22 Ekim 2008

Zıkkımın kökünü iç e mi?

Ananemin zıkkımın kökünü icesiceler lafını kendime bir düstur olarak belirleyerek dün tekilaları yuvarladım. Son zamanlarda yalebbi sıkıntıdan sıkıntıya kosuyorum, stress stress stress, ya da your system is going to shut down in a second gibi cumleler beynimde dolanıp duruyordu. İçinde bulunduğum ruh halinden mütevellit geceleri kötü rüyalara gark oluyordum. Bu rüyaların en etkililerinden birinde yatakta gözlerimi açıp ayağa kalkıyodum. Biraz sonra kendimi balkondan aşağıya atacağımı bilmemin etkisinden mi yoksa zaten hissizleşmiş olmamdan mıdır bilemiyorum, sanki normal bir davranış sergiliyormuşum gibi mutfak balkonuna doğru emin adımlarla yürüyodum, rüyada. Balkona geldiğimde de hiç tereddüt etmeden kendimi aşağıya bırakıveriyordum. Rüyanın en etkili kısmı balkondan atlamam değil hiç bir şey hissetmememdi.
Gel zaman git zaman rüyalara alışırım diye düşünsem de baş edemediğimi anladım. Okuldaki Sağlık Merkezinde tanımadığım bir kaç doktor kaldı, onlardan biri de psikologumuz. Gecen gun Ortopedistim ve aynı zamanda da bütün sorunlarımı dinleyen doktoruma durumu açtım. O da istersen seni psikologla tanıştırayım gibi bir cümle kurdu. Tabi her lafı bu ara kıçımdan anlamayı da düstur edindiğimden midir nedir, "beni başından atmak istiyorsun di mi?" diye cevap verdim. [Hazır cevaplıkta bir numarayımdır. Daha 4 yaşımdayken otobüste bir kaç 'ablanın' beni severken "ayyy köfte dudak!" demeleri üzerine "sensin o pişmiş patates" diye cevap verdiğim rivayet edilir.] Aslında bir psikoloğa ihtiyacım yok len benim, delü müyüm ki ne? gibi bir haliyet-i ruhiyem de yoktur ama alınganlık hat safa da işte. Bir de gördüğüm rüyaları anlatsam Freudyen bir şekilde "evet bütün bunlar senin çocukluğundan gelme, zatdürü züt ve hebele hübelelerinden kaynaklı" diyecek ise bende ona "senin içinde ortalıkta hamanata farfosta diyolar" diye bir atılganlık yapacağımdan korkuyorum.
Vallahi yoruldum a dostlar, yok efendim master teziymiş, yok Fulbright'ın istekleriymiş, yok GRE yok TOEFL kasım kasım kasıldım aylardır. Okuyup Bab-ı Aliye katip mi olacaksin dedi geçenlerde yengem. Bende ona "katip olsam iyi, bir kapının kolu olmayayım da diye cevap verdim. [Aslında kapının kolu diye düşündüğüm şeyin bir bardağa sap olmak cümlesinden geldiğini ve beynimin gene bana oyun oynadığını şu anda fark ediyorum. Yoksa bardak değil miydi o, bak gene bilemedim.] Ulen zaten iki lafı bir araya getirsem pek bir sevinicem. Kolejdeki evden taşınırken elektrik süpürgesi adlı alete de süpürge makinası demiştim. Tabi yanımda iki Türkçe alimi olan deniz ve berfu insanı "len o süpürge makinası değildi, başka bir şeydi" dediklerinde yanımdakileri de zehirlemeye başladığımı fark ettim : )
Son tahlil de benim bi psikoloğa mı ihtiyacım var içkiye mi diye kendi kendimle girdiğim istişareden içki galip geldi. Amaç belliydi dün gece. İçeceğim ve hafif çakır keyif olup mışıl mışıl uyuyacaktım. Çakır keyiflik kendini sarhoşluk noktasında buldu ve "olum benim hayatım ne kötü biraz daha içeyim bari" diyerek en son gecenin köründe yatakta sızdım. İşe gitmedim [Artık iş diyorum zira resmen mesai yapıyorum okuldaki odada]. Bu saate kadar da toparlanma aşamasına girdim.
Biliniz ki beyza eğer buraya açık açık ben dibe vurdum diye yazıyorsa toparlanmaya başlamıştır. Ünlü bir zat-ı muhteremin de dediği gibi " 'Doğru' düşüncelerim vardı ve her şeyi doğru değerlendiriyordum; fakat duygularım sapkın ve sığdı, hakiki hislerden çok kağıt üzerindeki dramlara benziyordu."*
Beyza
* Paul Feyerabend, Vakit Öldürmek, Otobiyografi

8 Ekim 2008

Ankara Nereye?

Mimar, kentsel tasarımcı Efe Gönenç ve yüksek mimar Mert Kayasü, geçen hafta Radikal İki'de bu başlıkta bir yazı yayınlamışlar. Okudukça, şehrin hasta grisi rengi için sonunda doğru teşhisler yapıldığını gördükçe ferahladım. Bir marka uzmanı tarafından, şehirlerin markalaşması ve Ankara'nın bir marka gibi yönetilmesi gerektiğini anlatan bir yazı da okumak çok isterim doğrusu. İleride ben yazarım belki.
İşi uzmanlarına bırakmak bu nedenle güzel. Hastane yöneticisi olarak tüm hastalıkları teşhis ve tedavi etmen, tüm hastalarla tek tek ilgilenmen mümkün değil.

Yazının tamamını şuraya tıklayarak okuyabilirsiniz. Son paragrafından çarpıcı bir parça hemen aşağıda:
Bozkırın ortasında, ne yüzyıllara dayanan emperyal bir tarihsel mirasla ne de coğrafi güzelliklerle yaratılmış Ankara, her kent gibi ona anlamını veren geçmişiyle yaşayamamaktan ve yeni bir şey üretirken hep baştan yenilenmekten yorgun düşen bir kent halini alıyor. Sadece kullanım ve yatırım kaygılarıyla üretilen ve kentsel kültüre bir katkıda bulunmayan konforlu binalarına, alt ve üstgeçitlerinden arabasıyla ulaşan, hafta sonunu alışveriş merkezlerinde geçiren, sanatı, kültürü bile buralarda tüketen, doğayı da her gün yanından geçilip gidilen bir parkta değil de şehir dışındaki “tematik” rekreasyon alanlarında gören Ankaralı, kentle bağını koparmak üzere.

Peki Ankara, tarihi veya yeni şehir merkezine varıldığında, kentin tadını çıkarabileceğimiz nasıl mekânlar sunuyor bize? Ne zaman bir tiyatrodan çıkıp hemen karşısındaki meydana bakan kafede bir kahve içtik? Dükkânların ve mağazaların arasında bir sanat galerisinin afişi çağırdı mı bizi içeri? Tüketimin sunulduğu binalar (apartmanlar) ve onların arasında kalan açık mekânlar (sokak) bize nitelikli bir kentin parçası olduğumuzu hissettiriyor mu? Peki, bu sokaklar nasıl? Üstgeçitlerin merdivenleriyle işgal edilmiş Kızılay ve araba tamponlarının arasında yürünen Tunus Caddesi kaldırımlarında, Ankara şehri, bireyle ilişkisini kurabiliyor mu? Konforlu binalarımıza ulaşmamız için sokaklar cazip değilse, 3. vitesli in-çık geçitler üzerinden mi ilişki kuruyoruz kentle ve böylece kenti geçip gidiyor, ıskalıyor muyuz? Sokaklardan, meydanlardan, nitelikli açık alanlardan kopmayı kanıksıyor muyuz?