30 Mayıs 2008

İçeriden Görünenler: İnat

Elimde değil arkadaş, inat ediyorum! Yaşım büyüdükçe daha makul bir hale gelmiş bile olsa, içimde sürekli "banane işte, öyle değil, benim dediğim gibi" diyen minik bir cadı var. Bu inat meselesi, başka bir içeriden görünenlerde bahsedeceğim gibi, önüne geçilemez uydurukçuluğumla birleşince iyice komik bir hal alıyor.

Mesela, söylediklerime değer veren ve beni dinleyen bir grup insanla bir yerde oturmaktayız. Biraz da içmiş olabilirim. Muhabbet, masada oturanlardan azıcık daha fazla bildiğim bir konuya gelmiş dayanmış. Ben yavaş yavaş başladığım konuşmamda hızımı alamamışım, kaptırıp gidiyorum. İnsanların güzel güzel beni dinlemesi çok fena, çünkü bu kez anlattığım konunun daha vurucu hale gelmesi için zottirik bir son uyduruveriyorum! O ana kadar beni güzel güzel dinleyen insanlar birbirinin gözüne gözüne bakmaya, bir kıpırdanmaya; daha dışarlıklı olanlar "hadi len, yok artık" filan demeye başlamazlar mı? Başlarlar tabi, hakkettin sen bunu.

Bu inat mereti o anda zihnime katılıyor, katılmayasıca. Uyduruk veya abartı olduğunu domuz gibi bildiğin, henüz bir dakika önce bizzat kendinin uydurduğun bir şeyin doğruluğu üzerine inat eder mi normal insan? Valla ben ediyorum. Daha hayatımda, yüzde yüz doğru olduğunu bildiğim bir konuyu bile bu kadar ateşli savunamamışımdır. Elbette karşımdaki insanın inanmamaya devam etmesi gerekli, hele biraz da gıcık bir tipse tutmayın beni. Bir yalanı savunmak için gerekli olan bin adet yalanı uydurmadaki hızım ise inanılmaz! En kötüsü de, karşımdakinin savını oldukça mantıklı ve dayanaklı bir şekilde anlatması. O durumda bile yenilgiyi kabule tmek yerine ya tuvalete gidiyorum ya da karnıma ağrı sokuyorum.

Ve gecenin sonunda, gıcık tipin sonradan çok da gıcık olmadığına karar verirsem eğer, "olm, benim kadar mantıksız dediğim dedik çaldığım düdük göremezsiniz bir daha, iyi bakın ha" diyorum, vicdanımı rahatlatıyorum, ehe.

Dipteki Not: Buna benzer bir konuyu, Mayıs ayı içerisindeki bir Uykusuz sayısında Ersin Karabulut çizmişti. Hani, birada alkol yok olm muhabbeti. Kesinlikle okumanızı tavsiye ederim.

29 Mayıs 2008

Yalnız ve Güzel Tutku

Cannes Film Festivali 2008'in en iyi yönetmeni Nuri Bilge Ceylan, ödülünü alırken kalbimize kalbimize konuştu:

“Bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme ithaf ediyorum”


Sanal olsun gerçek olsun, her türlü medyada karşılığını buldu bu söz. Ben ve benim gibi aslen durumundan ve mekanından çok da memnuniyetsiz olmayan, fakat son zamanlarda ülkesinin geleceği hakkında pek güzel şeyler düşünemeyen büyük ve endişeli kalabalığın mottosu olacağa benzer.

Hani büyük düşünürlerin tarihe geçen sözleri vardır. Bu sitenin sağ barında göründüğü gibi 'quote of the day' filan diye izleyip feyz alırız. Bu söz, hem yalın hem derin; hem öznel hem evrensel; hem politik hem yaşamsal taraflarını Nuri Bilge Ceylan'ın ağzından çıkması dolayısıyla da edinip, quote sıfatını alıyor. Zamandan ve mekandan bağımsız bir anın artistik bir fotoğrafı alınmış gibi değil mi? Bu noktada 'düşünenler için akıl defteri' Molenschino'dan Meren'nin söylediklerine çokça katılıyorum:

“insanın boğazını düğümleyecek derinlikteki bu hisleri insanın kolaylıkla hatırlayabileceği kadar kısa bir cümleye sığdırabilme yeteneği kendisinin fotoğrafçı kimliği ve fotoğraf anlayışı ile çok fena halde örtüşüyor” (yazının tamamı)

Nuri Bilge Ceylan'ın fotoğraf anlayışını bir dahi 'görmek' için buraya tıklayabilirsiniz.

28 Mayıs 2008

El Yazısı (2)

Şurada yayınlanan "El Yazılarınız Kolayca Bilgisayarda" başlıklı haberi görünce, mazide yazdığım bu yazı geldi hemen aklıma. Orada yana yana anlattığım 'keşke sanal aleme direk kendi yazımla yazı yazabilesem' hayalim sanırım gerçek oluyor. Aletin, hani şu çizdiğin şeyi aynen ekranda gösteren çizim şeyleri gibi çalıştığını tahmin ediyorum, ama bu bir kalem büyüklüğünde ve kendi hafızası var.

Bloğa filan yazabilirsak hemen edinmek lazım aslında. Hayatımda eksik olan tek şey bu zamazingo olduğu için hemen alacağım, ya ya.

Sonradan Not: İki cümle yukarıdaki "yazabilirsek" kelimesini, ilkinde "yazabilirsok" yazdığımı görüp düzelttiğimi zannederek "yazabilirsak" yazan bendeniz cennet kuşuna akıl fikir diliyorum. Kendi kendime gülüyorum.

27 Mayıs 2008

İçeriden Görünenler: Sinir

Eskiden beri sinirlenince anında tepki gösterenlere içten içe bir hayranlık duyarım. Bu hayranlığın içinde, o kişilerin, söylenecek en doğru sözlerin hemen aklına, aklından da anlaşılır şekilde diline düşüvermesi de vardı. Biliyorum ki benim gibi, söylenecek her söz ancak gece yatınca aklına gelen bir sürü insan ne demek istediğimi anlamıştır. Fakat bu, zamanla gelişen bir yetenek sanırım. Çünkü çalışmaya başladığım bu iki seneye yakın zamanda lafı gediğine bırakan, kodumu oturtan bir moda geçtim.

Hala yapamadığım şey ise 'hemen sinirlenmek'. Ne kadar sinirlenmiş olursam olayım, kafamda oluşan "5 dakika sonra..." görüntüsüne mani olamıyorum. Düşünsene, karşında iş arkadaşın, sinirden delirtmiş seni. Çemkirmeyle başlayan olay bağrışmaya dönmüş. Ee? Sonsuza kadar bağıramayacağına göre elbette susacaksın. İşte benim korkum bir olayın yeni bitişiyle unutulması arasında geçen süreyi yaşamak. Artık soğukkanlılık mı denir, öngörülülük mü, korkaklık mı bilmem. İleride aynı ortamda bulunacağım veya karşılaşacağım kesin olan kişilere dışımdan pek sinirlenemiyorum. İçimdeki bana kalsın, ehe.

Ha, telefonda filan performans fena değil tabi. :)

26 Mayıs 2008

Hello Land!

Henüz idrak edemediğim durum: Berfu doktora için -yani tam dört yıllığına- Hollanda'ya gitti. Gidiverdi. Aramızda konuştuğumuz 'Mayıs sonu'nun bu kadar kısa zamanda gelip de geçmesi açıkçası bana koydu biraz. Ama burada iken de zaten ancak haftada bir filan görüşebildiğimiz için zihnim henüz idrak edemedi durumu. Pıt dedi, gitti. Allala?

Anlayamadığım bir diğer durum: Berfu'nun gitmesi kesinleştikten sonra, kendisine birkaç kere söyleyerek belki de içini boşalttığım bir laf -Ankara'nın anlamı. Berfu ve Ankara bu kadar özdeşmiş kafamda meğer, ancak Berfu giderken anlayabildim. Şu idrak meselesini de hallettikten sonra Ankara benim için tam gidilecek, terk edilecek memleket olacak galiba. Eh, ben ne yapayım elimi uzandığım yerde canımın gözünü bulamayacağım Ankara'yı, değil mi ama?

Bir umut, bir sevinç durumu: Berfu orada önce çok sıkılacak, sonra da acayip sevecek gibi gelmesinin yarattığı durum bu. Hem kariyeri, hem de genel olarak tüm hayatı için çok iyi olduğunu ve olacağını düşünüyorum. Ayrıca, Berfu'nun senelerdir hayalini kurduğu yurt dışında yaşama da işte gerçek oluyor. Fakat, kızma Berfucum, doktora yapacağın, yani uzmanlaşacağın konuyu tam anlayamamışım ben. Sadece işin içinde müzik olduğunu hatırlıyorum.

Hollanda Nire olm?: Hollanda'da mısın şimdi sen? Şaşkınlıklar içindeyim. Allala? :)

24 Mayıs 2008

Uykusuzlar Hoşgeldi!

Efendim, az önce tamburadan öğrendiğim kadarıyla, gözümüz ciğerimiz Uykusuz'un web sitesi, sonunda hale yola sokulmuş. Uykusuz Dergi'nin sitesinde dikkat çekici iki bölüm var: Arşiv ve Uykusuzlar. Arşiv'i, anladığım kadarıyla, zamanla 'arşiv' haline getirecekleri için şimdilik pek dikkat çekiciliği yok aslında. Ve fakat Uykusuzlar bölümünü görünce hakikaten heyecanlandım. Zira, her bir yazarın -çizerin kendilerine ait, blog niteliğinde sayfaları var. RSS abonesi de olabiliyorsunuz hem tek tek. Son olarak, her haftaki sayının kapağındaki karikatür için 'kapak öyküsü' yayınlayacaklar sanırım, bunu da çok sevdim ben. Bizzat.

Umarım, yeninin heyecanı geçince siteyi boşlamazlar. Şimdiki gibi devam ederse her şey çok güzel olacak gibi görünüyor.

22 Mayıs 2008

"Hayatım, Yıkılmış Sarayım Benim"

Varlığından yeni haberdar olduğum, çoktan dağılmış bir grubun, Yerden Yüksek'in bir şarkısının sözleriymiş. Şarkıyı hiç dinlemedim, böyle güzel ve melankolik sözler de daha önce duymamıştım. Şarkıyı hemen bulup dinlemekle hiç dinlememek arasındayım şimdi.


doğduğum şehirden uzakta uyandım
sabah soğuk, aynalarım boş
kapıcı ekmeği getirmemiş bu sabah
vazodaki çiçek gel diyor kurtar beni
hayatım, yıkılmış sarayım benim

iki kedim olsa, iki de diş firçasi banyoda
anahtarı almadan çıksam dışarı
yağmur yağsa, camı açsam
ıslansam lapa lapa
hayatım, yıkılmış sarayım benim

ayağımın altında cam kırıkları
neden gittin sen?
yaralarım kadar gözlerim olsaydı
kanım kadar çabuk akardı yaşım
hayatım, yıkılmış sarayım benim

hayatım...nerdesin?
hayatım, yıkılmış sarayım benim

neden gittin sen?
neden gittin sen?
.

20 Mayıs 2008

Fiko'nun 3 Kadını

Baktım ki takip ettiğim bloglarda bu aralar güzel bir mim dolaşıyor. Kimse bendeniz düzensiz ve de hayırsız blog yazarını mimlemiyor, ben de kendimi mimledim. Aferin bana.

Takip edebildiğim kadarıyla Cevval Portakal'dan çıkıp Oky'ye varan bu mim, sonrasında Wykka, Merush Hanım gibi blogger leydileri bulmuş, çok da güzel etmiş. Ebelemeceye benzeyen bu çok sevdiğim mim oyununun şu anki ebesi kim bilmiyorum. Ben şu anda, sokakta top oynayan 12-13 yaşlarındaki çocuklara 'bana da atın, açığa çıktım ben' diye bağıran bir Fırat'ım.

Mimin adı, değerli bulduğun 3 kadın. Sanki aklımda buraya cuk diye oturacak 3 kadın varmış, bu 3 kadın hakkında da benim fevkalade bilgim varmış gibi başladım değil mi? Halbuki şu anda aklımda sadece annem var, gerçek. Hem mimlenmediğim halde meseleye ortadan atlamışım, hem de daha hiçbir şey düşünmemişim. Hıyarlık bu benim yaptığım. Berfu olsa da o yazsa keşke, zaten yazının sonunda Berfu'yu mimlemeyi düşünüyorum. O da Beyza'yı, Beyza da Yiğit'i mimledi mi, içe dönük ve agresif Evahalipisi olarak tam adımız çıkar.

Evet, düşünme süresi tamamlandı. Değişik bir değerli bulduğum 3 kadın yazısı yazmaya karar verdim. Gelmiş geçmiş en iyi dizilerden ilan ettiğim (otoriteyimdir ben) Süper Baba dizisindeki baş kahramanımız Fiko'nun, nam-ı diğer Süper Baba'nın 3 kadınından bahsedeceğim. Ama elbette, aralarında beni asıl etkileyen karakter olarak Elif'e ayrı bir yer ayırıyorum, kimse kıskanmasın.

İPEK, DENİZ ve ELİF

Malum, yaşla etkilenme oranı arasında ters orantı var. Süper Baba dizisinin ATV'de yayınlandığı dönem (1993- 1997) benim 10-14 yaşıma denk gelir. Bu nedenle, beni en çok etkileyen kadının, kurmaca bir karakter olması pek şaşırtıcı olmasa gerek.

Elif, gerçek hayatta üç çocuklu, yaşlı, dul, çirkin 'ama iyi adamdır' deyip geçebileceğimiz Süper Baba'mız Şevket Altuğ'un dizi boyunca edindiği çok güzel sevgililerinden sonuncusu idi. Fiko'nun hayatının en değerli 3 kadınından İpek (Jülide Kural) ve Deniz (Şevval Sam), tüm izleyicilere, Fiko'nun yanına yakıştıramayarak 'masal bu ya' dedirten cinsten güzel, daha da önemlisi farklı bir sosyo-ekonomik sınıftan idiler.

İpek bir kere kanka (Nihat- Sümer Tilmaç) kardeşiydi ve bizim Fiko'muz için fazlaca entel dantel soğukluğuna sahipti. Nihat'ın kardeşi olmasa çok da takılmayacağımız bir 'güzel'di. Zaten, o hepimizi salya sümük bırakan terkedişiyle (Fiko'nun, bir ağacın arkasından giden taksiyi izlerkenki bakışları) hepimizde, kendisine karşı intikam duyguları uyandırmıştır, yalan mı? Ben affetmemiştim hiç kendisini, kaldı ki benimseyeyim.

Deniz (Şevval Sam) ise, Alim'in (Eray Demirkol) Fransızca öğretmeni olarak diziye girdiği günden beri gerçeklikten uzak bir güzellikteydi benim için. Kültürlü, zengin amma mütevazı familyasından olduğunu yürüyüşü bile çaktırıyordu. Nitekim sonunda hepsi doğru çıktı. Kültürlü ve zengin olmasının yanı sıra, çok da güzel olduğu için zengin ve psikopat bir belalısı (Kürşat Alnıaçık) vardı. Tabi film gibi de bir hayatı... Neyse, kendisinin sayesinde, şu anda yayınlanan birçok yerli dizinin aksine, hakikaten oldukça iyi kurgulanmış bir pazıl çözmeye çalıştık haftalarca, hatırladınız mı? Yok o kurşun kimden çıktı, nereye girdi... Deli avukatımız (Bülent Emin Yarar ki kendisi Elif'in gerçek yaşamdaki kocası olur.) bilardo oynarken olayı çözmesi filan... Of, ne heyecandı be! Velhasıl kelam, o zamanlar her ne kadar ayılıp bayılsam, "ben de İstanbul'a gidip kendime eski bir kiralık konak tutacağım" (öğretmen maaşıyla tuttu bir de o zaman, hadi len dedik) desem de, Deniz, kendimi yerine koyacağım bir karakter olamadı.

Serseri ruh denen şey o yaşlarda içime girmiş olacak ki Elif (Bennu Yıldırımlar), benim bütün bir ergenlik dönemim boyunca kıyafetlerinden davranışlarına kadar en çok örnek aldığım kadındı kendime. Ergenlik, zaten ortalarda "röh" diye gezilen bir dönem olduğu için, tam üzerime de olmuştu hani. Tiril tiril eteğin altına giydiği sanayi tipi botları, uzun kolları parmaklarının ucuna kadar inen bol kazakları, oradan buradan kafaya tutuşturulmuş dağınık saçları vardı Elif'in. Yeğeni Zeytin'e geceleri anlattığı uyduruk masallarından, dobra konuşmalarına; hayatını kazanmak için yaptığı takılardan, geceleri arka sokaklarda cesurca takılmalarına, her şeyine hastaydım yahu. Hatırlarsanız Elif, çalıştığı müzik marketten CD'ler çalmış, sahibi de bunu yakalamıştı. Ama o sahip o kadar şerefsiz, Elif o kadar haklıydı ki (adam Elif'e yavşamış, Elif yüz vermeyince parasını vermeden kovmuş, Elif de parasını karşılayacak kadar CD'yi alıp kaçmıştı. CD denen şey o zamanlar çok pahalıydı bu arada.) diziye girdiği bu ilk olayından itibaren tutmuştum kendisini. Üniversiteye geldiğim ilk dönemlerde bile Elif'in bohem ama kesinlikle umursamaz olmayan hayatı vardı hep aklımda, itiraf etmeliyim.

Ve tabi aşka, aşkın özgürlüğüne bakışı. Bir gece sokakta 'hadi sevişelim' diye tutturması, ehe. Burada, Fiko'yla aralarında geçen (teknede) bir diyaloğu ekleyeyim, başka da bir şey yazmayayım artık:

ELİF: Eğer sen istersen yani bana gitme dersen, kal dersen kalırım,gitmem...Seni seviyorum...
FİKO: Neden Elif, söyle bana neden?
ELİF: Ne neden?
FİKO: Neden beni sevdin? Gençsin,çekicisin, çevrende bir yığın delikanlı var. Bende ne buldun? Yani ne buldun bu Çengelköylü'de? Ailesinin dertlerine zor yetişen, üç çocuklu, kırkını devirmiş öylesine biri... Ne buldun, bunu açıkla bana?
ELİF: Açıklayayım ha..?
FİKO: Evet bir neden göster
ELİF: Sen nedenlerle bozmuşsun oğlum! Seni sevmem için bir neden göster? Beni sevmen için bir neden göster? Sen hayatı ne sanıyorsun ya? Mantık dersi mi, yoksa Fizik mi? Hayatında duygunun yeri yok mu hiç? Her şey akıl mı? Aslında senin aklından da şüpheliyim. Çünkü anlamıyorsun, hiç bir şey girmiyor kafana. Nedenmiş... Pekala sana bin taneneden sayıcam. Bakalım anlayabilecek misin? Seni sevdim; çünkü mesela o çocukların babası olduğun için, ya da Yakup Çavuş'un torunu olduğun için, Nihat'ın arkadaşı olduğun için. Çünkü Zeytin seni deli gibi seviyor. Celal'in güvendiği tek arkadaşısın. Böyle olduğun için sen olduğun için! Ama belki de ben aptalım onun için. Neden diye sorma artık. Bu böyle, ya kabul et ya reddet! Bencil ol bunu becerebilir misin?
FİKO: Elif, Elif böyle konuşma..!
ELİF: Seni mutlu ederim hayatımızı yaşarız. Gezeriz,eğleniriz,sevişiriz. Sırf bunları düşün.
FİKO: Elif!
ELİF: Var mısın?
FİKO: Elif sus artık!
ELİF: İstiyorsun. İçin gidiyor ama söylemeye korkuyorsun. Çok istiyorsun.
FİKO: İstemiyorum, kapa çeneni istemiyorum!.
ELİF: Neden? Şimdi de sen söyle neden?
FİKO: Yapamam işte...
ELİF: Neden!?
FİKO: Yapamam, doğru değil!
ELİF: Neden!? Neden!?
FİKO: Herife bak derler. Kızı yaşında biriyle derler.Utanmıyor derler! Ne derlerse desinler!
FİKO: Bak bana, kendine bak. Bizi biribirimize yakıştıramazlar. Arkamızdan laf ederler. Senin için de laf ederler!
ELİF: Çok da umrumdaydı!
FİKO: Ama benim umurumda. Ben katlanamam, gelemem böyle işlere!
ELİF: Elalem ne der, elalem ne der! Hep bu soruyla mı yaşıyacaksın? Tamam başkaları bu kadar önemliyse çekip gideriz buralardan. Yeni bir yer, yeni bir hayat...
FİKO: Ya ailem, ya çocuklar?
ELİF: Ya tutkular ya istekler? Bak bana! Bedenim seni istiyor, senin için ölüyor. Sen de benim için geberiyorsun ama söyleyemiyorsun, korkaksın! Aşk diye bir şey yok mu?
FİKO: Aşk biter Elif! Uzun sürmez, bir gün biter..!
ELİF: Delirtme beni be! Lafa bak! Aşkm biter diyor. Biterse biter! Bitmezse bitmez. Bir defacık, tek bir defacık kapıp koyver kendini. Ne olur? Ölür müsün? Hadi, hadi, hadi!! Kır artık şu zincirlerini!
FİKO: Yapamam...
ELİF: Ne?
FİKO: Yapamam.
ELİF: Neden!?
FİKO: Yapamam işte!
ELİF: Neden be adam! Neden!?
FİKO: Yapamam, yapamam, yapamam...!
ELİF: Sen düşündüğümden de feci durumdasın. Umutsuz vak'asın. Tamam kal burada; mahalleni bekle. Herkese gülümse. Etrafa iyilik saç. Kimse hakkında dedikodu yapmasın. Hep iyi şeyler söylesinler. Herkes seni sevsin. Hatta günün birinde Ethem Dede gibi sana da bir türbe yapsınlar: Süper Baba hazretleri! Hıh!... Hoşçakal Fikret. Artık bir daha beni görmeyeceksin... (Elif Gider)
FİKO: Bilmiyorsun. Asıl sen bir şey bilmiyorsun. Hiçbir şey bilmiyorsun! Sen ne sanıyorsun? Ben istemiyor muyum sanıyosun!? Taştan mı yapıldım sanıyorsun!? Sevmiyor muyum!? Arzulamıyor muyum!? Vücudum senin vücudunu istemiyor mu sanıyosun!? Seviyorum seni, seviyorum işte! İstiyorum!!! Herşeyden çok istiyorum. Ama benim zincirlerim var. Ne yapayım, koparıp atamıyorum! Her yerim kuşatılmış. Üzerimde bin kiloluk bir yük var! Boğuluyorum ama sesim çıkmıyor! Bana ne derler? Benim için ne derler?? İçim acıyor Allah'ım! Allah'ım yüreğim kanıyor! Biri bana yardım etsin Allah'ım. Biri bana yardım etsin... Yapamam,yapamam...

16 Mayıs 2008

Bananas

.
.

"supply everybody with pianos
make them available like bananas"


AGF

.
.


Yoksa Deniz'in Kulağına tekrar yazmaya mı başlayacağım?

2 Mayıs 2008

Sittiresin Gözü

Suyun çıktığı yere 'göz' denir. Suyun gözü. Bu eski deyiş taşrada kalmış gördüğüm kadarıyla, Yalvaç'ta bile çok duymuyorum. Ama ne güzel di mi? Kaynağı değil, gözü. Dolaysız olarak 'dünyayı gören organ', dolaylı olarak bakış açısı oluyor 'göz' sözcüğü. Ve fakat burada bir de 'kaynak' anlamı çıkıyor. İki dolaylı anlam birleştirilebilir mi: Bakış açısı ve kaynak? Dur ben bir birleştireyim:

Yaklaşık üç haftadır fena bir yoğunluk içindeyim. Her bir 'müdür'üm benim sadece, kendisinin verdiği işi yaptığımı zannediyor. Demek oluyor ki hepsi de yüklediği işin geciktiğinden, eksik yapıldığından, neden hala yapılmadığından dem vuruyor. Söylesem, bu olumsuz durumları, 'bahane' oluyor. Hadi bakalım, sonuç nedir? Elbette Stresssss.

Öyle ki, bir an duruyorum. Sadece bir an. Diyorum ki, sırası değil, işine bak. Neden durdun ki. Hepsi geçecek elbette, o zaman durursun. Eyvah! Saat kaç olmuş? Ender grafikleri gönderdi mi? Levent Bey kataloğu, Can Bey mağazanın görsellerini, Okan Bey internet satışlarını, Gül Hanım veritabanına girilmesi gerekenleri ha şimdi soracak. Niye bitmedi? Eyvah, eyvah, eyvah! Ablamın nişanı ve düğünü yaklaşmadan hepsini halletmeliyim, işler bitmeden nasıl izin alırım? Ya alamazsam? Elbette gideceğim düğüne, bir işi becerememmiş bir eleman imajıyla. Eyvah!

Ve o gece, yine kafamda tüm bunların dolanmasıın yarattığı uykusuzlukla yatağımda dönelip dururken dedim ki; Eyvah? Ne? Eyvah ne demek yahu? Bir eyvah almış gidiyor, zihnimin her yeri bana sormadan sarıyor. Öyle ki hayata 'eyvah' açısından bakmaya başlamışım. Gecenin sessizliğinde, uyurken her daim açık bıraktığım perdemin ardından görünen üç -beş yıldızın eşliğinde, güzelim savunma mekanizmamın da yardımıyla biraz derine indim. Ben ki, sakin Deniz; dalgasız, rahat, geniş, ılık. N'oldu ki? Elimden gelen her şeyi yapıyor muyum? Evet. Bu kadar işte. Bir işi 'eyvah aman' diye yapmamla rahat rahat yapmam arasında, sonuç açısından hiçbir fark yok, olmayacak. Adım gibi eminim. E o zaman ne gerek var?

Kendimi bu kadar telaşlandırmama ne gerek var? Dedim ki, 'bu da farklı bir bakış açısı' işte. (Hani kabul etmediğin görüş karşısında söylenen.) Açıkçası önce pek ikna olmadım kendime. Sonra işle ilgili somut gerçekleri serdim, kanıtladım kendime. Bak işte, hakikaten öyle! O zaman bırak. Tüm telaşının, eyvahlarının kaynağı burada işte! Bırak yahu, sen işini yap.

Sittires dedim yani. Ne ki? Deyiverdim. Zira gözüne gözüne indikçe durumun pek de benim baktığım gibi olmadığını anladım. Belki de, galiba hala tam anlamadım. Öyle acayip rahat filan değilim çünkü şimdi. Ama şimdi gitsem güzel güzel uyurum gibi geliyor.

Nasıl? Pek bağlayamadım yahu. Kafam dolu, kusura bakmayın... Veya, amaaaan, sittires!
:)