak renkli ışıl ışıl kaplara şindi hiç geçmeyeyim, başka bir yazının konusu olsunJ
Velhasıl günlük tutmaya karar verdiğimde en büyük sorunum “fakat hangi defter” oldu. Evde böyle iyyyyrenç turuncu gibi bir rengi olan ve her nedense kare, evet bildiğin kare bir defter buldum. Dışı kare olduğu gibi içi de kareli olan bu defter yaklaşık 80 sayfa falandı ve çok çirkin görünüyordu.

Neyse efendim, her akşam okul sonrası akşam yemeği yenip de ders çalışmak için odama çekilir çekilmez defteri alıp yazardım. Bir de her ne akla hizmet, zaten küçücük olan satırlarda hiç satır atlamadan yazmaya kastığım için defterin içi karınca duasına benzemekteydi. Üstüne üstlük bir de herkes için (kendim dahil) takma adlar kullandığımdan (hani takma ad kullanınca anne okusa da çakmayacak hesabı) “Sırık, Esmer, Mavi” gibi ünvanlarla dolu olan göööyaaa oldukça trajik/romantik/duygusal olan bir kısım yaşantı okuyana iyice ebleh görünmekteydi (-miş. O vakit bunu idrak edecek kapasiteden yoksundum sevgili okur).

Mütemadiyen 14 yaşında hoşlandığım – hatta Burcu’yla müşterek hoşlandığımız- çocuktan bahsettiğim bu defter, satır aralarını gayet tutumlu kullanmamdan ötürü 15 yaşında da yastığımın altında kaldı. 15 yaşında bir önceki sene yazdıklarımı okuduğumda neler hissettiğimi dün gibi hatırlıyorum. O hoşlandığım çocuk yok efendim dün başka bi kıza “pışt” demiş, yok saçımı çekmiş, yok şuraya gidelim demiş. Ben bi üzülmüşüm bi sevinmişim. Bu iş olmicek diye dertlenmişim, adeta mahvolmuşum. En komiği de sinirlendiğim şeyler. Şu anda okuyunca “len sen de boş şeylere üzülmüşsün be yavrucum” dediğim olaylar, 14 - 15 yaşlarında acaip hayati işlermiş meğerJ

Devam edelim. Liseye geçtiğim sene defter bitince, 16 yaşında (1996’ya tekabül etmekte) evde “allllammm nerelere akıtmalıyım içimdeki bu buhranları lan, sorarım size” diye dolanırken 1978 yılından kalma bir ajanda buldum. Yumuşak siyah deriden olan bu ajandanın üstünde “BOTAŞ” yazılıydı ve ben daha o zamanlar botaş motaş bilmemekteydim. Benim için en önemli olan şey yaprakların bej rengi ve ince olmasıydı. 1978 yılına ait olması ise ayrı bir heyecan kaynağıydı. En güzeli ise, ilk sayfasında annemin el yazısı ile “Moda, Çiçek / H. Ünal” yazıyordu. Ve ikinci sayfası yine annemin el yazysıyla “Malzeme: Yaprak Yeşili” diye devam ediyordu. İkinci sayfadan sonra yaklaşık dört sayfalık boşluk vardı ve beşinci sayfadan sonra bu sefer babamın el yazısı ile, akraba ve tanıdıkların isimlerinin yazılı olduğu 80 maddelik bir liste üç sayfa boyunca devam ediyordu (Sanki düğüne çağrılacak davetli listesi gibi ve fakat 77’de evlenen sefkili anne ve baba neden 78’de bir liste yaptılar???). Listeden sonra tekrar dört sayfa boşluk ve sonrasında iki sayfa boyunca yazmayı yeni öğrenen bir çocuk adamasmaca oynamış. Ve en nihayetinde 96 yılında deftere benim elim uzanmış. Bu defter benim hala kıymetlimdir. 17 yaşıma kadar rüyalar, okuduğum kitaplardan alıntılar, gittiğim filmler, fimlerde söylenen ve benim hoşuma gitmiş olan şeyler ya da sadece filmdeki bir sahneyi keyifle anlattığım bu defter bitmeye yüz tutunca çok üzülmüştüm.

Sonra lise-3’te üzerinde “ArtDeco: Hobi / Kumaş Boyaları. Pırıltıl Renkli Metalik Kabaran ve Yüzlerce çeşit” yazan kahverengi bir ajandaya geçtim (Hatta sanırım bunu bana Bengi verdi. Bilemedim bak şimdi). Ajandanın başına şunu alıntılamışım: “Ne varsa yarım kalmış, geleceğindir/ Bir kez girilmiş sokaklar / Açılmamış kapılar”. Şimdi düşününce lise sonun belirsizliklerle dolu halet-i ruhiyesinde, bu cümlüler yerine çok güzel oturuyor. Defteri lisede kullandığım gibi ODTÜ’ye ilk geldiğim sene de kullandım. Deftere yazdığım son not “Lacivert elbise.... 2 Haziran ‘99”. Hmmmm lacivert elbise? İnanın şu an hiçbir çağrışım yapmıyor ama oraya yazacak kadar kıymetli bulduğuma göre benim için o ara oldukça anlamlı bir cümleymiş.

2000’de, yani bir kısmımız tarafında milenyum olarak da bilinen yıla geldiğimizde, üzerinde “FAITH” yazan, spiralli separatörlü bööle artistik bir deftere geçtim. Bu defterin başında S.Kemal Angı’dan bir not var: “şiire, acemiliğe, yolculuklara, geceye, güzel insanlara ve şaraba” . Defterin ikinci sayfası Oruç Aruoba’nın “tavşan besleyen havuç da yetiştirmelidir” sözüyle başlıyor ve tavşan üzeründen yaptığı metaforik bir kısım şeyle devam ediyor. Benzer şekilde, o ara içinde bulunduğum sevgililik hali nedeniyle “tavşan” benzetmesinin benim çok hoşuma gitmesi de oldukça anlaşılır. Bu defteri de neredeyse son raddesine kadar, 2002 yılına kadar kullanmışım. Defterin son cümlesi “31 Mayıs 2002 Yazdan bir gün önce” .

2001-2003 arası bir rüya defteri tutmuşum ama içinde sadece 15 rüya var.

2001-2003 arası bir de öykü defteri tutmuşum ve içinde sadece beş öykü var.

Sonra 2003’te çalışmaya başladım ve herşey neredeyse “bitti”. O tarihten sonra iki defterim oldu ve her ikisini de “yeni bir başlangıç yapıcam ben” diyip bir kenara attım. 2005’te bir Moleschino’m oldu. Naif bir hediye. Oraya aklıma gelen öykü parçacıklarını, tatil notlarını yazdım. Eski ajandalarımın dörtte biri boyutunda olan bu minik defterin ise ancak sekizde birini kullanmışım.

İşte benim “defter” hikayem. Geçen hafta, Ozan’ın üç aydır vitrinden kesip durduğum bordo rugan ayakkabıları bana hediye ettiği gün, İNCİ’den çıkıp alt kattaki kitapçıya girdik. Ve belki bordo ruganın da etkisiyle bordo kaplı çok güzel bir defter beğendim. Almamak mümkün değildi. Bana böyle olur zira. En çok yazı yazdığım defterlerin hepsinde aynı şey olmuştur daha doğrusu. Kağıdın kokusundan mı, yaprakların renginden mi neden bilinmez... “Dört senedir kaybettiğin düzenli yazı yazma alışkanlığını bu defterle tekrar kazanabilirsin kızım” dedim kendime. Ama beş gündür hala tek bir çizik bile atamadım üstüne. Bu o kadar üzücü ki. Eskiden yazdıklarıma bakıyorum; daha çok okurmuşum, daha çok gezermişim, daha çok izlermişim ve en önemlisi daha fazla heyecanlandırırmış beni herşey. Şimdi, hep bir koşturmaca...İş ve doktora...Varsa yoksa raporlar ve makaleler. Bana ilginç gelen hiçbirşey kalmamış artık diye korkuyorum. Görüyorum ki bu koşturmacada “gerçek” olan ve beni ben yapan herşeyi bir tarafa itmişim...Keyif almayan, düşünmeyen, ne çok dertlenen ne çok sevinen bir insan olmuşum.

Ben üretken ve meraklı olduğum zamanlarımı geri istiyorum. Söylenecek fazla birşey yok. “We’ll see”. Evet.

1 Aralık 2007

wax poetic konseri: bir kulak zarı hezimeti & sivri burnun hesaplanamaz gerçekliği

Evet, Deniz'in de asagidaki yazıya yazdigi super yorumda belirttiği gibi, geçen pazartesi Wax Poetic konserine gittik. Pazartesi sabahı işe gelmemle birlik mail box'ımda "wax poetic konseri" subject'li bir kısım mail buldum. Festivallerin takipçisi, müzük arşivimizi günden güne kabartan, yeni grup keşifleriyle gönüllerimize taht kuran Deniz, sadece, evet sadece 12,5 YTL'ye ODTU Kultur Kongre Merkezi'nde (KKM) Wax Poetic'i dinleyebilecegimizi müjdeliyordu. Google'a girip 30 saniyelik kısa bir tarama yaptıktan sonra wax poetic'i gidilesi görülesi bulmuş olduğumdan mütevellit "reply all" yaparak cuma gününden beri dönen mail trafiğine dahil oldum: "Haydin gidelim len" dedim. Ve fakat icimizde "acaba biletler bitmis olabilir mi ki, neden bitmesin ki, super konsere gidiyoruz bitmiştir çoktan ki" gibisinden bir korku da yeşermeye başlamıştı (sadece umutlar yeşerebilir, korku yeşermez diyen ukela okuyuculara henüz verebilecek hazır bir cevabım yok).


Neyse. Bu korkularımızı dindirebilmek adına Deniz ODTU KKM'yi arayıp bilet vaaaa mı? diye sormuş. Adam "var" demiş. Deniz " o zaman rezervasyon yaptırmak istiyorum" demiş. Adam "öyle bişi mümkün diil, ama zaten bilet vaaaa, rahat olun" demiş. Fekat biz rahat olamadık ve Ozan'ın hamlesiyle biletix üstünden aldığımız biletlerle yerlerimizi garantileyerek akşam olana kadar "yaşasın yerimiz var bizim, ayakta kalmicez, yehuuu" diyerek huşuu içinde çalıştık.

Ama bilin bakalım ne oldu? Konser meğer KKM'de ortalık yerde olacakmış. Salonlarda olmicekmiş. Yani bilet bulamamak gibi bişi katttttiyen söz konusu değilmiş. Buna ilk başta sevindik aslında, zira koltuklu moltuklu konserlerde oynanmıyo, anca oturduğun yerde omzunu sallayabiliyosun ya da ayağınla tim tim prımmm diye ritim tutuyosun o kadar. Hahhhh dedik, şimdi biz bi döktürürüz bi döktürürüz. Ve fakat, 5 metreye 100 metre genişliğinde olan hoparlörler, KKm'nin ortalığının akustik bir yer olmayışı ve bilinçaltımızda oynaşan "tikkat içerdeki ses düzeyi kalıcı duyma bozukluğuna yol açabilir" uyarıları nedeniylen konserden zevk almak pek mümkün olmadı. Aslında çok üzüldüm, zira bu kadar süpersonik adamı bir arada bi daha ne zaman görürüm bilmiyorum. Adamlar da duruma bir hayli gıcık oldular, sürekli söylendiler. Muhtemelen Türkiye'de verdikleri konserler içinde çalarken en az eğlendikleri bu olmuştur:/ Yine de buradan İlhan Erşahin, Otto, Jey-lal (galiba) ve diğerlerine sefkileriizi gönderiyoruz.

Son olarak, her konserde olduğu gibi bu konserde de enteresan bir durum yaşadım. Deniz ve arkadaşlarını kapıdan almış, hızlı hızlı Gülsen'in bizi beklediği sahneye yakın yere doğru giderken birinin ayağına bastım. Aslında basmamak mümkün diildi, zira kadıncağız sivri burunlu ayakkabı giymiş, dolayısıyla benim mevcut "world-knowledge" kadın ayağını mesela bir 12 cm-15 cm arası bilirken, sivri bırın eklenince uzayan ayağı hesaplayamamam normal değil mi? Tamam bazen (! bu konuda yorum yapman yasak Ozan) önüme bakmadan yürüyorum ama, yine de buseferki olayda bence sivri burnun etkisi azınmsanamayacak kadar büyük. Neyse ben ayağına bastığım kadından özür dilemek üzere ağzımı açmaktaykeyn kadın " ama Berfucum olmuyor ki, ayağıma bastın " dedi. Ben bir taraftan "çok özür dilerim, ay pardon pardon" gibi vikviklenirken bi taraftan da hafızamın engin bahçelerinde kadını hatırlamaya kasıyordum. Zira kadın adımı biliyordu, cim'li cum'lu berfucumlu konuştuguna göre yakın olmalıydık; ve fakat mevcut database'imde kesinlikle bu yüzü doğrulayabilecek bir veri yoktu. İşin kötü tarafı ben özür diledikçe kadın "aman zaten kimse önüne bakmıyor ki. Herkes basıp basıp özür diliyor" gibisinden ağzıma sıçmaya devam ediyordu. Ben de artık daha fazla aşağılanmaya maruz kalmamak için son bir özür cümlesi kurarak "ahan da Gülsen, demek burdasın" diyerek oradan uzaklaştım. Sonra bi yarım saat bu kadın kim yalebbbbim kimmm? diye feryat ettim. Aklıma 8 sene önce ODTÜ'ye ilk geldiğimde yarım dönem okuduğum hazırlık sınıfındaki hocadan başka kimse gelmedi. Çiğdem Hoca. O da, yüzünü hatırladığım için değil sadece ikisinin de birini azarlarken ki vurguları tıpatıp aynı olduğu için. Şimdi, inanın, konserdeki kadın benim hazırlıktaki hocam mıydı değil miydi bilmiyorum. Ama eğer oysa, kendisine buradan saygılarımı sunuyorum. Böyle hafızayı herkese nasip etsin yüce labbim. Evet.