29 Ağustos 2008

İlhan Berk Ölür

Türk edebiyatının önemli şairlerinden İlhan Berk, Bodrum'da vefat etti. 28.08.2008

Derim ki ben, şair ölmez. Yazarlar, politikacılar, ve hatta müzisyenler /şarkıcılar ölebilir de, şair ölmez. Çünkü bence, başka hiçbir sanat dalında görülemeyecek kadar eser bağımsızdır şiirde. Ölen İlhan Berk'tir.

Tüm güzellikler için teşekkürler İlhan Berk. Toprağın bol olsun.



İHTİYARİNTİHARIRMAK

Kalıyordum artık ölümden konuşacaktık / Kalıyordu bir si-
yah bir 3.
Bir beyaza girdim.
(İşittim bir vadiye rüzgâr iniyordu/ bir bedevi
hisarlarını ateşe veriyordu/ sen gökleri sağ elin
yapıyordun

Ey Bayan F,
- ve kasabalarda ses yoktu
bir körfez ölümü büyütürdü) .

Sen geçiyordun, nalınlarında deniz suyu bir ormanın saçlarını
Uzatıyordun/

28 Ağustos 2008

Günlerden Perşembe ve Aylardan Dolunay [Şehriye Vakvak, Erdal Pamukdiş ve Hanif]


Şehriye Vakvak kuliste makyajını yaparken ağlamamak için kendini zor tuttu. Oysa tek ihtiyacı bir gecelik uyku hapı olan, daha bir haftadır tanıdığı Salim’di. Ama Salim bir gecelik uyku hapı olmaktan çıkmıştı. Şehriye Vakvak gözü kapıda belki gelir düşüncesiyle ağır ağır makyajını tamamladı. Salim’in ise yerinden kıpırdamaya mecali yoktu. Hele bir kadın için mi? Haşaa en büyük zevki o kadınla sevişmek dahi olsa Salim Sevsendebir’e yorgunluk çoktan çökmüştü ve yatakta sızmıştı.

Şehriye Vakvak tekrar kapıya yöneldi ve ağır adımlarla sanki içinde yas tutan bir bebek varmış gibi hıçkırdı. Artık sahnedeydi ve açılışı her zaman ki gibi Sympathique adlı Fransız şarkıyla yaptı. Bu sırada İstanbul’un karşı yakasında Hanif adlı çok uzun zaman sonra neşeli konuşmasıyla Sahur Pazarında çalışırken gördüğümüz gepegenç çocuk için aynı gece hayatının dönüm noktasıydı. Hanif’i tam tamına 48 saat 13 dakika da dünyaya getiren Kadın isimli annesi ölüm döşeğinde İslam dinine sıkı sıkı bağlanmaya başladı. Oysa o geceye kadar Hanif’in babasına sorsanız Kadın tam bir “zındık”tı. Hanif hıçkıra hıçkıra annesinin solmuş ölü bedenine bakıyordu. Günlerden Perşembe ve Aylardan Dolunay’dı. Erdal Pamukdiş rüyasında bir tepenin üzerindeydi. Etrafını görmekte zorlanmasının nedeni havanın kararmış olması mıydı yoksa gerçekten gözlerinin görmemesi mi kestiremedi. Elleri ile bulunduğu yere dokundu, etrafında çimler olduğunu anladı. Ne yapacağını bilemez bir halde “ilerlesem karşıma ne çıkar, geriye gitsem ne olur?” düşünceleri altında ayağını sola doğru bir adım ilerletti.

Erdal Pamukdiş çocukluğundan beri sol ve sağ arasında bir seçim yapacak olsa hep sol tarafı seçerdi. Politik görüşü ile ilgili bir durum değildi bu ama aynı düşünce yapısıyla her defasında “doğu mu batı mı?” diye kendine sorar ve doğu cevabını alırdı. “Mistizmi ve gizemi severim sevmesine de gözlerim görmezken mistizm olsa ne olur olmasa ne olur” diye hayıflandı. İçerisinde korku mu vardı yoksa biraz sonra tepeden aşağı düşeceğini kestirmiş olmasından mıydı bilinmez, Erdal Pamukdiş derin bir nefes aldı ve bir adım daha attı. İşte düşüş başlamıştı. Biraz önce basmakta olduğu yumuşak çimler yerini çakıl taşları ve kumlarla dolduruyordu. Gömülüyorum diye düşündü ve yatağında huzursuzca döndü, yorganına sıkı sıkı sarıldı. Gömülürken yorganına sarılmış olduğunu bilseydi acaba ne düşünürdü bilinmez, rüya içerisinde tam 32 dakika kaldı ve 32 defa gömüldü. Her gömülme anında yumuşak bir elin onu yukarı doğru çektiğini fark ettiği için on ikinci gömülmeden sonra çırpınmayı bırakarak o elin kimin eli olduğunu anlayabilme çabasına girdi. Her defasında kendi kendine“Ah şu gözlerim görecekti ki?” diyordu ama nafile isteklerdi bunlar. Yirminci kez kendisine uzanan eli tuttuğunda kendini ileri doğru itmeyi başararak tutunduğu cismin siluetini elleri ile çizmeyi başardı. Giydiği etekten ve dokunduğu bacaktaki incelikten dolayı olsa olsa bir balerin olmalı bu kadın diye düşündü. Uykudan uyanması ise 32 inci gömülmesinde balerinin elini tutmaması sonrası çığlık çığlığa yataktan doğrulmasıyla oldu. Vücudu eski sobalar kadar sıcak, elleri terlemişti.

O gün, günlerden Perşembe ve aylardan Dolunay’dı. Hanif ağlamayı bırakmış, Şehriye Vakvak son şarkısını söylemiş, Erdal Pamukdiş ise sigarasını yakmıştı. İstanbul derin bir sessizlik içerisindeydi.

Savaş

Beyza'nın, şunca zaman sonra adeta patlayarak ortaya çıkan, şimdilik çok başarılı bulduğum öyküsünü yarıda kesiyor gibi olacağım. Ama çok yazarlı blogların özelliği ve güzelliği de bu değil mi zaten?

Dört yanı savaşlarla çevrili bir kara parçası olmamıza az kaldı. Bu adi, ilkel virüs, düşünüldüğünden çok daha bulaşıcı. Bu ortamda bunları konuşmaktan pek hoşlanmıyorum ama, en azından alıntı filan yaparak savaş denen insanlık lanetine karşı tavrımı belirtmek isterim. En azından burada bunu söylemek yüreğime biraz su serpecek; zira aileleri, kentleri, yaşamları elinden alınacak kadar haksızlığa uğramış insanların varlığı beni sürekli sıcak tutuyor. Siyasetten ve ideolojilerden hoşlanmam, hiçbirinden yana değilim. Ama anti-militarist olduğumu, meselelere böyle 'makro' düzeylerden bakılması gerektiğini savunduğumu söyleyebilirim. ('Makro'dan kastım 'devlet'ler değil insanlık ve uygarlıktır.)

İşte, anti-militarist tavrını kısa bir süre önce öğrendiğim Einstein'dan bir alıntı:
Eğer bir adam, marşla uyum içinde yürüyebiliyorsa, o değersiz bir varlıktır. Kendisine yalnızca bir omurilik yeterli olabileceği halde, her nasılsa, yanlışlıkla bir beyni olmuştur onun. Uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir.

Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nasıl da nefret ediyorum. Ben savaşı öylesine tiksinti verici ve aşağılayıcı buluyorum ki, böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi parçalayıp yok ederim daha iyi...
Einstein'ın bu tavrını öğrendiğim Yıldırım Türker yazısına ise buradan ulaşabilirsiniz (İçinde bir Yıkım Edebiyatı yazarı olan Borchert'in tüyleri diken diken eden savaş karşıtı şiirini Celal Üster çevirisi ile okuyabilirsiniz) : Hayır Demenin Hayrı.

Ayrıca Einstein ilginizi çektiyse bakınız (İng.): A. Einstein: The World As I See It. ve Einstein's Credo by Philip W. King.

Burası ise savaş karşıtlarının web sitesi: Savaş Karşıtları nokta org.

İnsan hakları ihlalinin ne olduğu ile ilgili bir makale (İng.) için: What it Means to Violate Human Rights

Uluslararası Af Örgütü Türkiye ve Uluslararası web siteleri.

Human Rights Watch

Unutulmaması gereken bazı savaşlar (wikipedia'dan -ing.)
Ruanda Soykırımı, Afganistan, Irak, Gürcistan, Kashmir, Yugoslav Wars ...

27 Ağustos 2008

Kendini Kandırma/ Aldatma


Salim’den hala hiçbir ses çıkmamıştı. Şehriye Vakvak kapıdan çıkarken son bir kez aynaya baktı. “Sen misin lan güzel? Sen misin? Kıçın olmasa beş para etmezsin, o göğüslerin olmasa yüzüne bakmazlar. Sen misin lan güzel?” diyerek aynaya yaklaştı. Gözleri bozuk olan Vakvak’ın kendi gözleri ile aynada karşılaşması sonrası ilk aklına gelen ne gariptir ki "hangi gözüme baksam" olmuştu. Sol gözüne bakarak aynayla konuşmaya devam etti. Söylediği sözler alkol almış olan Vakvak’tan tam da beklenecek tarzda bir serzenişti. “Biraz kilo alsan bin para etmezsin. Ne o kalır ne bu! Kimin ihtiyacı var ki zaten onlara” dedi kendi kendine. Oysa Şehriye Vakvak bazı geceler yalnızlıktan yastığa sarılarak uyurdu. Vakvak aynada kendine söylediklerine inanmaya çalışırken bir yandan da “Allahtan güzelim” diye aklından geçirdi.

Aynı gece Erdal Pamukdiş rüyasında Dönde Gel Gazetesinin verdiği ilanın tesiri altında rüyaya daldı. Salim Sevsendebir ise çoktan yatakta sızmıştı.

25 Ağustos 2008

Erdal Pamukdiş



Gazeteci olmaya karar verdiği günden beri mesleki yaşamında bugüne kadar en ufak bir umutsuzluğa kapılmamış olan Pamukdiş, önünde bir türlü çalmayan telefona bakıyordu. Belki de bir şey olmuştu. Çocukluğundan beri hayallerinde en kötü senaryoları kuran sonra da korkup uykuları kaçan Pamukdiş’in aklına bir anda Sahur Pazarından şu anda gözünü ayırmadan bakmakta olduğu telefonu bulduğu gün geldi.

Henüz hayatına Şehriye Vakvak isimli cilveli kadın girmemişti. Satıcı çocuk Hanif’in “Abi yenileri var onların, evde kullanmak için bir telefon alacaksın almayı düşündüğün telefona bak. Dijitalleri bile çıktı be abim. Sen kalkmış bizim dükkânda senelerdir duran, dekorasyon olarak kullandığımız telefonu almaya karar verdin. Fiyatı yok diye böyle yapıyorsan biraz ayıp olmuyor mu abilerin abisi?” demesi üzerine Erdal Pamukdiş hafifçe başını Hanif’e doğru çevirerek “Anıları olan bir telefon istiyorum. Bunu alacağım!” diye cevap vermişti. Hanif eğer bu telefonu satarsa babasından bin bir dayak yiyeceği konusunda Erdal Pamukdiş’i ikna etmeye çalışsa da nafileydi. Karşısında ikna kabiliyeti yüksek bir gazeteci duruyordu ve Hanif maalesef bunun farkında bile değildi. Hanif babasından dayak yedi mi yemedi mi bunu Erdal Pamukdiş dâhil kimse bilemezdi.

Aldığı telefonun çalışıp çalışmayacağını bile bilmeyen Erdal Pamukdiş, o gün eve doğru mutlu adımlarla yürürken Sinekli Bakkal diye adlandırdığı, yaşlı bir amcanın dükkânına girdi. Ne zaman içeri girse amcanın uyumakta olduğu ve onu rahatsız etmeden geri çıktığı bakkalhane de o gün bir mucize olmalıydı ki amca uyumamaktaydı ve böylece yaşlı amcanın gözleri ile buluşmak işte Erdal Pamukdiş’e o gün nasip olmuştu. Bulduğu bütün gazeteleri topladı, amcanın gözlerine son bir kez baktı artık iş bulması gerektiğini düşündü ve evine döndü.
Şehriye Vakvak’la karşılaşıncaya kadar sade bir ev hayatı olan Erdal Pamukdiş, rengi solmuş kanepeye elindeki gazeteleri bıraktı. Henüz almış olduğu en az otuz senelik olan telefonunu eline aldı ve yerde duran kabloların yanına oturdu. Birden annesi olsaydı eğer: “Yere çıplak ayaklarla basma Erdal, o kabloları yerden kaldır Erdal ya da neden elektrikçi çağırmıyoruz da sen bu işi yapıyorsun Erdal” tarzındaki sözler ve sorular ile karşılaşacağını düşündü. Yalnız olduğu için yüzüne bir rahatlık çöktü. En son kabloyu da gerekli gördüğüne inandığı boşluğa içgüdüsel olarak taktı. Bir önceki kiracının telefon hattını kapatmadığı ne iyi oldu diye düşündü ve ahizeyi kaldırdı. İşlem tamamlanmıştı, artık iş ilanlarına bakabilirdi. Bir süre önce gazeteleri attığı kanepeye kendini bıraktı, kanepenin üstünden çıkan toz bulutuna hiç aldırış etmeden ilanlara bakmaya başladı. Eline aldığı son gazete, habercilik hayatı için en kötü başlangıç olduğuna inandığı Dönde Gel gazetesiydi. Ama yapacak bir şey yoktu, işte karşısında tam da kendisine uyan bir ilan duruyordu:

“Türkiye’de haberciler şampiyonu kimdir? Yeni ve çok cazip bir müsabaka açıyoruz. Bu müsabakada en ilginç ve en eğlenceli haberi yakalayan beyefendi ve hanımefendiler hem çok kıymetli bir hediye alacak hem de bu senenin haberciler şampiyonu ilan edilecektir. Bu müsabakaya girmek isteyenler gazetemize müracaat ederek birer fotoğraflarını lütfetmelidirler.”*

Yerel bir gazete olmasına rağmen bu kadar kibar yazılmış bir ilan karşısında Erdal Pamukdiş hayretini gizleyemedi ve yüzünde ufak bir gülümseme belirdi. Peki ama en ilginç ve en eğlenceli haberi nasıl bulacaktı? İşte bu Şehriye Vakvak isimli gizemli kadınla tanışması ve hayatını Vakvak’ın üzerine kurması ile ancak gerçekleşecekti.

Erdal Pamukdiş Dönde Gel Gazetesi’nin verdiği ilanı okurken Şehriye Vakvak, o hafta içinde olacaklardan habersiz, kuliste makyajını yapmaktaydı. Salim Sevsendebir ile tanışalı bir hafta olmuştu ve içindeki mutluluğa diyecek yoktu. Ancak Salim hala etrafta yoktu.

* Vakit Gazetesi 16 Mayıs 1930 tarihli baskısında daktilo bilen bir eleman için verilen ilanın bazı yerleri değiştirilmiş alıntısı.

23 Ağustos 2008

Şehriye Vakvakla ertesi gün


Şehriye Vakvak için o gün de her zaman ki günlerden biriydi. Üzerinde krem rengi, tül kadar ince bir gecelikle yatağın içinde bir beş dakika kıpırdandı. Güneş şehirde doğalı 3 saat 2 dakika olmuştu ve Şehriye Vakvak gene bir güne daha geç kaldığını düşündü. Yattığı yerden doğruldu, aynaya doğru yöneldi. Yüzünde bir gece önce ki olaylara dair tek bir belirti bile yoktu. Sanki ne verdiği demeci ne de bu demeci verdiren olayı hatırlıyordu. Hissizleşmişti ve vücudu kaskatı kesilmişti. Banyoya doğru yöneldi. Uzun zamandır yıkanmamasından dolayı tüyleri yan yatmış olan banyo paspasının bu sefer üzerine basmadan geçti. Acaba farkında olarak mı bu harekette bulunmuştu?- bunu Şehriye Vakvak da dâhil hiç kimse bilemezdi. Duşu alırken ellerini banyodaki duvara dayadı, yüzünde aynı ifade devam ediyordu. Bir sene içinde Erdal Pamukdiş’in Şehriye Vakvak’a gene fütursuzca yönelteceği bir soru ile Vakvak’ın yüzünde aynı donukluğu görecektik ancak buna daha çok vakit vardı.

Güneş şehre doğalı tam 3 saat 40 dakika olmuştu ve Şehriye Vakvak yavaş hareketlerle bornozuna sarıldı. Banyodaki aynanın buğu ile kaplanması yüzünden Vakvak’ın banyo sonrası nasıl bir ruh hali içinde olduğunu çıkarmak güçtü. Üzerine sarıldığı içi pamuklu bornozunu çıkarmadan mutfağa gitti. Büyük bir kahve fincanını eline aldı ve içine müsliyi doldurdu, üstüne ise yoğurdu yerleştirdi. Buzdolabını açtı ve Fransız yapımı katkı maddesi olmayan şekersiz marmelât kıvamındaki reçeli çıkardı, fincanın üzerine tam kararında koydu. Her zaman ki gibi sağ ve sol köşelere iki adet vişne yerleştirdi. Kapıdan gazeteleri aldı, salondaki kırmızı koltuğuna oturdu. Yüzündeki donukluk kahvaltının verdiği mutlulukla eriyordu ki Erdal Pamukdiş’in haberini gördü. Gösteriye katılması muhtemel iki isme uzun uzun baktı. “Neden bu hale geldi?” diye kendi kendine mırıldandı. Telefonu eline aldı, çevireceği numarayı unutmuş gibi bir süre durdu. İşin aslı ise arayacağı kimsenin olmamasıydı. Oysa her gün kendisine gelen telefon sayısı en az 32’ydi. “Bu gece ağız kokusu yok” dedi kendi kendine. Aklından Salim geçti, “Yorucu bir geceydi” dedi ve yüzünde beliren arınmışlık hissine kendini bıraktı.

Güneş şehre doğalı Erdal Pamukdiş’in saatine göre 5 saat 42 dakika olmuştu. Telefonun başında Şehriye Vakvak’la yapacağı konuşmayı bekleyeli ise 7 saat. Erdal Pamukdiş’in yüzünde ilk defa umutsuzluk belirmişti. “Ne yapmalıyım?” diye söylendi kendi kendine ve beklemeye karar verdi.

22 Ağustos 2008

Şehriye Vakvakla bir gün

"Dünyayı kurtarma adına episode milenyum artı biri çekme girişimim gene hüsranla sonuçlandı."

Şehriye Vakvak "Dönde Gel" adlı gazeteye verdiği demeçte maddi sıkıntıların altından geceleri bir barda şarkı söyleyip konsomatrislik yaparak kalktığını ancak yine de istediği hayatı bulamadığını söyledi. Masasına gittiği erkeklerin sigara ve alkol kokusuyla harmanlanmış dudaklarından çıkan sözlerin artık hiçbir öneminin kalmadığını ve hissizleştiğini belirten Vakvak, “dünyaya bir kere daha gelsem bir kedi olmayı tercih ederdim diyerek konuşma sırasında çok fazla alkol almış olduğunu da kanıtladı.

Küçük haberler peşinde koşan ve dünyası Vakvak’ın hayatı üzerine kurulu olan Erdal Pamukdiş adlı gazetecinin: “Sayın Vakvak geceleri eve gittiğinizde neler yapıyorsunuz?” sorusunu fütursuzca sorması üzerine Vakvak:
“Sende diğerleri gibisin, gece yatağıma süzülmek için ağzı leş gibi kokan, benimle yatınca dünyayı kurtardığını sanan diğer erkekler gibi” diyerek yanındaki konyak şişesinden bir yudum daha viski içerek “herkese selam olsun ben artık yokum” dedi.

Şehriye Vakvak’ın her zamanki şuh bakışları ve cilveli konuşmalarıyla sahnelere geri dönmesi için Pazar günü saat 14:00’de Vakvakiye Meydanında bir gösteri düzenlenecek. Gösteriye sanat camiasından Salim Sevsendebir ve politika dünyasından Mani Beniçeker’in de katılması bekleniyor.

Dönde Gel Gazetesi
Erdal Pamukdiş
pamukdis@vakvak.com

21 Ağustos 2008

Ars Longa Vita Brevis

Latince aslı:
Ars longa, vita brevis, occasio praeceps, experimentum periculosum, iudicium difficile.
Türkçe meali:
Sanat uzun, hayat kısa, fırsatlar geçici, deneyler aldatıcı, karar vermek zor.
Bu sıralar bu kelimeler kifayetli, gerisi değil.

Ayrıca, Gözyaşı Şişesi şarkısını pek beğendiğim grup Ars Longa için bak bak bak.
Özdeyiş için kaynak: Vikipedi.
Hippocrates

20 Ağustos 2008

"Bu Siteye Erişim Kendi Kararıyla Engellenmiştir"

Siteye girer girmez karşınıza çıkan, başlıkta da yazan cümle, aslında bir protesto kampanyasının sloganı. 20 Ağustos akşamına kadar (malesef geç haberimiz olduğu için protestoya sadece 2 gün katılabiliyoruz) internette uygulanan keyfi ve mantıkdışı tüm sansürleri, biz de Evahalipisi olarak protesto ediyoruz.

Kampanyayla ilgili basında çıkan bir haber için buraya tık.
Geleceğin İnternet'inin Önizlemesini Yapıyoruz!

Her gün yeni bir site daha kapatılıyor.
Bu hızla giderse ileride nasıl bir İnternet deneyimi yaşarız, onun canlandırmasını yapıyoruz.
İki tıklamada bir karşımıza bu görüntü çıkarsa neler hissedersiniz?
Bu amaçla sitelerimizi diğer sansürlenen siteler gibi kapatıyoruz.

7 Ağustos 2008

This is Your Son!

Dünya Müzikleri Fuarı'nın (World Music Expo -Womex) sitesinde bu posterle karşılaştım ve de çok güldüm. Sanırım henüz gerçekleşen Danimarka'daki Roskilde 2008 festivalinde kullanılan bir postermiş. Çılgın yaz festivalleri işte, ehe :

(Örebro'dan Mathias! Neredesin? Hatırladın mı beni, hani geçen seneki Roskilde'den? Soyadını almamışım. Bak bu senin oğlun. Pazar günü 14'te Post 7'de seni bekliyoruz. Camilla.)

6 Ağustos 2008

"Cep telefonu, kimlik, cüzdan?"

Ankara Beşevler'de kuzenlerle paylaştığımız evden ne zaman hepbelabel çıkacak olsak Deniz o cümleyi söylerdi: "Cep telefonu, kimlik, cüzdan?". Biz de pıt pıt çantalarımıza ceplerimize bakıp "tamam, hepsini almışım" yapardık ve kapı huzurla kapanıp kitlenirdi.
Bu gece, üç kadeh şarap ve dört bira sonrası kafa bi milyon şeklinde kalkarken oturduğumuz yerden, her nasılsa kendimi içimden bunu söylerken buldum ben de. "Berfu, cep telefonu, kimlik, cüzdan?".
Evime giden yol boyunca bunu düşündüm!!!
Birilerinin sizi düşünmesi nasıl güzel birşeymiş...Bunun değerini anlamak ise buralara kısmetmiş.

5 Ağustos 2008

Cage

Liseyi bitirdikten sonra yazar olmaya karar veren John Cage (ki müzikle ilgili sarfettiği her kelime yutulmalı, yerse hazmedilmeli), oldukça prestijli bir sanat okulu olan Pomona'dan ilk yılın sonunda, 1930'da ayrılır. İşte bu ayrılığın John Cagesel nedenini hemen paylaşmak istedim:
Üniversiteye gidip de, tüm sınıf arkadaşlarımın kütüphaneye tıkışıp aynı kitabın kopyalarını okuduklarını görünce şoka uğradım. Ben de onların yaptığını yapmak yerine, raflara gidip adı Z harfi ile başlayan ilk yazarın kitabını alıp okudum. Sınıftaki en yüksek notu aldım. Bu durum beni, bu kurumun doğru işlemediğine ikna etti. Ayrıldım.
I was shocked at college to see one hundred of my classmates in the library all reading copies of the same book. Instead of doing as they did, I went into the stacks and read the first book written by an author whose name began with Z. I received the highest grade in the class. That convinced me that the institution was not being run correctly. I left.
Sanırım üniversitenin ilk yılında, bu kadar klasından olmasa da, herkes benzer bir şok geçirmiştir.
"Olm, hani üniversitede kızlar teklif ediyordu lan?" :)