31 Mart 2009

Seçim mi Seçmiim mi?

Seçimlerden sonraki gün yazarsam küfürlü filan yazarım gibi geldi. Voodoo gibi. Belki Beyza bir şeyler yazar dedim. Sanıyorum o da aynı durumda idi ki, şu yazının altına yorum yazmakla yetindi. Bugünü bekledim. İyi mi yaptım bilmiyorum zira bir günde güleriz ağlanacak halimize moduna girdim bile. Bu da bir çeşit savunma mekanizması olsa gerek.

* İlk kez yerel seçimde oy kullandım. Muhtarın azalarının (bence ihtiyar heyeti bile daha doğruydu, aza ne lan, kolu, bacağı, böbreği der gibi.) muhtardan ayrı seçildiğini öğrenince bir gülesim geldi. Yahu, muhtar adayının adını anca öğrendim bir de azalarını mı araştıracağıdım? Bir çılgınlık yapıp muhtarı ayrı aza grubunu ayrı seçsem mi diye düşündüm ama vazgeçtim. (Buradan aza kağıdını görmeyip sadece muhtara oy kullanan Ertuğrul'a selam ederim, protesto etmiş azaları.) Bizim muhtarın azalarının içinde bir kadın vardı, onu seçtim, pozitif ayrımcıyımdır ben. Umarım Aynur diye erkek yoktur bu arada.

* Bence yerel seçimde oy kullanlara çıkışta meyve suyu dağıtmalılar. Hani kan verdikten sonra verdikleri gibi, enerji niyetine. Bir yandan Yozgat'ta LDP'ye oy veren kahraman seçmen gibi yunusu, ampülü, okları filan ayırt edememe tehlikesi var (buradan neredeyse Saadet'e oy verecek olup son anda fark eden Mami'ye selam ederim.) diğer yandan mürekkep kurudu mu acaba telaşı var; o pusula bu zarfa, şu üç pusulayı aynı yere koyacaktınız hanfendi, ay bu sandık niiiçün ilerlemiyor arkadaşlar! filan derken pıt der bayılır insan mazallah.

* Ben sırada beklerden şurada bahsettiğime benzer, korkunç bir teyze oy veriyordu. Bir ara işin içinden çıkamadı, kaşları çatıldı. Halim! diye bağırdı. Kısa, çelimsiz ve ezik olmasına hiç şaşırmadığım bir Halim pıtı pıtı gitti kadının yanına. Beraber oy kullandılar. Sonra Halim pıtı pıtı döndü yerine.

*Nüfus cüzdanımı bulamadığım için sağlık karnemle oy kullandım ben. Tüm sandık ekibiyle ışığa tutup soğuk damga var mı diye baktık uzun uzun. Öncesinde bir saat sıra beklediğim için soğuk soğuk terledim o an, sonra oradaki en CHPli kadının gözlerinin içine bakarak "başka türlü vermezler ki zaten karneyi, mih mih, damgalı tabi" dedim. Tamam dedi. Yalnız hakikaten doğru düzgün basmamışlar damgayı çündürcük SSK memurları.

*Sırada tam önümde Evahalipisi'nin "pisi" kısmını oluşturan Cavidan'ı henüz mini mini bir bebeyken satın aldığımız petşapçı amca, eşi ve on yaşlarındaki kızı vardı. Ne güzel dedim ya böyle ailecek gelmek oy kullanmaya. Seçimi tören gibi yaşayacaksın, çocuğuna da aksettireceksin tabi. Cavidan'ı daha bir çok sevesim geldi çok alakalı olarak, ehe.

*Seçimi bizim evde dört arkadaş toplanıp izledik. Örovizyon izler gibiydik. Sevinçliydik, umutluyduk... Yazık lan bize.

*Bundan sonra varoş takımından hiç kimse gelip de yok efendim siz zenginsiniz, siz eğitimlisiniz, siz şanslı piçlersiniz, bizim imkanımız yok demesin! Sen varoş kültürünü sömüre sömüre bitiremeyen, varoşluk nasıl devam ettirilir konusunda ihtisas yapmış partiyi, adamları seç sonra da yok efendim biz varoşuz. Sizin öyle kalmanız için kanının son damlasına kadar savaşacak bunlar yahu, açılın ey gözler! Fakat işte başka yerler açılıyor maalesef. Hayır arada bizimki de açılmış bulunuyor ona feci bozuluyorum.

*Varoş demek eskiden hakaret gibi bir şey değil miydi, ben mi yanlış hatırlıyorum? Ne bu herkes çıkıp varoş aşağı varoş yukarı? NTV'de de normal normal konuşulunca ben de kullanıyorum artık.

*Yalnız o Mirgün Cabas nedir, ne güzeldir öyle yahu. Adını yanlış koymuşlar da, kendisini doğru yapmışlar. (Buradan kendisini pek seven Melek'e ve duruma çok bozulan Mami'ye selam ederim.)

*Gecemizin neşesi şu entri oldu. Tarhan Erdem çıkıp çıkıp AK Partisi dedikçe puhaha dedik. A.Q.Partisi. Ehehe. Hala gülesim geliyor. Teşekkürler Elcezire Exclusive.

*Efendim, o elektrikler kesildi, o oylar çalındı. Ben bundan zerre şüphe etmem. Dikmen'de adamlar yakalandı resmen. Çankaya'da oturup da "bizim zaten her gece elektrikler bir gidip gelir, normal bir şey bu" diyebilecek olan var mı? İstanbul'la eş zamanlı kesintiler için "sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemini biz o gün sandıydık"ten daha mantıklı bir açıklaması olan var mı? Yok. Bunun üzerine hala konuşana gülerim. Zaten şaşırtıcı bir şey değil. Ha ama CHP çıkıp da tüm başarısızlığını "elektrikler gitti, dersimi çalışamadım"a bağlarsa; aldığı oyları da çok süper başarılı bir parti olduğu için aldığını zannederse buna daha çok gülerim.

*İzmir'den arayıp da "manyak mısınız lan, yine mi Gökçek'i seçtiniz andavallar" diyen dostlara buradan selam ederim. Evet efendim, yine Gökçek'i seçtik. Doymadık, doyamadık.

*Yalnız, sokağa çıkıp da %38.5'i AQ Partisi'ne (ehe) hele bir de Melih Gökçek'e oy veren insanların arasında bulunmak nasıl da istemiyorum yalebbim. Bu seçimde benim kalbim Ege'de kaldı. Oradan bir daha Ankara'ya geri döneceğini hiç ama hiç zannetmiyorum. Hakikaten deniz havası yarıyor insanlara.

*Tarhan Erdem %50 küsurlük tahminini belki tutturamadı ama ne yazık ki Kutuplaşma hakkındaki yorumunun ne kadar doğru olduğu ortaya çıktı. "Bir de onun gözünden bakmak lazım" insanı olan ben bile kutup oldum. Evet kutup oldum yahu, akıl izan kalmadı.

*Ben size seççimden önce önce Karayalçın'ın, sonra da Gökçek'in fabrikamızı ziyaret ettiğini; Karayalçın'ın üretimi gezdikten sonra bizim de yanımıza gelip sohbet ettiğini, Gökçek'in omzuna attığı pardesüsüyle sadece üretimi (işçileri) ziyaret edip gittiğini anlatmış mıydım? Boşverin ya, anlatmayayım.

*Benim şuradaki canım muhtarım seçilmiş. Bir buna sevindim. (Aza Aynur ne yaptı acaba?)

*Bir de Yalvaç'ta partiler üstü adamımız Tekin Bayram seçilmiş. Annemin, babamın ve diğer Yalvaçlıların emekleri sonuca ulaşmış en azından. İyi bir teselli oldu.

*Benim önerim, seçimden sonraki Pazartesi günü tatil yapılmalı. Dün şirketçe zombi gibiydik.

*Bir ah çeksem karşıki dağlar yıkılır sevgili seyirciler. O kadar fena, o kadar feci durum.

27 Mart 2009

Karşınızda K(G)üççük Adam

Okumam gereken milyon makale ve yazmam gereken bir paper’ım var. Ben ise yorgunluktan çökmüş durumdayım. Sanki üzerime üç adet fil oturdu. Cuma gecesi bu yorgunlukla benden bir halt olmaz, demedi deme… Kendime gelebilmek için Buena Vista Social Club dinliyorum ama Küba’ymış falan heç umrumda değil. Birazdan bir espresso daha içeceğim. O sırada sizin için o küçük Italyan espresso çaydanlığının fotoğrafını çekeceğim. Ama bunun için üzerimden fillerden birinin inmesini bekliyorum. Hacı, bari bir ayağını yere koyaydın da daha az ağırlık yapaydın. [Hacı ne rezil bir kelimedir yahu. Bilerek koydum, bir an da olsa iğrenin benden istedim. Nıhahaha.. Başarabildiysem ne mutlu]
Yazmam gereken paper’ın konusu 2004 Madrid Tren İstasyonu saldırıları ile 2005 Londra saldırılarına İngiltere ve İspanya’nın devlet bazında tutumlarının karşılaştırılması. Vavvv.. Ne konu seçmişim kendime yahu… Malım da ondan! Terörizm ile ilgili bir paper yazmam yeterliyken kendime seçtiğim konuya bak. Zaten iki konu da çook yakın tarihlerde olduğu için öyle okunacak kitap yok. Şimdi siz "ooo ne güzel" diyorsunuz ama bibliyografya denen nalette kitaplar, makaleler, ne biliyim gazete haberleri felan olması gerekiyor. İşim iş yani. Ancak size kısaca şu tablo da güzel bir başangıç vereyim. Araştırma metodlarından most similar systems design mıydı neydi adı, o metod ilen yapmaya çalıştım. Amaç herşey benzer istediğin sonucun farklı olması. Şu tablo işte, aşağıdaki :


Bakın işte sorun burada başlıyor. Yukarıda verdiğim abuk tabloda ? olan yerde farklı bir şey olması gerekiyor. Bunun nedeni ise İki devletin terör konusunda yaşadıkları benzer/aynı olmasına rağmen iki devletin tutumlarının farklı olduğunu söylemek. Neden farklı olduğuna da yer verip makaleyi bitirmek.


Tabi eğer İspanya’da Müslüman halka karşı ne bileyim bir pozitif ayrımcılık yoluna gidilmişse ya da “community based policing” dediğim mevzu söz konusuysa benim düşündüğüm tez yatar anacığım. Dostlar sağ olsun der, başka da bi şey diyemem. Kapak olurum. İşte bunun için kahve içip makalelere geri dönmem lazım.
İşte Güccük adam.. Bİr fil üstümden indi de içtim kahvemi sonunda. Bu espresso aletini ilk Almanya'da kalırken Yunan ev arkadaşım olan Vassiliki de görüştüm. 2005 senesiydi. Londra saldırısını Bremen'de dolanırken bir gazetenin anasayfasına bakma gafletini gösterek öğrenmiştim. Gazeteyi satın alarak eve koşar adım gittiğimi hatırlıyorum. İki konu da nasıl birleşti bak şimdi. Ölmeyeyim ben e mi?

İtalyanların ustaca hareketleri efendim işte bu nazarlık alet. Garip bir kahve yapış stili var. Çaydanlık gibi düşünün, alta suyu koyuyorsunuz. Ortada filtresi var. O kısıma espresso denen zırzavat konuluyor. Su kaynayıp bir boru yardımı ile kahveye doğru çıkıyor. Bir süre orada bekleyip kahve ilen harmanlanınca da en üst hazneye geliyor. Kahve filtreler yardımı ile yukarı ulaşmıyor. Muazzamto bir şey. Berfu Hollanda'da bu alet-i mucizeyi alınca, "bana da bana da" diye çığlık ataraktan kendim de bir adet sahibi oldum. Aplamı öperim buradan!

Kahvemi de içtim ben artık şu ?? li kısma bakayım birazcık. Len umarım tutar bu aklımdaki çılgın düşünce. Yoksa milyon espresso içsem adam olmam.

Most Evil

Discovery Channel'da Most Evil diye bir program var. Program, Michael Stone adlı bir adli psikiyatristin (forensic psychiatrist unvanı böyle çevriliyordur herhalde.) oluşturduğu 22 basamaklı bir Şeytan Cetveli üzerine. İşi antipatik kendisi sempatik bu doktor, tarihteki en acayip cinayetleri inceleyerek bu cetvele yerleştiriyor. (Cetvel için buyrun: The Scale of Evil. Ama kanalın kendi sitesindeki şu bağlantı daha güzel: Explore Dr. Stone's Evil Scale.) 1'den 22'ye doğru işler kötüleşiyor.

Yayınlandığı gün ve saat hakkında hiçbir bilgim olmasa da (bu konuda bence Discovery suçlu, bir program kaosu içinde gelip geçiyor gibi hep belgeseller) ben bu belgeselin hastasıyım! Mutlaka ortasından girdiğim veya sonunu yakaladığım için de, dün izlediğim bölümü için internette biraz araştırma yapmam gerekti: Sezon 2, Bölüm 2: Stalker (Takipçi) imiş. Bu bölümde gün geçtikçe gözümde büyüyen John Lennon'ın katili Mark David Chapman'ın da olması özellikle ilgilimi çekti tabi. Ama bir diğer vaka da, yaşanma olasılığı daha güçlü olduğundan mıdır nedir, korkuttu beni.

Chapman'ın hikayesi kısaca şöyle: Kendisinin adını hatılamadığım bir zihin bozukluğu var. Çocukken sürekli gaipten sesler duyuyor. Bir şekilde hem dine, hem de Beatles'a saplantılı hale gelmiş bir adam. Ayrıca, bir de ünlü olma takıntısı var. (Tabi bunları Dr. Stone söylüyor, yoksa kendisi pek farkında değil.) Cinayetten sonra kaydedilmiş bir bant kaydında "Bir şeyler eksik. Bu hayatı burada bitirmem, yeni ve ünlü bir adam olarak tekrar doğmam lazım" benzeri bir şeyler söylüyor. John Lennon 1966 yılında birçok protestoya neden olan"Beatles İsa'dan bile daha ünlü" sözünü sarfettiğinde ise Chapman'ın üç takıntısını da karşılayacak bir durum oluşuyor: Sözde dine küfreden Beatles'ın en önemli ve en çok tanınan elemanını öldürerek ünlü olmak. Tam 14 yıl boyunca, bu üç saplantısını bütünleştirmiş tek bir saplantı ile yanıp tutuşuyor: John Lennon'u öldürmek. Ve Aralık 1980'de, maalesef amacına ulaşıyor. Dr. Stone kendisini cetvelde 7'ye yerleştiriyor.*

Bir de Gerald Atkins var ki, düşman başına. Belgeseli izlerken doktorun bu adam için söylediği hastalığı aklımda tutmaya çalıştım ama pek başarılı olamamışım anlaşılan. Eromani gibi bir adı olan bu hastalığı "sevildiğini zannetmek" gibi bir şekilde anlatılıyor. Atkins, bir barda bir kadına asılıyor, kadın karşılık vermiyor. Olay bu. Adam bir şekilde kadının aslında kendisine hasta olduğunu, ama iş arkadaşları ve patronu tarafından baskı gördüğü için ona açılamadığını düşünüyor. Bu duruma kendini iyice inandırınca da zavallı kadının çalıştığı firmaya gidiyor. 300 kurşun sıkıyor, müdürü öldürüyor ve yanındaki üç kişiyi yaralıyor! Kendisi 16. sırada yerini alıyor.

Bu "sen aslında beni seviyorsun da kendin bile bilmiyorsun" adamı beni fena halde korkuttu. Eromoni midir nedir, nadir görülen bir hastalıkmış, ama görülmüş işte. Barda marda yanımıza gelenlere de dikkat edeceğiz demek ki. Hele çok çok yakın bir arkadaşımın peşini senelerdir bırakmayan; kızın artık defalarca nefretini kusmasına karşılık olarak "aslında sen de beni seviyorsun, ondan böyle yapıyorsun" diyen; sevdiğini söyleyememesinin nedenini kendisi ve arkadaşım haricindeki her şeye bağlayan bu adamdan hem arkadaşım hem de insanlık adına daha da çok korktum.

Bu bölümü bir şekilde izleme şansı bulursanız (torrentlerini filan gördüm galiba araştırma yaparken) sonundaki şu cümleden siz de bir ürkersiniz bence: "Takipçi, (stalker kelimesini böyle çevirmişler) dünyanın her yerinde en çok görülen durumdur." Bizim üçüncü sayfa haberi diye gördüğümüz ve "kıskançlık cinayeti, saplantılı aşık" filan diye kanıksadığımız bu durum, şeytan cetvelinin üstlerine yerleşebilecek denli ağır bir hastalıkmış. Doktor bunları bir de "beyindeki şu noktaların bilmemnesi" diye açıklıyor ki, bu tiplerin telkinle filan iyileşemeyecek hastalar olduğuna iyice inanıyorsun. Yok, paranoyak olmayalım canım, bilelim diye söylüyorum. (Hadi ben rahat adamım da, Berfu okumaz bu yazıyı umarım. :))

*Tahmin ederseniz bu cinayet konusunda çok konuşulmuş. Ayrıntılı bilgiyi Wikipedia'dan alabilirsiniz. Bir de şunlar var: Lennon-Chapman, The Truth About John Lennon's Murder.

26 Mart 2009

Kutuplaşma Tehlikesi

Tarhan Erdem'in (Konda) 29 Mart Yerel Seçimleri Araştırması'nın dosyasının tamamına, pdf formatında, Konda'nın resmi sitesindeki bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz. Ben çok önemli bir kısmını paylaşmak istiyorum:

Kutuplaşma

KONDA, 22 Temmuz seçimini izleyen aylardan beri, kutuplaşmanın arttığını haber vermektedir. "Kutuplaşma", kişilerin toplumsal ve siyasal konularda, kişisel deney ve bilgisine başvurmadan, siyasal liderinin veya partisinin o günlerde söylediklerine uygun biçimde düşünmesi ve davranmasıdır.


Kutuplaşma sarmalına girmiş kişiler toplumsal konularda kendi akıllarının yönetiminde değillerdir. Sınırlı konularda her zaman belli oranda kutuplaşma her toplumda olabilir. Ancak bu çembere girenler yüzde 40-50‟yi aştığı zaman toplum için tehlike başlar. Bizde kutuplaşmanın esir aldığı kişilerin oranı -farklı kabullere göre değişmekle birlikte- yüzde 70‟in altında değildir. Acı olan, yetişmiş, aklı başında sayılacak kesimin, kutuplaşmanın çemberi içine sıkışmış olmasıdır.



Bu paragraf, araştırmanın tamamı okunduğunda daha anlamlı olacaktır. Çok önemli ve gerçekçi bir uyarı. Milletin AKP'ye doyma noktası gibi bir şeyi mi beklemek lazım bilmiyorum. Güçler ayrılığı ilkesinin de, demokrasi gibi içinin hızla boşaltıldığını düşündüğümden, aklıma bildiğim demokrasi çerçevesinde bir çözüm gelmiyor. Demokrasi dışındaki çözümleri de hiçbir şekilde kabul etmiyorum. Bakalım ne olacak diye beklemekten başka çare var mı acaba?

PEN'den Kamuoyuna

Uluslararası PEN Klübü'nün Türkiye Merkezi'nden geçen gün kamuoyuna bir açıklama yapıldı. Uzun süredir beklenen aydın tavır budur diye düşünüyorum:

PEN* Latife Tekin**, Fazıl Say, Doğa, Bilim ve Sanatın Yanında -din faşizmi dahil her türlü faşizme karşı

KAMUOYUNA

Bilim ve aydın düşmanlığının körüklendiği bu ortamda, Dünya Yazarlar Birliği PEN'in Türkiye Merkezi olarak şu önemli konulara değinmek görevimizdir:

Çevre ve tarih yağması konusunda duyarlı davranan değerli üyemiz Latife Tekin'in yanındayız. Onun kişilikli yaklaşımına tahammül edemeyen saldırganları kınıyor, bütün yurttaşları ve adalet mekanizmasını doğa, tarih ve kültür dokusunu tahribata karşı tavır almaya çağırıyoruz.


Değerli müzisyenimiz Fazıl Say'ın yanındayız. Kültür Bakanı konumundaki kişi özür dilemeli, istifa etmelidir.
Eleştirel akıl ve bilim yolu yerine inanç merkezli zihniyete tutsak kullar yetiştirmek isteyenlere karşıyız. Yaratılış efsanesini gerçekmiş gibi okul kitaplarına koyarken bilimsel evrim teorisini 'bir görüş' olarak geçiştirmek eğitim alanını din devleti yönünde tahrib etmek değil midir? Böyle kitaplara en azından göz yuman Millî Eğitim Bakanı konumundaki kişinin sorumluluğu ve hatta suçu yok mudur?

Bu noktada komşu İran'daki din faşizminin yeni bir kurbanından söz etmeliyiz:

Hapisteki İranlı genç yazarın ölümü: İntihar mı cinayet mi?

İran'da tutuklu genç internet yazarı hücresinde şüpheli bir şekilde ölü bulundu. Omidreza Mirsayafi (25) Humeynî ile rejime hakaretle suçlanarak 2.5 yıl hapse mahkûm edilmişti. Yazar bir yıl önce tutuklanmış, bilgisayarına el konmuştu. Yetkililer depresyondaki genç yazarın aşırı dozda ilaçla intihar ettiğini ediyor, ama delikanlının ailesi ilaç miktarının o kadar fazla olmadığını belirtiyor. Genç yazar "Ben siyasî değil, kültürel bloglar yazar bir kişiyim. Sayısız makalem içinde sadece 2-3 tanesi mizahî idi; kimseye hakaret amacı gütmedim," demişti.

Türkiye'de faşizmlerden faşizm beğenmek zorunda değiliz. Irkçı-darbeci faşizme karşı dinci faşizmle ittifak vahim bir hatadır.

*
Türkiye P.E.N. Yazarlar Derneği (Vikipedi)
Uluslararası P.E.N. Klübü (Vikipedi)
PEN Türkiye Merkezi (Resmi web sitesi)
International PEN (Resmi web sitesi)


** Belki unutulmuştur diye birkaç bağlantı eklemek istedim:

Latife Tekin'in Karabük'te yaşadıklarına ilişkin Radikal Gazetesi haberi: Başkan'dan yazara: Tamam bacım, terk et burayı
Aynı haberi bir de Zaman Gazetesi'nden okuyalım: Latife Tekin Karabük'te neler demiş neler...
Konu ile ilgili, Vecdi Çıracıoğlu'nun ekiyle Alper Akçam'ın açıklaması: Karabük'te Neler Oldu?

24 Mart 2009

Nane Çayı

"Beyza'nın Gröningen ziyareti, bizim şirkette nane çayı furyasının başlamasına sebep oldu." Aradaki bin tane noktayı atlayıp olayları başlangıçtan direk sonuca bağlamaya bayılıyorum! Çok eğlenceli.

Şu ve bu yazılarda da görülebileceği gibi Beyza, yılbaşı için Gröningen'e, Evahalipisi'mizin en önemli dört parçasından biri olan Berfu'yu ziyarete gitti. Sonra fotoğraflarla birlikte döndü. Şurada şunu yedik, burada bunu dinledik, şu barda tuvalet diye depoya girdim filan diye anılarını anlatırken, bir fotoğraftaki ayrıntı dikkatimi çekti: Berfu'nun süpersonik fotoğraf makinesiyle çekilmiş bir fotoğrafta Berfu bir cafede oturmuş kitap okuyor, önünde ise içinde yeşil yapraklar olan cam bir bardak var. Bitki çayı meraklısı (sanki et çayı var, ben de bunu anlamıyorum) bir insan olarak hemen ne olduğunu sordum. "Hollanda'da her yerde içilen Mint Tea derler bir çay var Denizim" dedi Beyza. "Bildiğin nane yapraklarını bardağa doldurup üzerine de sıcak su koyuyorlar, yanında da bir dirhem bal veriyorlar. Beğenmedim dersem yalan olur." bile dedi. Şuradan bulduğum fotoğrafı aşağıya koyuyorum, aynen böyle bir görüntü işte.

Ertesi gün öğle yemeğinden sonra adaçayımı (burada yazar, bitki çayı olayını vurgulamak için adaçayı demiş olabilir.) almak üzere mutfağa girdiğimde Ayşe Abla'nın önündeki bir yığın taze naneyi ayıklamaya giriştiğini gördüm. Artık yiyecek içecek temininden başka görevi kalmamış şirketimizin en yaşlı kurucusu, nam-ı diğer Dede'nin, 2 bağ taze nane siparişini 20 bağ olarak göndermesi sonucu böyle bir yığılma olmuş mutfakta. (Adam sürekli 1200 kişilik yiyecek aldığı için az kavramı dumura uğramış muhtemelen.)

Tam burada, tahmin ettiğiniz gibi, iki olay birleşiyor:

Ellerimi belime koydum ve sanki havadan gelmişim de beni sonradan montajlayacaklarmış gibi yerimde zıpladım. Göğsümdeki kocaman N harfini ve nane yaprağı resmini gözüne sokarak, ödü kopan Ayşe Abla'ya "Durun!" dedim. Sonra da "ay pardon, o silit beng reklamındaydı. Üzülmeyin! diyeceğidim ablam. Ben hallederim o yığını."

Ben ayıklanmış nanelerden alıp bardağıma doldurdum ve üzerine sıcak suyu ver ettim. Önce racona uygun olarak bal katmayı da düşündüm ama her türlü içeceği şekersiz içtiğimden ve bulanık görüntü tat alma duyumu olumsuz etkilediğinden (tat-görüntü bağlantısı fena) vazgeçtim. Ah, o ne güzel bir kokudur öyle yalebbi! Kocaman cam bardak içindeki görüntüsü de müthiş oluyor. Limon filan da yakışıyor ama bence manzarayı bozmaya hiç gerek yok.

Elimde nane çayı bardağıyla mutfaktan çıkalı bir hafta oldu. O günden beri şirketçe nane çayı müdavimi olduk. (Yalnız benim gibi direk nane-sıcak su içmek yerine, normal çayın içine nane atmayı daha çok seviyorlar.) Üstüne bir de internette okuduğum "nane çayı tüyleri döküyormuş" lafını yaydım ortalığa. Ayşe Abla fındık üreticisi, ben devlet, aganigi maganigi çürütmeden tükettik fazla stoğu. Yeni siparişler geliyor şimdi.

İnternette nane çayı fotoğrafları ararken, önce şu güzel site ile karşılaştım. Tarçınlı, anasonlu, karanfilli bir nane çayı tarifi veriyor. Yandaki fotoğrafta da gördüğünüz gibi, görüntü enfes. Burada ve birçok sitede bu çaydan "Fas Çayı" diye bahsediliyor. Meğer bu nane çayı Fas'ın geleneksel çayıymış. Hatta Google'da Mint Tea arattığınızda Wikipedia'da Morroccan Tea Culture sonucu çıkıyor.

Diğer malzemeleri edinip bir de böyle deneyeceğim. Böyle kokulu içeceklerin kokusu atmosfer yaratıcı olduğundan, yanında doğu ezgileri olan müzikler dinleyip (ki zaten bayılırım) oralardan bir kitap okuyayım diyorum. Ay, bu plan çok güzel oldu, gidiyorum ben.

22 Mart 2009

Kartalkaya

21 Mart ve 23 Eylül tarihleri, en çok sevdiğim mevsimlerin giriş günü olduğundan fevkalade sevdiğim günlerdir. Daha görülmemiştir ki bir 21 Mart'ın, bir 23 Eylül'üm kötü geçsin. Ekinokssever bir insanım. Bu sene de bu durum değişmedi ve hiç ummadığım kadar güzel bir haftasonu tatili ile süper bir 21 mart geçirdim. Biz de bir nevi Nevruz'u kutlamış olduk işte. Yazının bundan sonraki kısmı minik bir gezi yazısı havasında olacak sanırım. Aşağıdaki şarkıyla birlikte iyi gider bence:
(Devotchka -till the end of time)





İş yerinden Gül diye bir arkadaş var. Sağolsun, ailesinin Kartalkaya'daki dağ evine bizi aylardır çağırdığı halde bir türlü gidecek fırsat bulamamıştık. Ha, bu arada kendi aramızda Gül'ün arkasından "zengin len bunlar galiba, dağ evi filan diyor filmlerdeki gibi eheüeho" diyor, dağ evimiz olmadığı için kendisine bok atıyorduk, doğrudur. Neyse efendim, bu kez bir ay önceden 21-22 Mart tarihlerimizi rezerve ettik ve cumartesi günü iş bitiminde, on iki gibi iş yerinden beş kişi yola çıktık. (Buraları hızlı geçiyorum ki ana konuya geleyim.) Yol üzerindeki Forum Ankara'daki Kipa'dan delicesine alışveriş yaptık. Bir buçuk iki saatlik yolculuk boyunca kar kalınlığının gittikçe nasıl yükseldiğini gördük. Kındırga Köyü'ne (sanırım buydu adı) yaklaşınca Gül, evin bakıcısı Seyfi'yi aradı. Seyfi, benzinlikten ötesinin çok karlı olduğunu, oradan bizi alacağını söyledi. Arabamızı benzinliğe bıraktık ve Seyfi'nin harbi arazi aracına (öyle şehir cipi değil), Kipa adlı sayısız poşetlerimizle birlikte sığıştık. Aşağıda, cip esnasında ve bitimindeki halimiz görülüyor:










Dağ evinin fotoğrafını da hemen aşağıda görebilirsiniz. Hani, Türk filmlerinde Nuri Alço masum kızı dağ evine kaçırır, kristal bardakta ilaçlı içkisini verir, üst kattaki odada tecavüz eder ve alt katta yanan şöminenin yanına gitmek için merdivenlerden bornozuyla iner ya. Burası işte:


Evet, evin doğru düzgün bir fotoğrafını çekmediğimiz için üstte gördüğünüz fotoğrafı bu siteden aldım. Zira burası eskiden Bolu Bungalov adlı bir pansiyonmuş. Biz oradayken kar daha da fazlaydı ama hava çok yumuşaktı. Kadayıf üzerine kaymak dediğimiz türden bir güzellik. Dedim ya, 21 Mart canımdır ciğerimdir.

Gelir gelmez mutfağa girdik, yiyecek ve içeceklerimizi hazırladık. Seyfi Efendi mangalımızı yaktı, sucuklarımızı köftelerimizi pişirdi. (Heyt be.) Geniş dağ manzaralı süper verandadaki masayı kurduk ve güneş gidinceye kadar demlendik, keyif çattık.

Gül ve annesinin burası için ördüğü kalın hırkalar da az gelince içeri girdik. Bulaşık meselesini hallettikten sonra (yok, o kadar zengin değiller) şömineli müthiş odaya kurulduk. Şömineyi yakma işine, içeride de üşüyünce girdik. Bacanın kapağını açmadığımız için (öyle bir şey varmış) duman içinde kaldık. Neyse ki sonradan Seyfi Efendi telefonda bize durumu izah etti. Artık bizim için ne düşünüyordur adam bilmem.

Evdeki her şey ince ince düşünülmüş. Kaba veya basit denebilecek hiçbir şey yok. Havluların işlemesine kadar her şey dağ evi konseptine uygun, kullandığımız her şey oldukça moderndi. Son model bir ses sisteminde müzik dinleyerek şöminenin önünde içki içip muhabbet etmek çok güzeldi.

Aslında evin oldukça acıklı bir hikayesi var; burası eskiden İstanbullu zengin bir iş adamına aitmiş. Ailesi ile her tatili burada geçirirlermiş, çocukları burada büyümüş. Sonra bir gün üniversite son sınıftaki oğlu kayak yaparken feci bir kaza geçirmiş ve boynundan aşağısı felç olmuş. (Kayak takımları için bizim kaldığımız odada ayrı bir bölme vardı.) Sonrasında eşi kanser olmuş ve adam bu evi bir daha kullanmak istememiş. Önce pansiyon olarak işletilmek üzere birine kiraya vermiş. Bir süre sonra da satmış.

Evde toplam üç oda var. Her biri oldukça geniş ve içinde kendi tuvalet -banyosu var. Gökçe ile birlikte kaldığımız oda masal odası gibiydi. Hani ortaokulda çizilen resimlerdeki gibi.. Düşünüyorum da, buraya pansiyon olarak gelseydik 'iyiydi, pek güzeldi' filan der geçerdim muhtemelen. Ama tanıdığın birine ait, bildiğin "ev" beklentisiyle gidip de böyle bir şeyle karşılaşınca bir acayip oluyor insan.









Gece 12 gibi yattığımızdan sabah çok geç kalkmadık. Uyandığımzıda dışarıda lapa lapa kar yağıyordu, sabah sabah evin her penceresinden bir kız bakıyordu. Sonra, o caanım mutfağın içinde caanım bir kahvaltı hazırladık. Mutlulukla bir ilgisi vardı:

Hazırlarken..
Yerken...

Yemekten sonra elbette yürüyüşe çıktık. Ben sincap, tilki filan görürüz diye çok umutluydum ama maalesef ayak izleriyle yetindik. Eve girdikten sonra da seslerini duydum. "Şüphesiz ki Deniz bizi göremez, fakat biiiz, varlığımıza dair mesajlarımızı kendisine indayrekt veririz" dedi galiba hayvanlar. Amenna ve saddakna.

Karda yürümeye alışkın olmayan bünyeler devrilirken...
Sonunda benim de böyle bir fotoğrafım oldu. Buradaki botlardan 3/5'i bizim çalıştığımız fabrikada üretildi (Saat 11, 1 ve 4 yönündekiler.) Ablama botlar için buradan bir teşekkür daha göndereyim bu arada. (Ben 6'yı 5 geçiyorum galiba.)
Şarkıda "benim meskenim dağlardır" derken ne denmek istediğini tam bu noktada idrak ettim.

Dağlardaki ormanlar, kışın yapraklarını döken karaağaç cinsi ağaçlardan oluşan ormanlarmış. Bu yüzden çok değişik bir görünümü vardı. Üzerindeki bulutla birlikte biraz esrarengiz görünüyordu açıkçası.

Saat ikide Seyfi Efendi cipiyle bizi almaya geldi. Eve ve güzel tatile elveda dedik. Benzinliğe gittik. Arabamızı aldık ve Ankara'ya yola çıktık. Haziran'da, bu kez her yer yemyeşilken gidelim diye söz verdik. Hadi bakalım.

19 Mart 2009

Bana Eviğeytırla Gelmeyin

Dün akşam o kadar sinirlendim o kadar sinirlendim ki, sinirlendiğim şeyin bir film olduğunu bile unuttum. Evet bir film, adı da Aviator nalet şeyin.

Her şeyden önce bir içeriden görünenler bilgisi vereyim: Ben keyfi severim, hem de çok. Ama keyiflenme amacıyla başladığım bir şeyi, hiç keyif almasam da yarıda bırakmam, bırakamam. Benim bir filmi, bir kitabı yarıda bıraktığım görülmemiştir. Bir şekilde yarıda kalmışların hepsi de bir liste halinde kafamda durup beni sürekli rahatsız eder, önünde sonunda geri döner bitiririm. Sinemaya gidip de filmin yarısında çıkanları filan şaşkınlık içinde dinleyişim bundandır. Ha, ne kadar sevmediysem o kadar dikkatli izliyorum /okuyorum bir de. Ah ah, hayat bana zor şekerim.

Şimdi... Bu filme diyeceğim iki çift laf var:

Beni iyi dinle seni gidi film gibi: Benim akşamlarım değerli arkadaşım! Toplamda tam on iki saatim işe ayrılmış durumda zaten. Akşam 20:00 -24:00 saatleri arasındaki 'teneffüs' zamanımı boşa harcamayayım diye akşam yemeklerini bile kestim, öyle söyleyeyim belki daha iyi anlarsın. ("Yemek hazırla -ye- bulaşık yıka" vakitlerinden tasarruf.) Ayrıca, gezmeye tozmaya da meraklı bir insan olduğumdan, evde geçireceğim zaman genellikle planlıdır. O akşamı evde geçireceksem öğle yemeğinden sonra planımı yapmaya başlarım. Hele bir de o gün bir şeyler becermişsem, kendime aferin dediysem o planlar bir şeker olur ki, mmm.

Dün de çok yorucu ve bol 'aferin'li bir gündü. Kendime bira ve patlamış mıdır eşliğinde süper bir film izleme ödülü verdim. Biraları alırken canım bakkalımız Murat'ın Yiğit'i sorması üzerine yaptığımız asker muhabbeti sırasında patlamış mısırı almayı unutmam bir şeylerin ters gideceğinin göstergesiydi zaten. (Tam şu anda gözümün önündeki sahneyi sizinle paylaşmak istedim: Len evde mısır vardı sanki? Var mıydı ki? Len? Evde uçan o güve kelebeği? Hayııırrr!)

Geçen hafta tesadüfen No Man's Land adlı filmi izlemiştim. (Solda, en sevdiğim sahnesinin fotoğrafı var.) Hakkında hiçbir şey bilmeden izlediğim filmlerin böyle muhteşem çıkması ne büyük bir sevinçtir öyle! Savaşı böyle manidar ele almış, bunca ödüllü bir filmi duymamış olmam da ayıp tabi, zarardan döndüm işte. Türkçe'ye Tarafsız Bölge diye çevrilen bu kara komediyi izlemediyseniz çok ayıp ediyorsunuz (ehe.) Yönetmen Danis Tanovic'i biraz araştırdım ve daha sonra izlemek üzere L'Enfer adlı filmini edindim. İşte, dün akşam izlemeyi kafaya koyduğum film buydu. Ama ben, geçen haftaki şansımı baki zannederek "o film nasılsa iyidir, başka bir film izleyeyim bari" dediğim için nalet Aviator filmini başlattım.

Ne zaman başladı bilmiyorum ama filmleri hep katman katman düşünme alışkanlığına sahibimdir. En arkada duran katman süreklidir, ana konuyu oluşturur, tüm film boyunca kesintisiz olarak devam eder. Onun önünde kesintili ama büyük parçalardan oluşan bir katman daha vardır. Bu parçalar genelde, filmde başrol oyuncusu kadar iz bırakan ama başrol oynamadığından "yardımcı oyuncu" filan denilen karakterin yarattığı hikayedir. Üçüncü ve diğer katmanlar çok parçalı veya tek ve küçük bir parçadır, kesintilidir, arkadaki diğer iki büyük katmanı desteklemek için vardır. En iyisi çizerek anlatayım:

Filmde sürekli olan tek konu adamın hastalığı olduğundan (uçuş sevgisi, mükemmeliyetçiliği filan hep buna bağlıydı), onu birinci katman olarak ele alıyorum. Fakat öyle zayıf bir katman ki bu hastalık, sırf alakalı alakasız filmin içine girmiş diğer parçaları bağlamak için sürekli kılındığı, ana konu hale getirildiği çok belli. İzleyici olarak benim görüş oklarım, filmin arkasındaki boşluğa (bkz. şekil) sık sık değdi ve irkildi maalesef. Ha, sık sık derken, toplam üç saat içindeki sıklıktan bahsediyorum. Dışarıda mevsim değişti, kar yağdı filan, film devam ediyordu, öyle söyleyeyim.

Film, Howard Robard Hughes adlı milyonerin gerçek hayat öyküsünü anlatıyor. Kendisini hiç sevmeyip oyunculuğunu çok beğendiğim'ler familyasından Leonardo Di Caprio'nun oyunu gerçekten çok iyiydi. Fakat işte, yetmiyor be canım. Filmin, Yiğit'in çok sevdiği yönetmen Martin Scorsese'ye ait olması durumu daha da kötü yapıyor. Boş anına denk gelmiş herhalde.

Velhasıl velkelam, 20:00'de başlatıp, molalarla 23:30 gibi biten bu 170 dakikalık, 5 Oscarlı filme pijamamı giyerken, yatağıma yatarken, rüya görürken filan saydım sövdüm. Yiğit'in "IMDB'de 7.5 puan üzeri filmlerin iyi olması" tezini çürütmemek için girdim siteye, bir (sayıyla 1) puanımı verdim. Hayır, haksızlık yaptığımı düşünmüyorum. İzleyiciyim ben, acımasızım. Vaktiniz bolsa, ama çok çok bolsa, buyrun izleyin. Ama çalışan okuyucularıma hiç tavsiye etmem.

18 Mart 2009

Kukla

  • Gün geçmiyor ki bünyeye içki sirayet etmesin. Eee ne demişler üç yerde duracaksın: köprülü kavşakta ve diğer hatırlayamadığım iki yerde daha...
  • Kuklalar kuklalar.. şirin yaratıklar
  • Delü kelimesini ağzıma pelesenkettim... Delü dememek için bir süre değnek lafına takılacağım, duyrula...
Bir insana "senden nefret ediyorum" lafını ne kadar rahat dersiniz? Valla bir rahat dersiniz, bir rahat dersiniz ki ben diyim...Yani o kadar rahatlık pek bir başa bela aslında... Olmayın siz benim gibi...Hele içmişseniz oyy oyy pek fena.. Bakın fotoğrafa ben nasıl didim... Solda gördüğünüz ördek ben oluyorum yanında duran yeşil yaratık ise senden nefret ediyorum dediğim kurbaa.
Dün gece diğer gecelerden farklı bir şey yapmadım ve içtim tabi ki. Gittim dart oynadım sonra... Ben bir dart oynarım bir dart oynarım dicem ama yemeyeceksiniz. Bir ara oklarımın fotoğrafıyla geleyim sizlere de inanın bari... Pek bi peşin yargılar gördüm seni okuyucu, neden içtin demeyecek misin? Deme sen de ananem gibi "Zıkkımın kökünü içesiceler" de. Ama: Bir günde iki üniversiteden red aldım... Yıkılma modu tabi... Peh Amerika sen beni istemiyosun ha ben seni heç istemem de diyemedim. Düşündüm en iyi bildiğim şeyi yapayım belki birilerini yenerim hesabı -ezik şahsiyet ben- dart oynamaya gittim...Yendim evet.. kaybettiğim de oldu tabi... Benden iyi oynayan bir zat-ı muhterem ezdi geçirdi valla.. Eee dedim ben köprülü kavşakta geçmeyeceksin diye kendime ama geçtik bir kere...

Gelelim mi kuklalara... gelelim... Bu fotoğraf biraz önce çekildi. Zira dün gece o kafayla bir de senden nefret ediyorum dediğim kişiye "du hele bakam sen bi, benim bi fotoğraf çekmem lazım. Bloğa koyacaadım da" diyemedim. O kadar da rahat değilim...Dartta yenilirken imdadıma senden nefret ediyorum dediğim kişi yetişti.. Tabi o sırada benim bunu söyleyeceğimden haberi yoktu, garibimin... Geldi ve bu yenildiğim zat-ı muhterem, yendiğim arkadaşı, ben ve senden nefret ediyorum kişisi Cezalı Kriket oynadık... Takım tabi tahmin edeceğiniz gibi belli.. Neyse ben tabi içmiş içmişim deli gibi... Eve geldik... Espresso ve Türk kahvesi ile ayılma aşamalarına girildi... Bu sırada kuklalar ortaya çıktı. İsimleri yok bu sefer... Düşünmedim... Konuşma konuşma üstüne... Ben işi ciddiye aldım.. saldırıyorum resmen... Bütün gün kötü haberler alınca insan biraz da başkaları üzülsün mü diyor acaba, yok demedim öyle... Hak da etmedi o.. Bak şimdi de ne ettim len ben moduna girdim... Kötü durumlar bunlar okuyucu, yapma sen böyle..Kukla gördün mü uzak dur, içindeki canavarın çıkmasına izin verme...
Ben "senden nefret ediyorum" sözümün üstüne bir de "asla senin gibi değilim ve olmadığım için de çok mutluyum.. Beş sene sonra kendine bakınca ne görüyosun ki" gibi cümlelerle kuklamı konuşturdum.. Bu sözlerin ardından Yeşil Kurbaa tabi ki prens'e dönüşmedi... Onun yerine sözlerime daha fazla dayanamayıp elindeki kuklayı masaya attı ve "yeter" dedi... Bu tam bir saat benim sözlerime katlandıktan sonra oldu. Sonra da önüne döndü, sustu...

Kuklalar her zaman mutlu haberler vermezmiş demek ki ... ve anladım ki bazı insanlar sadece kuklalar aracılığı ile konuşabiliyormuş... İlk defa dün gece bu kadar açık konuştuğum ve kurbaanın da bana açık bir şekilde sorduğu sorulara cevap veremediğim için anladım ki kukla olsan da bir yere kadar...

Kurbaa masanın üstüne atıldı evet ve yeter denildi ama yetmeyeceği belliydi...Susunca anladım ki aslında bendim açık konuşmayan... Senden nefret ediyorum dedim ama ne istiyosun benden be kadın vari sorulara cevap veremedim... Aynı Viki Kıristina Barselona'daki gibi: Ben hep ne istemediğimi biliyorum sanırım...

Güzel bir geceydi, bütün günahlarımı çıkardım... İçimdeki her düşünceyi söyledim ve kurbaa da söyledi... Yok yok prens'e dönüşmedi tabi.. O hala aynı yeşil kurbaa sanki pembe renkli kurbaa var da? Benim ki de lafın çoku!

17 Mart 2009

Maceraperest

Bora Bilgin'in Sandeletli Seyyah bloğunu uzun zamandır takip ediyorum. İlk kez Rainbow /Middle East Gathering (mutlaka okuyun) deneyimiyle tanıdığım bu kırk bir yaşındaki gezgin doktor, haftasonu için İzmir'den otostopla Gürcistan'a giden; eşi ve on yaşındaki oğulları Can ile Brazilya'yı turlayan bir maceraperest.

Kıskananların 'manyak' dediğini duyar gibiyim. Keşke hepimiz öyle olsak. Kitap okumak için bile 'vaktim olmuyor' diye uyduran biz çalışan familya insanları Bora'yı görüp feyz alalım. (Kitap için olmasa bile her boka 'vaktim yok' diyen kendimi birinci sıraya koyuyorum.) Bu blogdan öğrendiğim bir diğer önemli şey de 'para yok' meselesinin de ancak bir bahaneden ibaret olduğu. Zira Bora ve ailesi, birbirini ağırlamak üzerine kurulmuş web sitelerine üyeler.* Dışarıdan İzmir'e gelenleri kendi evlerinde ağırladıkları gibi, gittikleri yerlerde de aynı bağlantılar üzerinden ağırlanıyorlar. Bloğunda paylaştıklarının 'evsahipleri' yönü de oldukça zengin bu nedenle.

Bora Bilgin ve eşi Neşe Bilgin ayrıca, oğulları Can'ın dünyanın bir ucunda birçok şeyi deneyimlemesi için teşvik ediyorlar. Gittikleri yerlerdeki çocuklarla arkadaşlık ediyor, gidip büfedeki Brazilyalı amcadan Türkçe olarak gazoz istiyor.. En güzeli bence, 'Can'ın Gözünden' bölümüydü; onun da eline minik bir fotoğraf makinesi veriyorlar ve gördüklerini kendi gözünden çekmesini istiyorlar. Sonuç pek parlak değil tabi. Ama ben bu çocukla on yıl sonra karşılaşmak, tüm bu maceraları kendi gözünden nasıl hatırladığını dinlemek isterim.

Müziğe, sanata vs. yatkınlık gibi 'gezginliğe yatkınlık' diye bir şey olduğunu düşünüyorum. Gezen insan modeli genelde, dışarıdan hayranlıkla izlediğim ama kendime pek de uygulayamayacağım bir model, kabul ediyorum. Yine de Sandaletli Seyyah veya Gezgin Rocker** gibi meceraperestleri takip etmek bana bir nevi motivasyon sağlıyor, ufkumu genişletiyor. Bu yüzden de sizinle paylaşmak istedim.

Bora Bilgin, çok ilginç bir şekilde Google Reader'da görünen ama sitesinde görünmeyen, Brezilya gezilerinin son bölümünü anlattığı yazıda Seinfeld'den bir alıntı yapmış. Çok sevdim, onunla bitireyim:

"Büyükler için bütün bonibonların tadı aynıdır ama çocuklar sarı ile kahverenginin tadının çok farklı olduğunu bilirler"

*Bu sitelerin isimlerini biliyordum ama unuttum. Zaten pek fazla bilinmeyen, bu konuda oldukça samimi olanların bulunması gereken yerler.

** Gezgin Rocker'la ilgili siteden biraz bilgi:


Karayoluyla Asya Gezisi

Bu site 2004/2005 yıllarında gerçekleştirdiğim 6,5 ay süren karayoluyla Asya gezisi ile bilgileri içermektedir. Yolculuğumun ilk etabını karayoluyla İran, Pakistan, Hindistan ve Nepal oluşturdu. Sonrasında ise uçakla Myanmar(Burma)'a geçtim ve ardından gene karayoluyla Tayland, Kamboçya ve Vietnam'ı gezdim. Yolculuğun son durağı gene Tayland oldu ve buradan uçakla Türkiye'ye döndüm. Bu sitede yolculuğumla ilgili her türlü veriyi toplamaya çalıştım, umarım iyi vakit geçirirsiniz...

14 Mart 2009

Cuma ve Cumartesi gecesi nasıl geçer

Şu an denizin evinde oturmuş şarap içiyoruz. Yanda üç adet mum yanıyor. Aslında ikisi yanıyor, bir tanesi aykırı çıktı, yanmamakta ısrarlı. Aykırı düşünceleri olan nesneler konumuna girdi benim için. En azından bir mumun beynimde böyle bir yer edinmesi bile benim düşüncesel bazda sapıttığımın simgesi.

Bugün cumartesi ben gene erkeklerin ne kadar mal varlıklar olduğunu kanıtladım. Konunun irdelemeyeceğim üzgünüm. Ancak bu düşünce bende önceden vuku bulduğunda Şehriye Vakvak öyküsüne başlamıştım ve sonra da yarım bırakmıştım. Neden yarım? Çünkü o düşünceden kendimi sıyırmıştım. Bugün gene aynı nalet hal içindeyim. Ne oldu deme, anlatmam çünkü. Ancak erkeklerin böcek olması* sonrası Deniz'i arayıp:
Beyza: evde misin?
Deniz: evdeyim
Beyza: geliyorum
şeklinde kısa bir konuşma yaşadık. Deniz'e hiç "işin gücün var mı, gelsem mi?" falan gibi sorular yöneltmedim. Zira hemen yanına koşup bak böyle böyle oldu diye anlatmam gerekiyordu. Ben ne kadar erkeklerden uzak durmaya çalışsam da onlar beni buluyor kardeşim. Bulmayın beni, istemiyorum. Aaa!!! (dellenme modu).

Neyse amacım "ayy ben bir kötüyüm bi kötüyüm ki sorma komşu" şeklinde bir yazı yazmak değildi. Hala da değil. Açıkçası şu anda pek de bi eğleniyorum. Bundan sonra denizin evine "denizin şarapevi" diye sesleneceğim, karar verdim.

Dün gece 4 şat tek-i ala ve 4 bira içtikten sonra bugün şarap ile devam edebilmem de ayrı bir konu tabi. Bunun nedeni bugünün cumartesi dünün ise cuma olması... İsim koyacak olursak Şevket günü ile Şakir günü diyebiliriz bu günlere. Geçen sene berfuyla nesnelere isim koyardık. İkimiz de ayrı ayrı devam ediyormuşuz isim koymaya. Mesela efendim sigaraya ahmet ismini koyup "bir ahmet mi yaksak" tadında cümleler kuruyorduk. Ya da yaptığımız yemeğe hüsnü diyip bugün de hüsnü pişmemiş şeklinde konuşuyorduk. En son sıcak su torbama Osmangillerden Hasan ismini koydum. Nihan'a (berfu gittikten sonra ki ev arkadaşım) da "Nihan hasanı üstüme koysana falan diyorum. Nazireler yapıyorum işte böyle, deli miyim neyim?

Gene milyon saçma konu anlattım. Neyse Şevket ve Şakir gününüzü nasıl değerlendirdiğiniz önemlidir bence....Mesela benim gibi yapıp da içerseniz tezinizi yazamazsınız. Ya da ders çalışamazsınız. Ama suç bende mi yahu, hep bu erkekler.. Beni sinirlendirip sinirlendirip yola salıyorlar sanki (köpek gibi hissettim şimdi de kendimi bak). Yok yok benim çalışasım yokmuş.

*Bu yazıyı Slumdog Milyoner'in Ringa Ringa şarkısı eşliğinde yazdım.. İçime bir böcek girdi ha deniz... Ulen tam da bana uydu valla...

*Yazarken Berkecan (şarap) içiyor olmak da bu yazıyı tatlı kıldı. Berkecan ismini de Deniz'e bana bir erkek ismi söyle bakim hemen, diyerek aldım. Neden hep erkek ismi diyorsanız bu konunun altından sosyolojik öğeler** çıkardığınız anlamına geliyor. Çıkarmayın.

**Sosyolojik kelimesini bulamayayınca sol yukarıya doğru kafamı kaldırdım. Deniz'de saate baktığımı sanıp 21:50 dedi. Benim bir şey hatırlamaya çalıştığımı anlayınca da aa biz bunu öğrenmiştik, sol yukarı bakınca bir şey bir şeyi anımsamaya çalışıyorsundur, sağ yukarı bakarsan da tasarlanan bir görüntü için kullanılıyor dedi. Bunu da elindeki bir kitaba atıfta bulunarak söyledi.

***Ayrıca bu yazıya koymak için iki fotoğraf çektik. Ben aşağıda oturduğum için deniz pek bir heybetli çıktı fotoğraflarda. Bana çağrışımı ise şu oldu: Deniz sanki tanrı ve bana dönüp "benim yarattığım gubidik şey (ben oluyorum bu) ne yapıyor acaba?" diyor.


EVE GELDİKTEN SONRA

Eve gelip ulen gerçekten hiç çalışmadım yahu diyerek içimdeki suçluluk duygusunu bastırmak adına çalışmaya koyuldum.. Ancak aklım hala abuk subuk şeylerdeydi... Valla bu son,, hemen makaleye döneceğim sonrasında...
Okudugum makale The Dynamics of Nationalist Terrorism: ETA and the IRA. İspanyol bir muhterem, comperative case study yolu ile bu makaleyi ele almış.. İki organizasyonun kullandığı metodlar ve taktiklerin birbirine benzediğini, kantitatif araştırma ile sunmuş. İki organizasyon da bulundukları ülkeden ayrılma ya da otonomi istiyor. Bu yüzden de biz camia da kendi ulusunu yaratmak isteyen terorist organizasyon tipini nationalist terrorism adı altında inceliyoruz. Arada çok farklı tipte örgütler ve organizasyonlar var. Anlatacağım zamanla.. Belki de anlatmam, bilemedim şimdi.
ETA ve IRA genelde sivil ölümlerin gerçekleştiği ataklardan sorumlu olmadıklarını söylüyorlar. Yani İspanya'da bir yerde bomba patladı diyelim ve 13 kişi öldü 70 kişi yaralandı. ETA diyor ki biz yapmadık (1974'de bir restorantta yapılan bombalı saldırının rakamlarını baz aldım). Sanchez-Cuenca, yazar, da diyor ki tabi böyle diyecekler, başka türlü deseler toplumdan destek alamazlar (Ahanda tezimi savunan bir kişi buldum..3 cümle de etse böyle böyle referans vereceğim kaynaklar olacak). Toplumdan destek alamazlarsa organizasyona üyelik gerçekleşmez ya da organizasyona destek azalır. Yani savunduğunuz amaç kendi kendini patlatır hale gelir.
Bu kitap ise Boaz Ganor isimli İsrailli bir muhterem. Anam o bakış ne öyle! Karizmayım çünkü terör çalışıyorum bakışı..İsrailli olduğu için peşin yargıda bulunmayın. Teorik anlayışına saygı duyulası bir insan. Neden mi çünkü: Terör tanımına farklı bir bakış açısı getiriyor.
Benim fotoğrafım niye burda? Çok ulvi bir amaç için.... Gördüğünüz gibi artık televizyonlarda alt yazı geçer gibi bende de bir alt yazı mevcut "terörizm".

13 Mart 2009

İki Çevre Bakanı

Bugünkü Radikal Gazetesi'nden iki haber:

SYDNEY - Avustralya’nın ünlü rock grubu Midnight Oil’ın eski lideri ve Çevre Bakanı Peter Garrett, ülkede kısa süre önce meydana gelen korkunç orman yangınlarının kurbanlarıyla dayanışma için yıllar sonra dün gece sahneye çıktı. 55 yaşındaki kafası tıraşlı rockçı bakan, tüm geliri geçen ay ülkenin güneydoğusunu mahveden ve 210 kişinin ölümüne, 2 bin konutun tahribine yol açan orman yangınlarının kurbanlarına verilecek Canberra’daki konser için topladı. (1)


AFYONKARAHİSAR'ın ilçelerine ziyaretlerde bulunan Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, hızlı trenin Eskişehir'den sonra İzmir ve Antalya'ya da ulaşacağını söyledi. Eroğlu, kendisinden iş isteyen kadınlara ise "Evdeki işler yetmiyor mu?" karşılığını verdi. Dazkırı'dan Başmakçı İlçesi'ne geçen Bakan Eroğlu, burada da partisinin seçim bürosunun açılışını yaptı. Bir grup kadının, "İş istiyoruz sayın bakanım" sözlerine karşılık olarak, "Evdeki işler yetmiyor mu?" diye espriyle karşılık veren Eroğlu, "Bakanım para yetmiyor" cevabını aldı. (2)

12 Mart 2009

Evrim'e Sahip Çıkın

ODTÜlülerden yine umut ışığı bir protesto. Ben artık bu haberleri duydukça daha da fazla duygusallaşıyor ve öfkeyle kalkıyorum. Sonrasında, tepki olarak elimi kaldıracak mecalim kalmıyor sinirden. Her seferinde en uygun şekilde cevabını bıkmadan usanmadan veren, tepkisini en yaratıcı yollardan ortaya koyan ODTÜlülere ve diğer berrak zihinlilere teşekkürler. Ben de duyurayım en azından:

ODTÜ Evrim'e Sahip Çıkıyor

Darwin’in Doğumunun 200. Yılında, TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi’nin EVRİM sayısını sansürleyenlere “EVRİM”li kapak fotoğrafı veriyoruz! Galileo’nun da dediği gibi dünya, “her şeye rağmen dönüyor.” ODTÜ “Devrim” Stadyumu’ndaki eylem günü fotoğraflarımız, “BİLİM ve TEKNİK Dergisi” Nisan 2009 sayısına “kapak” olsun! Bilim dünyasına yön veren ana dinamiklerden ODTÜ camiası olarak, TÜBİTAK’tan Bilim ve Teknik Dergisi Mart 2009 sayısını telafi edecek bir “özür kapağı” bekliyoruz.
(...)
TÜBİTAK’ın birinci derecede sorumlu olduğu BİLİM ve TEKNİK DERGİSİ’nden bir “ÖZÜR KAPAĞI” bekliyoruz: Bu özür kapağına ne koyulabilir?” sıkıntısı çekebilecekler için, ODTÜ Stadyumu tribünlerinde yapacağımız buluşmada, “DEVRİM” yazısının “D”sinin üzerini “Sansüre Sansür” tavrımızı ifade etmek için bir süreliğine kapatarak ODTÜ Stadyumu tribünlerinde “EVRİM” yazısını açıkta bırakacağız. (...)

* Konu ile ilgili şu bilgilendirici yazıyı da okumanızı tavsiye ederim bu arada. (Yanlış link vermişim başından beri, neden söylemiyorsunuz yahu? =\)
* Ertuğrul'la birkaç sene önce AKP hükümeti hakkında konuşuyorduk. Ben o zamanlar Türk halkından umutluydum, doğruyu önünde sonunda buluruz biz diye düşünüyordum. Sonra Etuğrul, berberinin kendisine "abi iktidarda olmasalar bile bu adamlar en az 30 yıl daha aramızda olacaklar, her yerde kadrolaştılar" dediğini anlattı. Ozaman tam idrak edememişim, dün ettim.

*Benim bu yazıyı yayınladığım günden birkaç gün sonra Tübitak yönetimi, bu suçun neredeyse tüm sorumluluğunu Çiğdem Atakuman'ın üzerine atan bir açıklama yaptı. Atakuman'ın cavap niteliğindeki açıklaması ise yorumlardadır. Yorumu, Düğümküme'den aparttım.

Faili Muhtar

Bundanım var benim iki haftadan uzun bir süredir. Gitti Gidiyor'dan aldım.* Yalnız, nasıl da afili değil mi? Hey yavrum hey, yumuşakça yanıp sönen noktalı ışıklarını yerim senin.

Seagate Freeagent Go 320 GB. Bir isim koymuştum kendisine ama unuttum sonra. Şimdi, internetten araştırırken acaba Free Agent teriminin Türkçe bir karşılığı var mıdır diye düşündüm. Zargan'a göre varmış: Faili Muhtar. "İstediğini yapmakta özgür, başına buyruk" demekmiş. İçine tüm hayatımı koydum resmen, daha dörtte biri doldu! Bir bildiği var herhalde veya bir mesaj iletmeye çalışıyor bana. Bu başına buyruk, karakterli halini hem sevdim hem de uyuz oldum. O yüzden huzurlarınızda kendisine yeni adını takdim etmek isterim:
"MIHTAR"
Hakettin sen bunu ama.

*Taşınabilir hard disk arayanlar için bir dipnot yazmak istedim. Bunları ben ararken bir hayırlı kul yazsaydı çok işime yarardı çünkü, ehe. Seagate, hard diskler arasında en kaliteli marka. Fakat biraz tuzlu olduğundan ben diğerlerine yönelmiştim. Derken Gitti Gidiyor'da (GG) Mıhtar'ı gördüm. Uzun profil araştırmam ve eski müşterilerinden aldığım feedback'lerle Bojidar1453 adlı kullanıcıdan 160 TL'ye satın aldım. Üç taksit yaptırdığımdan 174 oldu galiba. GG nedense (tenkü) 5 TL indirim çeki yollamıştı. Onu da kullanınca 169 liraya geldi. Sıfır ama kutusu yok, onun için Amerika'daki fiyatıyla aynı hemen hemen. Ayrıca, aşağıda fotoğraflarını gördüğünüz kılıfı satın aldım. Yalnız kılıfın 20 lira olduğunu öğrenince vazgeçiyordum neredeyse ama makineye o kadar para verip de yirmi lira için cimrilik yapmaya, risk almaya gerek yok dedim. (Gerçi CaseLogic'in kendi sitesindeki fiyata göre yine iyiymiş.) Zaten Ankamall Teknosa'dan beş taksitle aldım, iyi oldu. Ha, bu kılıfın alternatifi, başka rengi, daha ucuzu var mı? Yok maalesef. Yalnız, bu ince hard diskler darbelere daha dayanıksız olduğundan kılıf almak iyi oluyor. Çizilme, vurulma riski olmadan çantanızda, hem kablosuyla yanyana, taşıyabiliyorsunuz.


Bahsetmeden geçemeyeceğim. Google Translate Faili Muhtar'ı "fails the muhtars" diye İngilizce'ye çeviriyor. Bunu tekrar Türkçe'ye çevirince ise "bu muhtars başarısız" diyor. Döverim ben seni Google Translate gibi, gayet de süper. Cık cık cık.

Neme Lazım Bilgiler

  • Adana'da Beyza'yla İklim diye bir kadın ismi duyduk ve anlamını olmasa da söylenişini ikimiz de aynı anda çok sevdik. (Sağda gördüğünüz fotoğraf, ismi 'beğenmez iken' çekildi. Negatifine çevirdim, 'beğenirken' oldu.)
  • Fotoğrafa bakın. Fred'le Barni'den ne eksiğimiz var?
  • Duman'ın yeni albümü 18 Mart'ta çıkıyormuş. Dayımın doğumgününü daha önce hiç bu kadar sabırsızlıkla beklememiştim.
  • Annemle babama, ama özellikle anneme, seçim öncesinde ulaşmanın imkanı yok. Telefonla konuştuğum zamanlar, aynı anda arkadan "arororarorro" şeklinde megafon konuşması geliyor. Annem duymuyor diye ben de bağırarak konuştuğumdan, toplum içinde yemek tarifi almam yasaklandı.
  • Dün akşam sonunda Berficanımla konuşabildik. Hem aşırı özleyişimden, hem de onun benden de ziyade 'soru soran cinsinden süper dinleyici' olmasından mütevellit, tam on üç dakika dert tasa anlattım kendisine. Halbuki ben onu dinlemek için konuşmak istemiştim. Hep kandırıyor beni yaa.
  • İtiraf ediyorum, şuradaki yazıyı yazdığımdan beri Beatles dinliyorum durmadan. Diğer grupları iki Beatles arası dinliyorum. Pause düğmem çok dominant benim, play'e geçirtmiyor.
  • Misalen; Fiona Apple, Beatles, Fever Ray, Beatles, Emiliana Torrini, Beatles, Jem, Beatles... Ha, bir ara Beatles'ın yerine konabilmeyi beceren tek grup Sakin oldu, ama sonra o da araya girdi. Artık böyle yaşamaya alışacağım galiba.
  • Slumdog Millionaire'in soundtrack albümünde Ringa Ringa diye bir şarkı var. Çıkçıkı çıkçıkı çıkçıkı diye başlıyor. Hemen arkasından bir adam "Khaydi Angaralılar" diye bağıracak diye bekliyorum hep. Müthiş bir şarkı yahu, mutlaka dinleyin. Ha film müthiş değil mi? O da muazzam, o da müthiş.
  • DenizinGökyüzü diye bir bloğum daha oldu benim. En sonunda şiir miir.
  • Diyorlar ki "ne len bu, narsist misin her yerde 'Deniz'in bilmemnesi'?" Halbuki ben deniz kelimesi -sadece- adım olduğundan değil, dünyanın en güzel şeyi olduğundan kullanıyorum. Ha, adım Sayfiye olurdu, ben Sayfiye'nin Çimleri diye blog açardım, o zaman konuş.
Sonradan Not: Ringa Ringa şarkısı, cinsel organına böcek giren bir kadının hislerini anlatıyormuş! İnanmıyorsanız İngilizce çevirisine şuradan bakabilirsiniz. Bu Hintliler ne garip, ne güzel :)

11 Mart 2009

Faili Meçhul Kıyak

Son zamanlarda duyduğum en güzel, en "iyi", en komik olay: Faili Meçhul Kıyak. Fikir Atölyesi'nden Tunç Kılınç'ın projesi.

Olayın özü çok basit: Birine gizlice bir iyilik yapıyorsun ve ardında aşağıda gördüğün Faili Meçhul Kıyak kartını bırakıyorsun. Ve evet, sonunda sen de mutlu oluyorsun! Kazan kazan. Amelie'nin sevincini hatırlıyorsunuz değil mi? O sevinçten işte, bence hepimize lazım.

Çünkü;

"Faili Meçhul Kıyak konusu gibi konular her zaman insanın aklına gelmez…
Bu konunun benim için birkaç önemi var..
Bir kere çekirdeğinde bir gizli kahramanlık var…
Sonra çok insanın katılması var…
Sonra yeni bir şey olması var…
Sonra genç insanların dahil olması var…
Sonra ümit taşıyan bir şey…
Sonra değiştiren bir şey az ya da çok…
Hayata bir katkı….”


Oyunun çıkış noktası, yorumlar ve karttan sekiz adet çıktı alabileceğiniz linkler için tam bu noktaya bir tık yeterli.

*Webrazzi'ye haberi için teşekkürler.
*Ben kartları cüzdanıma koydum bile. Yaptığım kıyakları yorumlarda paylaşırım.
* Şu öneriyi çok sevdim bu arada: “2009 yerel seçimlerde oy pusulasına bir ataç ile bunu kıstırıp oyumu kullanacağım :)”

9 Mart 2009

Hayata Soru Önergesi

Takip ettiğim bloglardan Ayşe's World'deki şu yazıyı okuyunca TBMM sitesine girip soru önergelerine bir bakayım dedim. 25 Şubat tarihinde DTP Batman milletvekili Ayla Akat Ata tarafından verilen soru önergesi gözüme çarptı. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü haberlerini pasif olarak takip ettim, ama bu olay karşısında bir şeyler yazmadan duramayacağım galiba:

Soru önergesi, 1985'ten beri artarak devam eden Batman'daki kadın intiharlarıyla ilgili. İntihar zaten başlı başına yürek burkan bir şey. Bir insanın iradesi dahilinde kendini öldürmesi, şiddetin en yoğun halidir gibi geliyor. Şiddetin bir adım ötesi; artık konuşacak bir şey kalmadığı, tüm çabaların bittiği bir susma anı: İntihar. Hele ki, varsayılan olarak önüne sunulan hayatı zaten çaresizlik üzerine kurulmuş olduğundan hepimizden çok daha ağır acıları kaldırabilen bir kadın topluluğunun, birer ikişer kendine kıyması; hem de bunu dikkat çekmek için bağıra çağıra değil, sessiz sedasız yapması, çok düşündürücü. Politik, psikolojik, sosyolojik ve daha bir çok açıdan derinden incelenmesi, unutulmaması gereken bir konu. Maalesef hala devam ediyor. (Şurada okuduğuma göre Emile Durkheim, intiharın nedeninin tamamen toplumsal olduğunu, bireysel bir nedeni olamayacağını savunuyormuş. Sanırım bu durum için özellikle geçerli bir tez.)

Bakalım soru önergesinde neler sorulmuş:

  1. Kamuoyuna yansıdığı üzere 2000 yılında bakanlığınızca yapılan araştırma sonucu Batman'da gerçekleşen intihar vakalarının %80,9'unun kadın intiharları olduğu yönündedir. Bu olumsuz durumu önlemek amacıyla hangi çalışmalarda bulundunuz?
  2. Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlık olarak, kadın intiharlarında etkisi olan sebeplerin, kadınların yaşamlarında ne tür psikolojik sorunlara ve travmalara yol açtığına ilişkin akademik ve bilimsel çalışmanız oldu mu? Bu konuda ne tür çözüm arayışlarına gidilmiştir?
  3. Bakanlığınızca araştırmalar yapılırken kentin coğrafik, sosyolojik, tarihsel ve kültürel yapıları dikkate alındı mı?
  4. Kadın intiharlarında önemli bir etkisi olan erkek egemen ve feodal anlayışlara karşı Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlık olarak mücadele ediyor musunuz? Bu konuda neler yapılmıştır? Bu çalışmalar için ayrılan bir bütçe var mıdır?
  5. İntihara teşebbüs eden kadınlar için Bakanlığınız tarafından herhangi bir psikolojik destek ve yardım sağlandı mı?
  6. Ülke gündeminde önce magazinleşerek yer bulan, daha sonra ise sıradanlaşarak gündemden düşen kadın intiharlarına ilişkin 2002-2008 yıllarına ait veriler nelerdir?
Son maddede geçen magazinleşme sırasında Batman'a giderek konu ile şöylemesine bir ilgilenen Nimet Çubukçu'ya (evet, önyargılıyım kendisine karşı) biraz daha derinlere gitmesi için sorulmuş sorular. En azından sıradanlaşarak gündemden düşmeye karşı bir hatırlatma diye bile düşünsek, meclise böyle bir soru önergesi veren milletvekiline teşekkür ederim.

Konu ile ilgili bir yazı için tık.
Soru önergesi için tık.

8 Mart 2009

TED: Ideas Worth Spreading

Bir seneyi aşkındır bildiğim ancak bir türlü nimetlerinden faydalanamadığım bir cemiyet* olan TED’den artık sömüre sömüre yararlanmayı kendime bir borç bildim. Uluslararası İlişkiler*de hani geçenlerde bahsettiğim realist okul ve eleştirel kuram konusu vardı ya TED’in yaptıkları tam eleştirel kuram ışığında oluyor. (Gene sesiniz yükselir gibi oldu okuyucu. Evet… Uluslararası ilişkiler de sadece bu iki konu mevcut, başka da bir şey yok. Bende evire çevire bu konulardan bahsediyorum. Bilmediğim 5 vakit namaz ama onun da zaten bizim bölümle alakası yok).

Nedir bu TED talks, yenilir mi içilir mi diye soracak olursanız, kusura bakmayın ne yenilir ne içilir. Bizim sülale olsaydı şimdi yemek içmek mevzu bahis olmadığı için “aman gene bizim kız saçma sapan konulara gark olmuş derlerdi. Zira onlara pekmez diyeceksin ya da ne bileyim elma, armut falan diyeceksin, pek bir neşelenirler. Neyse ki annemin 7 ceddinin (Deniz-Yiğit-Pınar abla dışarı) internet ilen işi yok da küfürü yemiyorum. Aaa bak şimdi aklıma ne geldi… Abimin nişanı nedeni ile Adana’ya gittik. Dayılarımdan biri ile bir konuşma geçti aramda. Buyrunuz:
Kara/Marsık Dayı: Şimdi sen siyaset okuyorsun ya seni televizyonlarda görebilecek miyiz?
Beyza: Tabi, dayı! (Niye tabi dedim bilmiyorum, Munzurluğum üstümdeydi)
Dayı: Yani bir 10 seneye falan?
Beyza: Yok 5 seneye çıkarım ben televizyona (sen rahat ol Nalan efekti)
Dayı: Böyle televizyona çıkıyorlar ülkeye verip veriştiriyorlar falan ya bir deli oluyorum öylelerine, bir şey bilmiyorlar. Bende küfrü basıyorum.
Beyza: Bana küfrü basmazsın artık, o kadar akrabayız
Dayı: Güzel şeyler konuş da basmayayım (Bu da akıllı insan cevabı. Benim sus pus olduğum dakika)
Neyse halkımız insanı siyaset dedin mi her şeyi bildiğini düşünür. Ne bileyim Başbakan’ın Davos açılımından sonra da onu karşılamaya falan gider. Zaten öyle bir meslek seçmişim ki herkesin bir lafı var bilader. Bir de lafı olduğu gibi senin söylediklerine de küfür ederler yada "sende okumuşsun sözde" gibi laf ederler. İşte tam bu noktada halkın genelinin farkında olmadığı hatta bizim camianın bile hafif addettiği konuları ele alan Ted Konferansları ufkumu bir nebze daha açtı.

İçlerinden pek hoşuma giden bir konuşmayı burada belirtiyorum. Konuşmanın adı “The Real Crisis? We stopped being wise”(Asıl Kriz? Akıllı olmayı bıraktık). Konuşmacı Barry Schwatz psikoloji ve ekonomi üzerine uzmanlığını yapmış bilge bir insan. (La hoy yanda fotoğrafı var...) Konuşmasını dinlerken yahu söyledikleri ne kadar da doğru diye diye kafa salladım. Salla baş oldum, akşam boynum ağrıdı ama değdi. Kural kural diye diye insanların robotlara benzemeye başladığını söylüyor Schwartz. Kuralların kötü olmadığını ama her kuralın da her koşulda uygulanmasının doğru olmadığından dem vuruyor. Bunu yaparken de pek güzel örneklemelere yer veriyor. Mesela hastane (evet gene hastane) görevlilerinin iş tanımlarını alıyor ve bir güzel hepsini Powerpoint ilen gösteriyor. Temizlik gibi konular var iş tanımlarında. Ama hasta ile görevli ilişkisinden ya da hastanın ihtiyaçlarından hiiiiç bahsedilmiyor. Barry’de soruyor “bir insanın mesleği insanlarla ilgili olur da iş tanımının içinde nasıl olur da insana dair tek bir kelime bile geçmez yalebbi”. Geçmez Barrycim, ballı böreğim, buluberim. Sonra da diyor ki biz neyin doğru neyin yanlış olduğuna artık kafa yormuyoruz. Etik metik bilmez olduk. Verilen görevi yapıyor muyuz bu kaldı geriye. Halbusine akıl yürütme dediğimiz şey biraz da olsun kişiye ve onun doğruyu yanlışı ayırt etmesine bakmaz mı?
Diğer bir konuşma ise 2009 TED Prize’ı kazanmış Sylvia Earle. İşte konuşması... Kendisi pek nev-i şahsına münhasır bir insan. Ninni gibi bir ses ile dünyanın içine nasıl ettik konulu konuşmasında hala umudun olduğunu ve denizdeki canlıları korumamız gerektiğini söylüyor. İnanır mısın denizdeki büyük balıkların %90’ını çoktan yemiş bitirmişiz. Sanırım benim sülalem gibi zibilyon sülale mevcut dünyada. Ne diye koruyayım olum denizi diyorsan soluduğun oksijenin nereden geldiğine bir bak diyorum sana. Başka da bir şey demiyorum (Sylvia Earle’den öğrendiğimi de hemen burada satıyorum böylece… Ayrıca sinirlenince sizi bizi bırakıp sen ben diye konuştuğuma da dikkat ettiniz sanırsam).
Üşenmeyip 20 dakikanızı ayırıverirseniz sizde bu enfes konuşmalardan yararlanabilirsiniz kuzum...

*Community kelimesinin Türkçe karşılığında sözlük vari yerlerden: ahali, cemiyet ya da cemaat kelimeleri çıkınca biraz gülümsedim. Aslında Ted Ahalisi yazmak vardı ama yazının ağırlığı gider maazallah diye vazgeçiverdim. (Community kelimesinin karşılığını arayan bir insan olmam ise ne kadar Türk olduğum ve Türkçe bilgisine sahip olduğumu da ortaya çıkardı bak şimdi. (tüh tüh vah vah)

* Ya şu word manyağı “uluslararası” kelimesini her seferinde ayırmıyor mu delü ediyor beni.. Ayırma kardeşim, o kelime bitişik yazılınca daha mutlu!).

6 Mart 2009

Kahvem Bana Bir şey Anlatmaya Çalışıyor

Kahve falı ile alakam, "üç vakte kadar beş" gibi komiklikler ve "hayatın telvesi" gibi metaforlar kadar oldu şimdiye kadar. Fakat, bugün kapatıp da Duygu'ya bir şeyler sallaması için götürdüğüm fincanın içinden aşağıdaki resimde gördüğünüz gibi bir yazı çıkınca şöyle bir tüylerim ürpermedi değil:

İhtimalleri deşmek zevkli:

1- sebi
2- seti
3- 5, 12, 6, 1, 0
4- ibiş (diğer taraftan bakınca, hehe)

Araştırma sonuçlarım ise şöyle:

1- Sebi, şurada yazdığına göre, Rize ve çevresine "çocuk" anlamında kullanılıyormuş. Ayrıca, Farsça "Şeb" gece manasına geliyor. "Sebil" mi acaba diye de düşündüm.
2- S.E.T.I. ise çok enteresan. "Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması"nın kısaltılmış versiyonu, ehehe. Buyrun buradan bakın.
3- Sayısal loto için midir, yeni bir Lost hikayesi için midir?
4- Sizi gidi komik cinler. Sizsiniz ibiş!

Son olarak, aynı fincandan bir başka görüntüyü paylaşayım. Bu da çok ilginç, peri bacaları galiba.

Anlamazsın Anlamazsın

Evahalipisi yazarlarından Deniz'in, tüm o geniş görüşlülüğüne, hoşgörüsüne, efendime söyleyeyim, süper anlama kapasitesine rağmen en çok anlayamadığı durum nedir?

A) Penceresi olmayan minibüsün arkasına ahşap sandalye koyarak protokol yolunun sol şeridinde saatte 40 km ile seyahat eden adamlar. (Bu sabah gördüm. Gerçek.)
B) Tatlı sevmeyen, ve hatta tatlı düşkünü olmayan insan tipi.
C) "Bardağa su koydum" derken bile dünyayı kurtarıyormuş gibi tripler takınan iş yerindeki kişi. (Bu kişi bulutların pamuktan yapılmadığını 28 yaşında, benim nezaretimde öğrendi. Gerçek. Yine de -farkında bile olmadığı- dünyayı kurtarıyor işte hatun. Biraz trip kapacağım kendisinden, o da lazım.)
D) Deniz'in en iyi dans ettiği iki müzik türünün neden rock'n roll ve Ankara havası olduğu, ve neden bunlar dışında dans etmeyi beceremediği.
E) Bu şık şarşırtma şıkkı. İsterseniz bunu seçin ama tavsiye etmem.

5 Mart 2009

Eski Yeni'de Norrda

Hooba! Nefes Bar'ın çalışanlarının açtığını duyduğum mekan Eski Yeni'de bu akşam Norrda konseri varmış. Yaklaşık bir aydır varlığından haberdar olduğum bu bardaki konserleri izlemediğime pişman oldum. Web sitesine bir göz atın, bana bir pişmanlık giderme borçlu olun efendim. (Ve Hangibar adresi: Tık.)

Norrda'yı, şurada da bahsettiğim Deniz Cuylan takibim sayesinde keşfetmiş ve ilk kez Infinite Face şarkısını Berfu'yla paylaşmıştım. O zamandan hastasıyım kendilerinin.

En son 17 Mayıs 2008'de, yani ablamın düğününden bir gün önce İstanbul'daki konserine gitme çabası içine girmiştik. Fakat, damadın ailesinin Tarabya'da verdiği süper yemek "emaan, şimdilik kimse bilmiyor fekat büyür onlar daha, Ankara'ya da gelirler" diye düşünüp, yerimizde oturmamıza sebep olmuştu. Arada başka bir tarihte Ankara'ya gelmişlerdir belki, konser takibini bırakmışım farkında olmadan son zamanlarda. Benim bildiğim, o tarihten beri ilk kez bir Norrda konserine gitme çabasına girdim. Evet, bu kez orada olacağım ve bir ara gece gündüz ara vermeden dinlediğim şarkılarını bağıra çağıra söyleyeceğim! (Hadi büyük konuştum yine, 20 Şubat'taki Sakin konserine de böyle deyip gidememiştim. Bakalım ne olacak?)

Konserden Sonra...

*Böyle zevk aldığım bir konsere daha önce gitmemiştim desem yalan olmaz. Muhteşem bir performanstı. Vokal özellikle çok iyiydi. Durmadan dinlediğim için sıkıldığım Norrda, ipodumda dönmeye başladı tekrar.
*Konser başlamadan önce ortalıkta sırt çantasıyla bir Deniz Cuylan dolaştı. Ben de izledim.
*Konseri bize haber verip de maalesef gelemeyen Beyza'ya nispet yapar gibi telefondan dinlettik müziği biraz. Bezişim, o kadar iyi bir konserdi ki çok yakın bir zamanda tekrar geleceklerine eminim, o zaman beraber gideriz. Berfu da olsa keşke.
*Eski Yeni, Limon'dan sonra Ankara'da gittiğim en iyi müzik mekanı. Hem üst katını, hem de alt katını çok çok beğendim. Gerçi konser sonrası kulis diye gittiğim yerin, konser öncesinde oturduğumuz üst kat çıkması gibi garip bir olay yaşadım. Nihan o şaşkınlığımı anlatır artık bol bol: "Yahu, üst katta da bar var biliyor musun?" Ehehe.