31 Ocak 2007

Ben de Tüketiciyim III: İş Bankası Sabrımı mı Sınıyor ne?

İş Bankası iyidir, hoştur. babamın bankasıdır. Ama internet ve telefon bankacılığı gibi gelişmelere belli ki pek fazla uyum sağlayamamış. Şu bir haftadır çektiğimi ben bilirim. Bir kere, internet kullanımında çıkmaz yollar var. (Cep telefonu numaramı değiştirmem için şifremi değiştirmem gerek, şifremi değiştirmek için telefon numaramı değiştirmem gerek, ve bunun gibi daha bir sürü şey.) Telefon bankacılığı desen, felaket. Hep bana mı öyleleri denk geldi bilmiyorum ama müşteri temsilcileri, neredeyse terbiyesizce bir sabırsızlık içindeler. Sonuçta bankanın içinde bulunan sensin, işlemleri bilen sensin. Derdimi doğru düzgün ifade edebilmem için bile bana zaman tanımazsan, sözümü kesersen bana nasıl yardımcı olacaksın afedersin? Hadi derdimi anlatamadım diyelim, ki bu kadar kafa karıştırıcı şeyler olduğu düşünülürse kuvvetle muhtemeldir, senin beni anlamaya çalışman gerekmez mi hıyar oğlu hıyar? Yahu, şöyle telefon başında sinirlenip bağırıp çağırabilen tiplerden olmayı çok isterdim, mis gibi. Hem de haklı olurdum. Görüldüğü üzere sabrımı taşırdılar. Şubat'ın başında maaşımı alır almaz İş Bankasındaki internet hesabımı falan kapattıracağım. Yalvaç'la veya Yiğit'le ilgili bir şey olmazsa herhangi bir işlem yapacağımı, tek kuruş yatıracağımı da zannetmiyorum.

Garanti'de de hesabım var, hem internetten hem de telefondan en karmaşık işlemleri tıkır tıkır yapıyorum. Eblek olan ben miymişim acaba? Hem ben çok seviyorum Garanti'yi, canım benim. Marka olarak çok başarılı, arkasındaki hizmetler de bunu destekleyinde tadından yenmiyor. İnternette işlem yapıyor çıkıyorsun, senin için küçük bir pencere açılıyor: Bir gülen surat çıkıp "internet şubemizi kullandığınız için teşekkür ederim' diyor. Ay yerim ben seni yeşil kafa! :) Telefonda konuşuyorum, uygar insanlar tatlı tatlı soruyorlar, tam kapatacağım 'e biraz daha yardımcı olsaydık keşke' diyorlar. Oh be diyor, ferahlıyorum. Özel banka gibisi yok. Hele ki İş Bankası'ndan sonra cennet gibi geliyor Garanti. He he, o kadar övdüm, mutlaka bir zorluk yaşarım ben şimdi. Ama eminim hallederler hemen. Sinirimi bozmazlar.

Galiba Garanti Bankası'ndan hoşlanıyorum. Yarından tezi yok gidip çıkma teklif edeceğim. Acaba kabul eder mi?
:)

30 Ocak 2007

Ben de Tüketiciyim II: Ondan Bundan Notlar

Hacı Şakir her zaman sabun üretsin. Şampuana falan hiç girmesin. (Ama girdi bile malesef.) Hatta farklı fiyatlarda, farklı çeşitlerde bir sürü ürünü olsun. Mesele çok lüks, estetik ve sağlıklı bir sabun yapsın; hediye olarak götürelim. Sıvı sabunu sevmiyorum. Klasik sabun kadar sağlıklı değilmiş gibi geliyor bana. Katı sabun alışkanlığını, en azından evlerde, geri kazandırma misyonu yüklensin. Bence en güzel ürünü olan klasik banyo sabununu lüksleştirsin. "Canım Hacı Şakir, gönül adamım, nostaljik romantiğim benim" diyelim. Her şeyin en iyisini bilen huysuz dedemiz de olabilir, Hacı Dede veya Şakir Dede. O da güzel. O kadarını kendi bilir artık.



Bizim evin yakınındaki Canerler isimli market geçen sene Kiler oldu. Canerler iken içki satmaz, kasiyerlerini kapalı kızlardan seçerdi. Kiler olunca bunlar pek değişmedi. Ama bir ara baktım, bisküvi rafında NEGRO yok! Bir Negromania olarak hemen gittim görevliye sordum. Bana "biz artık ETİ satmayacağız, sadece ÜLKER satacağız" dedi. Ben de "o zaman biz de ETİ satan yerlere gideceğiz demek ki" dedim. Bence, bunu diyen bir ben olmamışım. Çünkü bir ara kaldırdıkları ETİ ürünlerini tekrar raflara koydular. Belki sadece Bahçeli’de böyledir. Ama hala biraz yok, hala şarap yok.



Negromania sözü galiba biz evahalipisi sahipleri için bulunmuş. Yiğit henüz Ankara’ya gelmemişken Berfu, Beyza ,ben, Kolej’deki buz gibi evimizde, her akşam yemekten sonra Negro-süt törenleri düzenlerdik. Sonra Yiğit geldi, bu törenler devam etti. Şimdi her iki evde de hala mutlaka Negro bulunur. Ben reklamı gördüm dedim ki tamam, bunlar iç görülü reklam hazırlayalım derken doğrudan benim içime bakmışlar. Negro Manyağı deseler daha çok hoşuma giderdi ama, onu da belirteyim.


Nutella’nın reklam yapmasına ne gerek var ki? Dünyada sadece bir kişi yese bile, o güzelliği her yerde anlatacağı için yine şimdiki kadar çok satardı. Sonra da WOMM (kulaktan kulağa pazarlama) nedir ne değildir diye tartışılırken verilen yegane örnek olurdu kendisi. Ohh, Nutella...

İhlas nasılsa marka yatırımı falan yapmıyor. Çok ucuza satsın ürünlerini o zaman. Belki alırım... Yok yok, o zaman da almam herhalde. Fiili sloganı şu olsa gerek “İhlas... karizmayı çizdirmek için...”



Şimdiye kadar gördüğüm en komik promosyon motosiklet alana su sebili bedava promosyonuydu. Motosiklet alıyorsun, yanında su sebili veriyorlar. Sıcaklı soğuklu hem de. Vay be... Bu da İhlas’ın bir işiydi yanlış hatırlamıyorsam.

Sony, Ericsson’la birleşmeden önce ürettiği cep telefonlarını üretmeye devam etsin. Dört yıldır aynı telefonu kullanıyorum, ikinci el aldığım halde gık demedi. Oysa yepyeni Sony- Ericsson alan arkadaşlarım pek de memnun değiller. Elimdeki herhalde 10 yıllık falan bir telefon. O zaman böyle güzelini yaptılarsa, şimdi neler yaparlar kim bilir. Bırak şu Ercsson’u Sony, yaramadı o sana. Boş ol, boş ol, boş ol de gitsin.

Dipteki Not: Böyle notlar yazmak zevkli oluyormuş. Selim Tuncer'in bloğunda paylaştığı bu yazı ve marka ile ilgili diğer yazıları ufkumu açıyor. Bloğuma geçip bir şeyler yazma isteği uyandırıyor. Kendisine teşekkür ediyorum buradan.

27 Ocak 2007

Paketteki Hıyar

Yüksel Caddesi’nde, okulun önündeki banklarda oturuyorlardı. Sercan her zamanki gibi boş konuşuyor, Muzaffer onu geçiştiriyor, Duygu ve Zehra’ysa sınıftan bir arkadaşın saç renginden bahsediyorlardı. Herkes aynı anda konuşuyor gibiydi. Galiba öyleydi de.

Sercan: Şşt Muzaffer. Şu sokakta neler yaptık değil mi? Hani bir kere Aydın sen ben, şuradaki kitap okuyan kadın heykelinin etrafında biraları götürmüştük.

Duygu: Yok hayır, o rengin aynısından Sedef de almıştı geçen. Boyadı, aynen o renk oldu. Koleston’un ‘Mor cazibenin Kışkırtan Siyahlığı’...

Muzaffer:
Evet Sercan, hatırlıyorum. O gün bizi yolda görüp yanımıza gelmiştin. Çok iyi hatırlıyorum...

Zehra: Hmm... Ne? Ha... Kızıl gibi hatırlıyorum sanki. Ben pek bilmem zaten.

Oysa insan aklının yarattığı gerçek düşüncelerin, bazı stratejik oyunlar nedeniyle, dışarı çıkması neredeyse tamamen engellenmişti. Düşünce değilse neydi o zaman bu dört kişinin az önceki konuşmaları? Düşüncelerin allı pullu paketleniş hali mi? Bir paket kağıdı bile içindeki hediyenin en azından şeklini, büyüklüğünü gösterirdi. Küçükken, arkadaşların doğum günlerinde, içinde sadece bir tane hıyar ve buruşturulmuş gazete kağıtları olan kocaman kolileri paketleyip götürürdük hediye olarak, şaka niyetine. Konuşulanlar olsa olsa koca koli ve buruşturulmuş gazete kağıtları olabilirdi. Oysa, aslolan hıyardı:

Sercan: Muzaffer. Sen beni sevmiyorsan ben seni hiç sevmiyorum oğlum. Ama iyi çevren var işte, ne yaparsın. Hani bir gece şu heykelin orada içmiştik ya... Aslında tek derdim Aydın’ın amatör rock gruplarındaki çevrelerinden yararlanıp barlara beleşe girmekti. Yoksa ben ne yapayım sümüklü Aydın’la götü boklu Muzaffer’i. İsimlere bak, duyan bana entel dantel .mınako. Şşt Muzaffer, şu Duygu’yu ayarlasana bana.

Duygu: Şurada oturduğumuz saatler boyunca keşke sadece saç, makyaj, kıyafet ve erkekler hakkında konuşsak. Çok kasılıyorum şekerim böyle ciddi meseleler falan konuşuyorsunuz ya. Zaten aramızda kalsın, hiç anlamam öyle şeylerden. Ha bu arada, sen ne kadar zevksiz bir kızsın ya. Salaşlık mı bohemlik mi, bir tarz uydurmuşsun, serseri gibi geziyorsun böyle. Şu Muzaffer sana yazıyor gibi ya, inanamıyorum. Halbuki ne kadar hoş çocuk. Böyle kızları beğeniyor demek ki. Hmm... Dur ben bir de senin uyduruk tarzını deneyeyim. Nereden alıyorsun bunları? Kendin mi yırtıyorsun?

Muzaffer: Of Sercan. Yeter artık yahu, aktif volkanlar misali patlatacaksın şimdi beni. Oğlum, sen kendini kurnaz mı sanıyorsun? Herkes senin çıkarcı, yalaka adamın teki olduğunu bilmiyor mu sence? Tabi ya, doğru, herkes salaktı değil mi? Beraber içmişmişiz. Seni satacağız diye ne uğraştık o gün be. Ama sen beleş bilet peşinde yüzsüzlüğün dibine vurdun. Şimdi benden ne istiyorsun, kiminle tanıştırmamı istiyorsun kim bilir. Ne zaman gideceksin sen? Giderken şu Duygu salağını da götürsene. Zehra... Acaba fark etti mi? Bir baş başa kalamadık ki. Zehra, sana diyorum! Şu son bir haftadır senden başka bir şey düşünemiyorum. Sürekli bir kalp çarpıntısıyla dolaşıyorum. Çok güzelsin, öyle güzelsin ki...

Zehra: Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer, Muzaffer. Yaklaşık bir dakika önce şöyle bir gözlerinin içine doğru baktım. Tekrar bakmanın zamanı geldi. Yoksa daha erken mi? Benimle niye hiç konuşmuyor. Bir sene oldu yahu, hala fark etmedi mi? Hah, şimdi bakayım şöyle. Tamam, yeter. Aa, Muzaffer? Nasıl güzel baktın bana az önce öyle? Yok yok, her zamanki hüsnü kuruntumdur kesin. O da benden hoşlanıyor olsa ne yapar ne eder baş başa kalmamamızı sağlardı. O cesaretsiz, basiretsiz erkeklerden değildir umarım bu da. Of.

Yüksel Caddesi’nde, okulun önündeki banklarda oturuyorlardı. Sercan her zamanki gibi çıkarına uyacak arkadaşlık zeminleri hazırlamaya çalışıyor, Muzaffer Sercan'ı başından savmaya çalışarak Zehra'yı kesiyor, Zehra Muzaffer'in en küçük hareketini kaydediyor, Duygu ise olmayan karakterine yeni şekiller bulmaya çalışıyordu. Herkes aynı anda düşünüyor gibiydi. Galiba öyleydi de.

26 Ocak 2007

Bloğumuza N'oldu?

Bilmem farkettiniz mi? Biz de, birçok blog gibi, Beta olduk. Şimdilik farklı olarak sadece etiketlerimiz var. Daha fazla incelemeye vakit bulamadım. Ayrıca, çok önemli, eski hesabınızdaki sizler (Berfu, Beyza ve Yiğit) artık buraya üye değilsiniz. Bunun için bir gmail hesabı alıp, eski hesabınızdan oraya geçiş yapmanız gerekiyor. (Biliyorum, hiç anlaşılmayacak bir şekilde anlattım. Çünkü ben de tam bimiyorum, laf kalabalığına getirerek biliyormuş gibi yapmaya çalışıyorum.) Sonra yok efendim sağ tarafta sadece Deniz'in profili görünüyor, diktatör olmuş da bloğumuza el koymuş falan demeyin benim için, ayıp olur.

Bu arada bloğun, akibeti belli olmayan bir yerlere doğru sürüklendiğinin farkındasınız umarım. Ben, o günkü halet-i ruhiyetime göre, ne eserse yazıyorum. En başlarda, bloğun tarzını oluşturmak adına, aynı tonda yazmaya çalıştığım istikrarlı günler geride kaldı sanki. Eh, hiçbiriniz yoksunuz ortada, dilediğimce at koşturuyorum tabi. Oh, mazaretimi de buldum, tutmayın bundan sonra beni.

Dipteki Not: Mirkelam'ın süper klipli, yeni şarkısı Asuman Pansuman'daki "ne kadar ayıp! N'Aptın Asuman" kısmına bayılıyorum. Ne tatlı bir kalıpmış o, adam bulmuş çıkarmış. Ha, şarkının nakaratıyla son derece alakasız olan diğer bölümlerini beğendim mi? Hayır.

24 Ocak 2007

Amerikan Replikleri vs. Türkçe Replikler

Çok direndim bu yazıyı kopyala-yapıştır yapmayacağım diye, ama dayanamıyorum. Ahanda aşağıda yayınlıyorum. (Bir maille gelmişti, 10 kişiye göndermeyen ilk beş kişiden biri olduğum için blogda yayınlama cezası yedim. İşin aslı bu.)

Amerikan: Hey dostum burada bir problem mi var ?
Türk: N’oluyo lan burada ?

Amerikan: Nasıl gidiyor Mike?
Türk: Nabıyon lan?

Amerikan: Korkarım seni öldüreceğim.
Türk: Salavat getir lan!

Amerikan: Oov dostum, hiç cool olmamışsın.
Türk: Bu ne lan götüme benzemişsin.

Amerikan: Hey Steve, neden kendine bir içki koymuyorsun?
Türk: La Süleyman, kap iki bira gel bakim hemen.

Amerikan: Lanet olsun sana Christine !
Türk: Allah belanı versin Nurcan !

Amerikan: Tanrı aşkına Brad kes sesini artık!
Türk: Allahım sabır ver, sus lan yeter!

Amerikan: Aman tanrım, şimdi n’apıcaz?
Türk: Hass*ktir! Sıçtık.

Amerikan: Help me please..
Türk: Baksana lan !!

Amerikan: Ne derler bilirsin Jack, hayat beklenmedik sürprizlerle
doludur.
Türk: Valla oğlum bi söz var hani, kaderde varsa düzülmek neye yarar
üzülmek

Amerikan 1 : Dante’nin bu kitabini okudun mu Micheal?
Amerikan 2 : Aaa evet, gerçekten edebi değeri olan bir çalışma.

Türk 1 : Abi Da Vinci Şifresini okudum süper.
Türk 2 : Lan bırak! İyice entel dantel oldun başımıza.

Amerikan: Hey jery, gel pizza ye dostum..
Türk: Jery gel lan buraya, mis gibi menemen yaptık

Amerikan: FBI.... Birkaç soru sorabilir miyim?
Türk: Polisim ben. Nerdeydin lan dün, eşek?

Amerikan: (Ses çıkarmadan el işaretiyle) Sen oraya sen buraya sessiz olun.
Türk: Dalıyoruz haydaaaaaaaaa !!!

23 Ocak 2007

Kulaktan Kulağa


Bu sabah iş yerinden iki arkadaşım konuşurlarken kulak misafiri oldum.

- "Hrant Dink bir yazısında 'Türk kanı pis kandır' demiş. Valla kardeşim, eğer öyle dediyse öldürenin ellerine sağlık derim"
- "Ben de duydum öyle bir şey. Eh, öldürdülerse bir sebebi vardır elbet."

Malesef çoğumuz böyleyiz. (Kendimi de dışarıda tutmuyorum.) Birçok haber hakkında, kaynağını bulup birinci elden öğrenmek ve kendi durumumuza göre muhakeme yapmak yerine; o haber hakkında -belki hangi dünya görüşünde bile olduğunu bilmediğimiz- birinden başlayarak üçüncü, beşinci ağızdan yorumları dinleyip onlara inanmak daha kolay geliyor.

Arada ne büyük haksızlıklar yapılıyor, kimler harcanıyor kimbilir.

Bunun için, en azından bu üzücü olayda -Hrant Dink'in arkasından bile olsa- aynı haksızlığın yapılmaması için kendimce bir Hrant Dink dosyası hazırladım. Ekleriyle birlikte birkaç arkadaşa ve gruba mail attım bu yazıyı. Burada da bağlantılar halinde vereyim:

İlk olarak Hrant Dink'in 2003 ve 2004'te yayınlanmış, hakkında 301'den dava açılmış ve 6 ay hapse mahkum edilmiş (ve öldürülmüş) olduğu "Ermeni Kimliği Üzerine" isimli yazı dizisini okumak gerek.
(Burada söylenecek çok şey var ama, az önce bahsettiğim durum üzerine kendimle çelişmemek için hiçbir yorum yapmayacağım. Hatta, Dink'in yargılanmasına neden olan cümlenin altını bile çizmedim -o cümle haberlerde bulunabilir-. Çünkü yazının tamamı okunmadığında çok anlamsız bir cümle haline geliyor. Mahkum edenlerin ve öldürenlerin yanlışına düşmemek için yazının tamamı mutlaka okunmalı.)

Agos gazetesinin resmi internet sitesinde yayınlanmış bu yazı dizisine ulaşmak için buraya tıklayın.

İkinci olarak
Dink'in 301'den mahkumiyetinin ardından yapılan haberlere (Radikal gazetesinden bir haber) ve CNN Türk'te Ahmet Hakan'la yaptığı röportaj gibi kaynaklara bir göz atmak gerekiyor. Çok daha fazlası Google'da bir hamleyle bulunabilir.

Son olarak Hrant Dink'in son yazıları yine Agos gazetesinin web sitesindeki Son Yazılar bölümünden okunabilir.

Kulaktan kulağa oyunu her zaman oynanacak. Belki de insanın doğasında "araştırıp, doğrudan kaynağın kendisinden bilgi almak ve kendi muhakemesini yapmak" zorlu yolunu tercih etmek yerine, ödünç fikirlerin kolaylığına sığınmak var. Farkında olmadan bunu hepimiz, her gün yapıyoruz. Ama, bunu bazen tersine çevirebilecek olanlar da bilinçli ve eğitimli kişilerden başkası değil.

"Dink, Türk kanı pis kandır, demiş, ölmeyi haketmiş" diyenlere işin doğrusunu anlatmak, kulaktan kulağa oyununda mızıkçılık yapıp, ilk söylenen sözü doğru haliyle tekrar söylemek gibi bir sorumluluğumuz olduğuna inanıyorum.

Dipteki Not: Mail kutuma Hacettepeli grubundan, Alper Fidaner tarafından şöyle bir mail geldi. Ben ancak 8'de Kızılay'da olabileceğim için yürüyüşe katılamayacağım. (Sordum, o kadar sürmezmiş, kısa bir yürüyüş olacakmış.) Ama belki katılmayı düşünenler olabilir diye maili aşağıya yapıştırıyorum.

*Hrant Dink'i uğurlamak üzere*

Ankara'da Hrant Dink'i uğurlamak üzere, 23.01.2007 günü saat 17.00'de başlayacak bir etkinlik ve ardından yürüyüş düzenlenecektir.

Ankara etkinliğinde pankart ve flama açılmaması kararlaştırılmıştır. Etkinliğe yalnızca karanfiller, mum, meşale ve DİNK'in resimleri ile katılım rica edilmektedir.

*Tarih : 23.01.2007 Salı günü *
*Saat : 17.00Yer : Sakarya Caddesi Meydanı - Kızılay*

*Etkinlik için Sakarya Caddesi'nden Birgün Gazetesi önüne (Atatürk Bulvarı No:127) saat 18,00'de yürünecektir.*

22 Ocak 2007

Penguenler geliyor!

Günlerdir millete bu reklamı anlatmaktan helak oldum. Daha doğrusu, zaten mail yoluyla öğrenmiş olduğu halde bir de telefondan benim bu reklamı anlatışımı dinlemek zorunda kalan Berfu gibi kişiler helak oldu desem daha doğru olur. :)

İş yerinde sessizce izlemeye çalışırken gözümden yaşlar geldi.

Bu videoya bu kadar gülmemde, ablamla aramızda daha önceden geçen bir muhabbetin de etkisi var elbette. Uzaktan Uzaktan adresinde, ablamın gönderdiği "İvan Gregory Çerniçetkin'in mutsuzluklarla bezeli hayatı..." ismindeki Umut Sarıkaya yazsının altına yazdığımız yorumlardan, en sondaki ablamın koparan yorumunu burada paylaşayım:

(Ablamın Penguen dergisine aboneliğinin devam edip etmemesi hakkında konuşurken)

Penguenler geliyor da, toplu halde geliyorlar Denizcim. Mesela bir ay falan hic gelmiyor, sonra dort tane birden geliyor. Gumrukle falan ilgili bir sey olabilir, bilmiyorum. Adamlari dergiyi evirip cevirip ne oldugunu anlamaya calisirken dusunuyorum da :))) Postaci yakalamistim bir kere oyle. What the hell is this seklinde bir bakisi vardi :))

Bu arada, penguenler toplu halde geliyorlar dedim de, acayip bir cagrisim yapti. March of the Penguens diye bir film var. Dort-bes yillik falan herhalde. Acayip sevimli bir sey. Insan penguenleri izlerken aglar mi, o kadar yani.


Toplu halde gelen penguenler :) İzleyelim, eğlenelim madem.

12 Ocak 2007

Otobüs Beta oldu

Bu bir ilandır. Ya ya...

Bu blog dışında yazılar yazıp gönderdiğim sevgili blog "Otobüste", Blogger'ın betalık teklifini kabul etti. Bize ne demeyin? Yeni özellikler arasında en çok sevdiğim olan etiketler sayesinde artık benim yazılarıma ulaşabileceksiniz. Bu uzun cümlenin üzerine tıklayın, evet evet, bu cümle, doğrudan yazdıklarıma ulaşın. En son AŞTİ'de Yaşam başlıklı bir yazı yazdım, AŞTİ maceraları olanlara çok tanıdık gelecek. :)

10 Ocak 2007

Hasta la Hasta!

Bu dokuz günlük bayram /yılbaşı tatili kimseye yaramamış.
İş yerinden üç kişi, kendisi veya yakınları için tatili hasta-hastane-doktor diye diye geçirmişler.
Beyza'ya virüs girmiş. 40 dereceye varan yüksek ateşle, çok afedersin, cır cır cır olmuş.
Yalnız ben gitmeden önce hasta gibiydim. Orada iyileştim. Geldiğimin ikinci günü, yani dün, tekrar ve daha ağırından hasta oldum. Kafama ağırlık yüklendiğinden şüpheleniyorum, zira sürekli aşağıya çekiyor.
Ama sıkıldım ha! Hasta mısın diyenlere 'hayır ben hasta... arpşu... değilim' diye bağırıyorum. Yüz vermemek lazım, adı üzerinde, hastalık. Hani kızınca 'hasta oğlum bu' falan denir ya. Pis bir şey anlamında. Çok doğru kullanım.
Alpay erdem tarzı bir yazı oldu. Onun da kulaklarını çınlatayım dedim.

9 Ocak 2007

Sevgili Arsız Ölüm

"Güneş, ısıta ısıta bedenini ufuktan sıyırdı. Rüzgar, bir merhamete geldi bıçak gibi kesmedi; bir tenime garezini hatırladı dur acıyım demedi. Deniz bulundursaydı Ankara bir tane, mavi entarilerini giymezdi sırtına. Büyük biraderi gökyüzü gibi ak ak dolanırdı ortalıkta."

Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölümü'nü tekrar okudum. Onun gibi yazayım dedim biraz. Kitabı bu sabah serviste bitirdim. "Sabah sabah kendimi tutayım demedim, bir ağıt tutturdum."

Latin edebiyatının -ki çok severim kendisini- tadı vardı sanki. Masal gibi. Çok acılı, çok hüzünlü bir masal aslında. Ama insanı güldürüyor. Okumayanlar güzel bir masalı kaçırdıklarına yanabilirler. Yok yok, yanmasınlar canım. Alıp okusunlar işte, yanacak ne var? :)