21 Kasım 2008

Marguerite Yourcenar

Sanırım beş yıl önce, ablamın burada kalan kitaplarını tek tek sömürmekle meşgul olduğum zamanlar, elime bir kitap düştü. Diğer tüm kitapları okuyup bitirmeme rağmen açlığımı yatıştıramamış bir vaziyette, en dipte bucakta duran, incecik bir kitap: Bir Ölüm Bağışlamak. (Kitabın Yalvaç'taki kitaplıkta durduğunu, hatta aynı yazarın Zenon'unun da orada olduğunu hatırladım şimdi, şaşırdım.) Pek de istekli olmadan, şimdilik elimdekiyle yetineyim diye okumaya başladım.

Bir çırpıda okuyup bitiririm diye başlamıştım ama, kitap ilk sayfalardan itibaren gaflet ve delaletimi yüzüme vurdu. O zaman, bitirdikten sonra elimden bırakırken 'mutlaka tekrar okumalıyım' demiştim. Bir süre etkisinden kurtulamadığımı hatırlıyorum. Kitap, savaş ortamında yaşanan saplantılı bir aşk ve olağandışı bir arkadaşlık hikayesi diye özetlenebilir. Ama o duygusal tanımlar, şiir gibi itiraflar, iç muhakemeler tüm zamanlara ve mekanlara göre genişletilebilir. Şimdi tekrar elimde, tekrar her bir kelimenin üzerinde düşünerek okuyorum, tekrar hayran kalıyorum.

Marguerite Yourcenar, 1903 Brüksel doğumlu bir Fransız yazar. Asıl adı Marguerite Antoinette Jeanne Marie Ghislaine Cleenewerck de Crayencour olacak kadar köklü bir aileden gelmiş. Küçük yaşta annesini, hemen sonra da babasını kaybedince, kendini tamamen yazmaya adamış bir kadın. Babası küçükken, soyadının harflerini değiştirerek minik bir oyun yapmış, yazar da adını bu şekilde kullanmaya karar vermiş. (Crayencour =Yourcenar.) İlk olarak Hadrianus'un Anıları adlı kitabıyla ses getirmiş. Yourcenar'ın biseksüel olduğunu, Amerikalı çevirmeni Grace Frick'le 1937'den başlayan aşklarını, 1979'da Frick'in ölümüne dek, cesurca yaşadıklarını belirtmek gerek. Kendisi, 1987 yılında hayata gözlerini yumuncaya kadar birçok eser vermiş. Benim bulup da bazılarını satın aldığım kitapları şöyle:

  • Bir Ölüm Bağışlamak
  • Doğu Öyküleri
  • Zenon
  • Akan Su Gibi
  • Mavi Masal
  • Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı (1965)
  • Ateşler (1936)
  • Rüya ve Kader
  • Hadrianus'un Anıları (1951)
Okumayı sabırsızlıkla beklediğim Ateşler romanından, Ekşi sözlük'te bir alıntı okudum. Gerçi, Ateşler'in daha çok, uzuuun bir aşk şiiri olduğu yazıyor bazı yerlerde, genel üslubundan farklıymış yani. Yine de bu etkileyici alıntıyı ben de buraya alayım ve İdeefixe'ten aldığım kitapları beklemeye başlayayım:

Aşk bir cezadır. Yalnız kalmayı beceremediğimiz için cezalandırılıyoruz.

Biri yüzünden ıstırap çekmeyi göze almak için onu sevmek gerekir. Seni çekebilmek için seni çok sevmek gerek.

Aşkımda sefahatin incelmiş bir biçimini görmekten; zaman geçirmek için, zaman'sız yapabilmek için geliştirdiğim bir oyun görmekten kendimi alamıyorum. Zevk, kalbin son sarsıntılarından çılgına dönmüş motor gürültüsü içinde, göğün ortasında zorunlu inişe geçer. Motoru çalıştırmadan inerken, dua yükselir; ruh, aşkın göğe yükselmesi sırasında bedeni kendisiyle sürükler. Göğe yükselmesinin mümkün olabilmesi için bir tanrı gereklidir. Bir kadir-i mutlak'a vücut vermeye yetecek kadar güzelliğe, körlüğe ve sonu gelmez isteklere sahipsin. Daha iyisini bulamadığımdan, seni evrenimin kilit taşı yaptım.

Uzaktan, saçların, ellerin, gülümsemen taparcasına sevdiğim birini hatırlatıyor. Kimi? Bizzat seni.

Sabahın ikisi. Sıçanlar çöp tenekelerinde ölü günün artıklarını kemiriyorlar: Şehir hayaletlere, katillere, uyurgezerlere ait. Neredesin, hangi yatakta, hangi rüyada? Sana rastlasam beni görmeden geçerdin, çünkü rüyalarımız tarafından görülmeyiz. Aç değilim: Bu akşam hayatımı bir türlü hazmedemiyorum. Yorgunum: Hatırandan yakayı sıyırmak için bütün gece yürüdüm. Uykum yok: Ölüm için bile iştahım yok. Bir sıraya oturmuş, sabahın yaklaşmasıyla kendime rağmen sersemlemiş, seni unutmaya çalıştığımı kendime hatırlatmaktan vazgeçiyorum. Gözlerimi yumuyorum... Hırsızlar yalnız yüzüklerimize, âşıklar tenimize, vaizler ruhumuza, katiller canımıza göz dikerler. Benimkini alabilirler: Ondaki hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerine bahse girerim. Tepemde yaprakların kımıldanışını hissetmek için başımı arkaya atıyorum... Bir korudayım, bir tarlada... Zaman'ın çöpçü, tanrı'nın da belki paçavracı kılığına girdiği saat bu.

19 Kasım 2008

Bilkent'te Asistan Olmak

Solumdaki florasanın yanıp sönen ve sürekli ses çıkartan sinir bozucu engeline rağmen bu yazıyı yayınlamayı bir borç biliyorum.
Ben üniversiteye girerken bazı rivayetler vardı Bilkent ile ilgili, şunlar gibi:
  • Kantin girişinde köpekler ve burslular giremez!
  • Otoparkta: şahin ve kartallar giremez!

ve İhsan Doğramacı ile ilgili ise şunlar:

  • Ariel Sharon ve askeriyeden önemli kişilerle havaalanında çektirilmiş bir resim.
  • İhsan D. nin vizyonun genişliğini anlatan bazı hikayeler: Boş araziyi bir arkadaşına gösterip ben burada üniversite kuracağım demesi gibi...
  • Mason olması konusunda rivayetler

Bilkentte asistanlığımda ikinci yılımın ortasındayım ve gördüğüm şey şunlar:

  • Burslular olmasa öğrenci kalitesi çok kötü
  • Kantinleri ve kafeleri pahalı
  • Sınav sırasında gözünü açmazsan seni ayakta uyutacak öğrenci kaynıyor.

ve bir de şunlar var:

  • Hava soğuk olduğunda bile banklarında oturup bir sigara içerken önündeki havuza ve ışıklı ağaçlara bakasın geliyor.
  • Çimenlik alanının hastası olup yazın uzanıp müzik dinleyesiniz
  • Bazı imkanlardan yararlanmak istediğinizde büyük engellerle karşılaşmayacağınızı bilmeniz (idari açıdan)
  • Eskiden birlikte yürüdüğünüz Bilkent yollarını şimdi kendiniz yürüseniz de eskiyi hatırlamanız

İyisi ile kötüsü ile Bilkent işte... Bir gözetmenlik sonrası odama dönüp bunları yazmaya karar verdim. Birazdan dışarı çıkıp bir sigara yakacağım ve eskiden Danny'nin bulundupu Lojman'a doğru gideceğim. Amerikalıların Pot luck adındaki yemeğine katılacağım. Leon diye bir arkadaşım çağırdı. Pot luck bizim kermes gibi bir şey ama paralı değil. Herkes bir şeyler getiriyor yemek için sonra patlayana kadar yiyorsun. Türkçe de de zaten patlak diye okunuyor. Geçen seneki thanx giving bir nevi pot luck mış bunu anladım.

Neyse ben gideyim, sonra sizlerle gözlemlerimi paylaşırım.

Bezis

17 Kasım 2008

Melek'in Terlikleri

Melek, bir hafta bende kaldı. İzmir'e taşınacağı için evini kapatmıştı. Bugün gitti. Otobüsü gece 12'deydi. Birçok şey o kadar üstüste ters gitti ki, Melek'in gitmesini istemeyen sadece biz değiliz galiba dedim.
  • Önce, duvardaki saat durur gibi yaptı. Yarım saat öncesini gösterecek şekilde ilerliyordu. Ben bunu sonradan fark edip, vakti ayarlayamadım, Melek ve Muharrem'i yeterince uyarmadım.
  • Sonra, Melek'in kaç gündür yazdığı raporun olduğu mail bir türlü gitmedi. Ucu ucuna büyüklüğü sınırı aşmış. Muharrem bunlarla uğraşırken vakit geçiverdi.
  • Koca eşyaları harala gürele taşıdık. Muharrem o koca bavullarla arabasını park ettiği yere kadar koşmak zorunda kaldı.
  • AŞTİ'ye gittiğimizde girişteki trafiği gördük. Yok artık! Daha hızlı olur belki diye taksicilerin şeridine girdik, boştu. Ama en sonunda taksiler bekliyormuş meğer ve beş tane olmadan ayrılmıyorlarmış. Muharrem durumu kurtarmak üzere kaldı, biz Melek'le, elimizde bavullar, koşarak peronu bulduk.
  • Muharrem bir süre sonra koşarak yetişti. Ama iki koli eşyayı yetiştiremedik.
  • Doğru düzgün vedalaşamadan Melek'i otobüse bindirdik. Ama otobüs en az beş dakika daha bekleyince aslında vaktimizin olduğunu anladık. Camdan el kolla konuştuk, ağlaştık. Melek "birbirinize iyi bakın" dedi, bizim gırtlağımızdaki yumru büyüdü.
  • Muharrem'in telefonunun şarjı bitti.
  • Hiçbirimiz yanımıza para almadığımızı fark ettik. Otopark için Melek'in son anda verdiği 5 lira hayat kurtardı.
  • Otoparktan çıkış sırasında, önümüzdeki arabadaki yaşlı amcanın kafası en az bir milyondu, kesin. Düz yolda geri geri gelip bize çarpıyordu neredeyse. Aynı şeyi öndekine de yaptı. İyice sinirlermiz gerildi.

Muharrem beni eve bıraktı. Demir kapıdan içeri girer girmez kendimi tutmayı bıraktım sanırım. Neredeyse Ankara'ya geldiğimden beri çok yakın iki dost olduğumuz Melek'in gitmesi benim için travmatik olacaktı zaten. Eve girdiğimde daha iyi gibiydim. Sakinleştim, yatmak üzere hazırlandım. Melek bir şey unutmuş mu diye etrafı kolaçan ettim. Bir şey unutmuştu. Şuradaki yazımda bile bahsettiğim, giden'in arkasında bıraktığında en çok etkileneceğim nesnelerden biri: Ev terlikleri. bu tesadüf de fazla artık dedim. Yani, kaç kişi vardır ki "çok sevilen kişi gittiğinde ev terliklerini görünce çözülmek" gibi bir durumu olan? Birkaç saat içinde yaşanan bu tesadüfler, semboller, anlamların filan nedeni belli tabi. Güle güle git Melek'im, görüşürüz yakında! (Aha, terliklerin de hemen aşağıda:)

16 Kasım 2008

Ayakkabı Fabrikasında Çalışmak (2)


Haziran ayında Ayakkabı Fabrikasında Çalışmak diye bir yazı yazmıştım buraya. Az önce, fotoğraf makinemdeki kimbilir ne zaman çekilmiş fotoğrafları bilgisayara aktarırken, iş yerimde çekilmiş bu fotoğraf fırlayageldi. Aha dedim, o kadar anlatmışım, görselle desteklemeden olmaz. Listenin "Herkesin masasının üzerinde, dolabının kenarında, sağ kolunun altında filan mutlaka bir ayakkabı bulunur" içerikli birinci maddesinin fotoğrafı olsun bu.

Hangi arada, nasıl oluyor bir türlü anlayamadım, masamın /sağımdaki zeminin /arkamdaki dolabın üzerinde botlar peydah oluyor ve göndersem de gitmiyorlar. Bir sinir, bir bıkıntı geldi bana. İşte, ayakkabı fabrikasında çalışmak listeme bir madde daha:

12 - Ayakkabılar, doğal kullanım alanı dışındaki birçok yerde (örn: masa, hatta bazen tuvalet lavabosu) sanki zaten aslında orada olmak üzere yapılmışcasına dururlar. Ne kadar kurtulmak isteseniz de, her tarafınızda ot gibi ayakkabı biter. Öyle ki geceleri üretim bölümünden yürüyerek gelip yerleştiklerini düşünürsünüz, doğru olabilir.

Foto açıklama 1: Burada, tedarikçilerden aldığımız ve kendi ürettiğimiz ayakkabılar, ad verip stok kartlarını açmak üzere, birer örnek olarak bana getirilmiş. Normalde biraz daha az sayıda olurlar körolasıcılar.
Foto açıklama 2: O Nescafe fincanının duruşundaki saçmalık dolayısıyla, fotoğrafı çekerken böyle amele bir mizansen yapmış olabileceğim korkusuyla irkildim. Ama sonra hatırladım ki, Duygu, fotoğrafı çekebilmek için fincanını oraya koymuştu. Huh.
Foto açıklama 3: O andaki bakımsız duruşum ve yorgun bakışımın, ayakkabılara karşı bıkkınlığımı anlatan bu yazıya iyi gitmiş gerçi ama muhtemelen akşamdan kalmayım orada.
Foto açıklama 3: Bu fotoğrafla, "masamın konumu itibariyle vitrinde oturduğum düşünülebilir" diye sarf ettiğim cümle daha iyi anlaşılmıştır sanırım. Sürekli patron, müdür ve misafir gözetimi altında olduğum için sinir stress yapmış olabilirim.

1 Kasım 2008

Post Modernist düşünceler

Aha işte tam burda durduğum yerde
görünecek bir şey ya da bir kişi yok
karışıklık dediğimiz olguları kendimiz mi yaratiyoruz acaba..
yoksa karışıklık zaten var ve biz mi kurtulamıyoruz?

Neden böyle bir giriş yaptın a beyza demezler mi adama?
Derler aslında da bir anlam bütünlüğü ya da sonrasında bağlayacağım bir konu yok.
Post-modernist bir çizgi de Nietzsche den halliceyim.
Arada kafamda toparlayamadığım düşünceler beliriyor.
Ya da hatırlamakta zorlandığım anılar.
Bu aralar beynim deli gibi çalışıyor ama sadece çalışıyor.
Veriyi bir yere yüklersiniz sonra belli bir process sonunda output u alırsınız ya,
işte bende output alınamıyor son zamanlarda...

İçinde bulunduğum ortamda herkes kendini anlatır oldu. Sen bir şey anlatırken bile konuyu kendilerine çevirebilen insanlar çevremde bir milyon..
Ben ise "ulen sana dert yanıyoruz, bir dinle de bende kendimi iyi hissedeyim" diye içimden geçiriyorum.

Almanya'dayken istediğim saatte istediğim yere giderdim. Yalnız başıma gitmek de benim canımı sıkmazdı. Ama bu Ankara denen şehirde dışarı çıkmak ve kendini güvende hissetmek zor.

O kadar "güvenlik" üzerine çalışırsan böyle olur dediğinizi duyar gibiyim. Güvenlik ne ki aslında... İnsanın kendini güvende hissetmesi diye bir olgu var mıdır? Bugün Random'ın ortaklarından birinin, ismini vermiyorum, iki gün önce alnından vurularak öldürüldüğünü duydum. Mesele ise o kadar uyduruk bir nedenden çıkmış ki. Öldüren insan ise onu tanıyan bir kişi... Alkollü olmasından dolayı hafifletici ceza kapsamına girer mi ki, ya da kendisi teslim olduğu için mi girer? Bilmem ne önemi var ki şu anda...

Güvenlik sadece yaşıyor olmamız da değil aslında. Uluslararası Iliskiler de survival eşittir güvenlik gibi bir anlayış var. Ben hayatta olduğum için güvenli mi hissetmeliyim? Hissedemiyorum... Çünkü fragile security (sanırım bu kavramı ilk kullanan kişiyim, onur duydum kendimle) benim yaşamımı kolaylaştırmıyor.

Neyse bağlamıyorum hiçbir yere.
Bir insanın durduk yere öldürülmesine mi yansam, Afrika'da yaşayan ama aslında ölümden beter bir yaşam tarzı süren sözde güvenli halklardan mı bahsetsem.
Bahsetmeyeceğim!

Geberik

beyza