30 Nisan 2009

Öğretmenim

İşe ilk girdiğim sene, oluşturmayı planladığımız marka için bir anket çalışması yapmıştım. O zamanki projede hedef kitle olarak üniversite öğrencilerini belirlediğimiz için, bizzat ODTÜ ve Hacettepe Beytepe kampüsüne gitmiş, kantinlerde filan gezip anket doldurtmuştum. (Çankaya ve Gazi'de Beyza ve Yiğit dağıtmışlardı, tenkyu tekrar.)

ODTÜ mezunu olmadığım için olsa gerek, orada biraz kasılmış, sadece Çarşı'da şöyle bir dolanmış, çekinik çekinik yanaştığım için pek randıman alamamıştım. Beytepe'de ise eski ev sahibi olarak, aslanlar gibi oradan oraya atlamış, Beycafe'de masadan masaya muhabbet ederek dolaşmış, City'de yakışıklı miniklere flörtengiz hareketler yaparak anketleri doldurtmuştum.

Fakat, bizim fakültenin yanında açılmasına rağmen pek uğramadığım kafeteryada (şu yazıda bahsetmiştim) işler biraz değişti. Böyle bir sürü masayı birleştirmiş öğrenciler, kalabalık gruplar halinde ders çalışıyorlardı. Doldurulan anketlerden çıkardığım sonuca göre, geleceğin öğretmenleri, eğitim fakültesi öğrencileri o gün oraya toplaşmışlar. Hiç kimse alınmasın, gücenmesin, o gün o öğrencilerin, geleceğin öğretmenlerinin "sürekli takip ettikleri dergi"nin Sızıntı olması beni çok fena korkuttu. "Ayakkabıda marka tercihleri"nin sikko şeyler olmasını filan zaten geçtim. Ama tek ağızdan söyler gibi, hepsinin anketinde de tek takip ettikleri derginin bu Gülen cemaati dergisi olması beni tir tir titretti. O kadar çocuk yapacağım, gecemi gündüzüme katıp büyüteceğim, sonra bunlara mı emanet edeceğim lan? diye düşünmüştüm. İlköğretim için çocuğumu özel okula göndermeme kararımı bir kez daha düşüneyim dedim. İlkokulda iyi bir öğretmen gelinceye kadar, tüm ağlama zırlamalarıma karşı beni okula göndermeyen annemin de ellerinden öptüm içimden.

Nereden aklına geldi derseniz, şu haberi okuyunca aklıma geldi. Direk alaka kurarsınız, kurmazsınız, size kalmış canım okuyucularım. Ben, kafa /düşünce kalitesi açısından alakamı kurdum. Yalnız haber de az buz değil, çok komik yahu:

Öğrencinin kazandığı geziye öğretmenler gitti

AB destekli resim yarışması sonucunda 10 ilköğretim öğrencisinin kazandığı İtalya gezisine öğrenciler yerine öğretmenler ve çocuklarının gittiği öne sürüldü.

Milli Eğitim Müdürlüğü’ne dilekçeyle başvuran İlknur Karaaslan, “İtalya’ya giderken 1500 TL para talebinde bulunuldu ve sadece parayı verebilenlerin gideceğini söylediler. Ben verecektim buna rağmen götürmediler. Öğretmenlerimiz beni ve diğer arkadaşlarımı İtalya’ya götürmedi. Çocuklarıyla birlikte kendileri gitti” dedi. Bir hafta süren gezi dönüşü öğretmenlerin kendisine hediye olarak kurşun kalem getirdiklerini söyleyen İlknur Karaaslan, sorumluların cezalandırılmasını istedi.

Evet evet, haklısınız. Orada karşılaştığım gruba bakarak genelleme yapamam. Ama sonuçta oradaki 15-20 kişi de öğretmen olacak değil mi? Hem orası Hacettepe, daha Anadolu üniversiteleri var. Bu öğretmenlik işi benim kafamı kurcalıyor. Kaliteli, kendi başına düşünme ve yorumlama yetisine sahip, bilime açık "birey"leri öğretmen yapacaksın ki onlar da kendileri gibi çocuklar yetiştirsinler. Aslında, öğretmen maaşlarını 4-5 bin lira yap, bak bakalım artık kimse "hiçbir şey olamadı öğretmen oldu" diyebilecek mi? Özel derslerden parayı kıran matematik öğretmenliğinin puanlarına bakmak bie bunun doğru olduğunu gösteriyor. Böyle ödüle de konarlar, öğrencisine evrim teorisini "aldatmaca" diye de anlatırlar.

Ne bileyim öf, habere çok güldüm, Roma'da salınan şişman öğretmenleri ve boduruk çocuklarını gözümün önüne getirdim tekrar güldüm. Fakat bu mesele derin yahu, sevmedim ben bu işi.

29 Nisan 2009

Bilkent Üniversitesinde Canlı Bomba

Konu ile ilgili yazmayı düşünmüyordum ancak genel olarak her gün gittiğim okulumda bugün bu şekilde bir saldırı haberini arkadaşlarım beni  "iyi misin, zarar görmedin di mi?" şeklinde aradıkları için yazmak istedim. Evet iyiyim, Bilkentteki herkes iyi. Okula giriş ve çıkışlar kapatılmış durumda. Üniversite bütün öğrencilere mail atılarak derslerin iptal olduğu söyledi. Aslında bir değil iki kişi yakalandı. 

İlk olay 10.30 sularında fakültemin hemen karşısındaki Hukuk binasında gerçekleştirildi. Hikmet Sami Türk ders vermek için binadayken ve yanında korumaları da varken bir hatun kişi öğrenci olduğunu söyleyip kendisine yaklaşmak sureti ile üzerindeki bombayı patlattığı haberi alındı. Türk'e bir metre mesafeden bombanın patladığını da eklemek gerekiyor. Hatun kişi Atatürk Devlet Hastanesine kaldırılmış ve yaşıyor. Bunun üzerine başka bir zat, bu kez erkek, üniversitenin çimlerinde canlı bomba olarak etkisiz hale geldiği haberi geldi. 

Bilkent sanıldığının aksine ideolojik olarak bir görüşe mensup değildir. Neden Bilkent sorusuna gelince üniversiteye çok rahat bir şekilde girebildiğiniz için olabilir. Bilkent öğrenicisi olmasanız da kimliğinizi kapıdaki görevlilere vermek sureti ile içeri girebilirsiniz. 

Terör çalışmaya çalışan bir insan olarak böyle bir saldırının yanı başımızda meydana gelmesi biraz şok etkisi yarattı da denilebilir. Şu an evimdeyim, okula girebilme ihtimalim zaten yok, girsem de çıkamam. Ancak garip olan bir durum PKK'nın 1 Haziran'a kadar eylem yapmama kararı almış olmasıdır. Eğer bu iki girişim PKK tarafından yapılmadıysa kim ve hangi niyetle bunu yapmıştır? Ya da aynı hareket serviste meydana gelseydi acaba kaçımız yaşıyor olurduk? Peki yarın ya da sonraki gün bu olamaz mı? Tabi ki de olabilir. Yaşamınızın bir insanın elinde olması ne kadar ironik.

Ego ego ego!!

Bazı gelişmelerden sonra cuk oturarak dinlediğim bir konuşma oldu. Belki de konuşmanın bu kısmını ben kendi hayatıma yorumladım. Bilinmez. Dinlediğim konuşmacının adı Emily Levine. Kendisini daha önceden de bahsettiğim TED Talks'da dinledim. Konuşmasının adı da Her şeyin Teorisi (Theory of Everything). 

Konuşmanın özü ile alakası olmayan ama benim katıla katıla güldüğüm ve sonra da yahu ne kadar doğru aslında diye düşündüğüm  durum şudur: Timely Magazine adlı Amerikada pek de bilinen bir dergide bir anket düzenleniyor. Soru şu: 

" Hiç hoşlanmadığınız/hazzetmediğiniz birisi ile seks yaptınız mı?" (Have you ever had sex with someone you actively disliked?). 

Bu soruya verilen cevap %58 evet olarak çıkıyor. Emily Levine ise diyor ki bu rakam abartılmıştır çünkü bir erkeğe "hayatında hiç seks..." dediğiniz anda "EVETTT" cevabı alırsınız. Cümlenin devamını söylemenizi beklemezler bile diyor. 

İşte ben burada koptum gülmekten. Kendisi bunu el hareketleri ve mimiklerle öyle yerinde yapıyor ki gülmemek imkansız. Sonra ulen güldüm o kadar da ne kadar doğru dedi hatun, erkeklerin hepsi böcek değil miydi zaten diye düşündüm. Evet böcekti. Ego ego ego diye gezen bir milyon böceğin ellerinde bir de kendi bayraklarının olduğunu ve emin adımlarla hareket ettiklerini bir düşünün. Evet şimdi de gözümün önüne gelen bu kareye gülüyorum. Neyse efendim sonuçta hiç hazzetmedikleri bir insanla sevişebilen %58'lik bir kesimden söz ediyoruz. Rakamlar abartıysa ve cümlenin tamamı dinlenilmemiş ise de kendini bir halt sanan erkeklerden söz ediyoruz. 

Bu arada soruya cevap verenlerin %2'si konu hakkında  bilgilerinin olmadığını ve emin olmadıklarını söylemiş. Bu kesim de büyük bir ihtimalle hazzetmek/hoşlanmak kelimesinin anlamını bilmeyenler oluyor.

28 Nisan 2009

Deniz'in Öykü Macerası

Çocukluğumdan beri öykü okumaya bir türlü alışamadım, kendimi o konuda bir türlü yetiştiremedim demek daha doğru olur sanırım. Uzun uzun, hiç bitmeyen romanları her zaman öyküye tercih etmişimdir. Biraz garip olacak belki ama, beni o kadar çok etkileyen, hemen dünyasına alan bir yazının o kadar çabuk bitmesini bir türlü kabullenemiyorum galiba. Şu fani hayatımda, bir kısmı ortaokul ve lisede olmak üzere, okuduğum toplam on iki on üç öykü vardır (Berfu'nunkiler hariç) ve biraz kassam hepsini hatırlarım. Kütüphanede her kitabın özetini bir deftere yazan çocuğun hikayesini (Yekta Kopan'ındı sanırım); yattığı odada bir göz keşfeden çocuğun korkusunu; kahvesindeki yaşlı huysuzları kovmak için gürültücü gençlerin özellikle gelmesini isteyen kahvecinin ve gençlerin eğlencesini; saatin zembereğini (Sait Faik miydi?), ilkbaharda doğada dolaşan adamın kulağına gelen Hişt sesini... Hepsini az buçuk hatırlıyorum. Sayısı daha fazla olduğundandır belki; okuduğum romanları böyle çabuk hatırlayamam.

Şimdi düşünüyorum da, kendi öykü denemelerim de hep fonksiyonel amaçlarla olmuş zaten:

Sovyır: Hafız, eve dönelim lan. Valla ben pişman oldum. Şu hale bak!
Hugo: Tamam abi, ben hemen uçağı hazırlatıyorum, cık cık. Lavuk.

İlk öykü denemem, ortaokul öncesi hazırlıkta olmuştu. Birkaç sayfa sürecek diye başlayan hikayem en son yirmi sayfaya gelip de dayanınca eöh deyip bırakmıştım. Bir gece Berfu ve Beyza'ya anlatmış; hikayenin kahramanları o maceradan bu maceraya sürüklenirken kızlar yorgun düşüp uyuyakalmıştı. Az çok hatırladığım kadarıyla şöyle bir konusu vardı: Dört tane benim yaşımda çocuk bir şekilde evden kaçıyorlar (sırf evden kaçmaları üç sayfa sürmüştü zaten), tabi ki bir ıssız adaya düşüyorlar. Zorlukla ama eğlenerek ve birbirlerine yazarak (aşk, entrika her şey var) birkaç gün geçiriyorlar. Sonra adanın ortasında on-on beş metrelik çelik duvarlarla çevrelenmiş bir şehir keşfediyorlar. (Rın rın rın rın) İçeri girmeye çalışıyorken yakalanıyorlar, kelepçeli olarak içeri giriyorlar. Bu şehir, ileri teknoloji şehriymiş; uçan arabalar (illa ki) acayip kıyafetli insanlar, tepesi havada duran gökdelenler filan. (Çok ayrıntı yazmamışım galiba, gözümde sadece genel bir sahne var.) İcat edilmiş ama bir şekilde dünyada uygulanmayan her şey burada kullanılıyormuş. Dünyanın ar-ge'si gibi bir yermiş bu şehir. Neyse, bunları süpersonik bir hapishaneye kapatıyorlar. Ve fin! Bitirememe, sonunu getirememe, sürekli aklına bir şey gelme, toparlayamama, sıkılma, bunalma var finalde. Veyahut, Lost ekibi odamı bastı ve hikayeyi benden çaldı. Sonunu yazamadığım için Lost asla bitmeyecek, haberiniz olsun, ehehe. Sineklerin Tanrısı'na da bağlanabilirmiş gerçi, peh.

Bu "geleceğin şehri" hayali orta birde de peşimi bırakmadı. O zamanlar taptığım Türkçe öğretmenimiz İlhan Tamer, Jules Verne dersi sonrası kompozisyon ödevi olarak "geleceğe dair" teknolojiyi de içeren bir şeyler yazmamızı istemişti. Hayatımda en çok odaklanarak yaptığım ödev o olsa gerek. Her noktasında acayip ayrıntılar vardı, ama ben sadece katmanları arasında sürekli sıcak hava devinimi olan montları hatırlıyorum. (Gelecekte dünyamız buzçağını yaşayacakmış çünkü.) Her çocukcağız gibi, kağıt üzerinde süpersonik şeyler keşfettiğimi düşünüyordum. ("Nasıl yapılacakmış o?" diye sorsalar Ersin Karabulut gibi "orasını da siz düşünsle" derdim, ehe.) Fakat, kaderin cilvesine bakın ki, normalde beni çok tutan İlhan Hoca o gün "örtmenim, örtmenim" yırtınmalarıma karşın bana sınıfta öykümü okuma şansını vermedi. Üstüne üstlük kompozisyonda tek rakibim Mehmet Ali'ye öyküsünü okuttu ve okul panosuna yazının asılması ödülünü de ona verdi. Hayatımda hırsımdan gözümün yaşardığı ilk ve son zaman herhalde, panonun başında üzüntü ve muz kabuğuyla M.Ali'nin hakikaten iyi öyküsünü okurken İlhan Hoca'nın yanıma gelip "bak, sen de yazsaydın seninkini de buraya asardık" demesiyle yaşandı. Röh diye anlaşılmaz seslerle çıkıştığım hoca neye uğradığını şaşırmıştır herhalde.

Ondan sonra da fütüristik veya değil, hiç öykü yazmadım denebilir. Kahramanın içinde bulunduğu trenin birden hamama dönüşmesi sonucu yaşadıkları; veya okul servisindeki öğrencilerin yağlı boya renk tüplerine dönüşerek birbirine karışması gibi fantastik 'şey'leri öyküden saymak ayıp olur. Şöyle başını sonunu düşünüp, kurgulayıp oluşturduğum bir yazı olmadı şimdiye kadar. Öykü formatında olacağını da zannetmiyorum.

Birkaç ünlü edebiyatçıdan duydum bunu ve önünde saygıyla eğildim: Öykü, yaratımı en zor edebi metindir. Bildiğin korkuyorum, beceremiyorum ben bu işi. Berfu'yla birbirimizi bu konuda tamamlıyoruz gibi geliyor, zira ailemizin öykü yazarı Berfu da beni, aslında "şiir"in ne kadar zor olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Bu tartışmanın sonuçlanamayacağı kesin.

Son olarak, şimdiye kadar en çok etkilendiğim öykünün, Berfu'nun ortaokuldayken okuttuğu, intihar etmeden önce herkesi telefonla tek tek arayan adamın hikayesi olduğunu; en tuttuğum öykü yazarının ise Sait Faik Abasıyanık olduğunu söyler, Sait Faik'in öykücülüğüne ve hayat görüşüne dair bir alıntısıyla yazımı noktalamak isterim*:

(...)

Bir gün meşhur bir edebiyatçı olacağınızı çocukluğunuzda tahmin eder miydiniz?

Sait Faik: Çocukluğumda da ilk gençliğimde de bir şey olmaya değil olmamaya karar verdim. Sözümü tuttum gibime geliyor, siz istediğiniz kadar bana meşhursunuz deyin.

En çok hangi yazarları okudunuz? Hangilerinin tesiri altında kaldınız?

Sait Faik: Hiç sistemli okumadım. Birçok yazıcı okudum. Hepsinin tesirinde kaldım galiba. Ama beni kendime alıştıran Andre Gide olmuştur. Onun gibi hiç yazmadan Kafka’yı severim. Leutreamont en büyük dostumdur.
(...)

Aha, enteresan bir şey hatırladım. Fotoğrafı görünce aklıma geldi. Lisedeyken bir yerde Sait Faik'in şöyle bir sözünü okumuştum: "Balıklardan anlamayan adam yazar olamaz. Birinin öykü yazabilmesi için bütün balıkların adını bilmesi lazım." Ben o zamanlar balık sevmiyordum, isimlerini hele hiç bilmiyordum. İyice olmaz demişim kendime herhalde bunu da okuduktan sonra, hehe.

*"Puşt Ahali" mail grubuna teşekkürler.

26 Nisan 2009

Anne sen terzi miydin?

Küçükken, ilkokul birinci sınıf oluyor kendileri, 23 Nisan gösterisi yapılacaktı. Hocamızın "annesi terzi olan var mı?" sorusuna "benim annem terzi, evet terzi, eheheh" şeklinde atlamıştım. Benim dışımda bir kız daha olgun bir biçimde annem terzi demişti. Daha sonradan öğrendiğim kadarıyla annem terzi falan değilmiş benim. Kadının sürekli bize bayramlıklar yok efendim barbi bebeğime elbiseler falan dikmesinden mütevellit ben annemi terzi olarak bilmişim.
Aradan seneler geçmesine rağmen annemin terzi damgası hala üzerinde vardır. Mesela evde her şey atılabilir ancak yılların Singer dikiş makinasının atılması düşünülemez, teklif bile edilemez. Annemin dediğine göre benim çeyizime de alacakmış bir tane(Geç dalganı bakalım Hülya Sultan). Nedeni benim de elime aldığımı dikme, sökme, yeni model yaratma gibi alışkanlıklarım var. En son Ankara'dayken ev arkadaşım Nihan'a aldığım sivitşörtün kapşonunun izmaritle yanması sonucunda pek güzel bir şekilde tarafımdan dikilerek giyilir duruma gelmiştir. Aynı durumu annemin bana aldığı siyah bir tuniğe de uyguladım. Tuniğin üst tarafı allı pullu, boncuklu, pek bir çingen işi durduğundan bütün boncukları itina ile söküp süperto bir kıyafet haline getirdim.
Neyse bugün İzmir'de son günüm. Abimin sabah seni Organize Sanayi'ye götürcem demesi ve benim de ulen ne yapcam ben sanayi de diye düşünmeme rağmen gittim. Pek de iyi ettim. En son Bahçelievler'de bir mağazadan 12.5 tele'ye kot pantelon aldığımı hatırlıyorum. Bugün ise 5 teleye bir pantelon aldım okurum. İtina ile 3 adet kot pantelon aldım ve toplamda 24 tele para verdim. Yuh dediğini duyar gibiyim, evet bence de yuh bana. Ama kaçıramazdım olamazdı. Ancak biraz terzilik işinin gerekmesi anneme "anne sen terziydin di mi?" sorusunu yöneltmeme neden oldu.
Okurum, ballı bademim, benim şu an da ulvi bir görevim var. O da annemin paçalara teğel yaptığı pantelonları teker teker giyip "şurası şöyle burası böyle, ay biraz daha mı alsak kenarından" şeklinde yorumlar yapmak. Mutluluk abidesi oldum, büstümü yaparsanız gülen bir surat olsun lütfen efendim.

24 Nisan 2009

Gizli Heyran ya da Şaşkın

Efendim, az sonra anlatacağım olayla birlikte, sürekli çiçek miçek alan, romantik komedi tadında bir hayat yaşayan bir blog gibi olacak burası. Zira Beyza'nın şu yazısından hemen sonra yazmış olacağım bunu. Olsun, tehlikeyi göze alıyorum. Hadi bakalım:

Dün bütün gün benim doğumgünümdü. Doğduğum günün 23 Nisan'a denk gelmesinden neredeyse ortaokul bitinceye kadar nefret etmiştim. Neden? Çünkü insanlar özel bir gün olduğundan mı yoksa beni çok sevdiklerin mi arıyorlar emin olamıyormuşum. Mantığa bak. Allahtan belli bir yaştan sonra insanın aklı başına devşiriyor da kurtuluyoruz. Neyse, ben sabahtan akşama kadar beni sevdiklerinden emin olduğum kişilerden telefonlar, tebrikler, canımlar cicimler aldım. Hopladım, zıpladım, şımardım.

Fakat, öğlene doğru enteresan bir durum oldu. Birkaç gün önce 'gelenleri niçün bana haber vermiyorsun güzel abicim' diye kızdığım güvenlik görevlisi, bana bir paket geldiğini bildirdi. Gelsin bakalım dedim. Elinde kocaman bir gül demetiyle bir adam geldi. Aslında geçenlerde Yaprak Dökümü'nde Leyla'dan görüp de bildiğim, ama sanki her gün çiçek aldığım için olayın raconunu biliyormuş gibi bir edayla adama bahşiş verdim. Hemen çiçeğin üzerindeki karta baktım. Şöyle yazıyordu:

Benim için her gün özelsin prenses. Doğum günün kutlu olsun!

İsim filan yok. Baktım www. Çiçek Sepeti .com adamı hala başımda bekliyor, bir şey imzalamam lazımmış. Hemen sordum:
"E, bunda isim yazmıyor, kim göndermiş?"
Babam göndermiş! Cık cık, ne bileyim kim göndermiş edası ile
"Bilemiyorum, ben yalnızca çiçeği getirmekla görevliyim."

Bir sürü kırmızı gül, iş yerindeki kadınların masamda birikmesine zaten yol açacakken, bir de kimden geldiğini bilmiyor olmam, üretimde çalışanların bile hadiseden haberdar olmasına sebep oldu tabi ki. Açıkçası, benim ilk aklıma gelen isimler Mami, ablam ve Duygu oldu; biri adı üstünde ablam, diğerleri de de facto kardeşlerim. Fakat, gizli mesaj uzmanı iş yeri kadınları dediler ki, kırmızı gülün anlamı pişt kanka, iyi ki doğdun len değildir, aşktır meşktir. Ayrıca güllerin adedi de önemli imiş. Saydılar 21 çıktı, bence karşı taraf da bu sayı önemini bilmiyor, hiç de gerek yok zaten.

Fotoğrafını çekip koymak isterdim, zira çok güzel görünüyorlar. Fakat gerekli ekipman yanımda değil maalesef, yukarıdakini siteden bulup ekledim, aynısı. Evet evet, çok hoşuma gitti, ne yalan söyleyeyim. Hiç kendimden ummazdım. Dışarıdan çok bidibidi, duygusal, birçok kez çiçek almış biri gibi görünüyorum galiba; fakat birkaç ay önce Mami'nin Melek'i karşılamak için gittiğinde ince düşünüp bana da alıverdiği çiçek ilk, bu da ikincisi vallah. Hiç bu kadar iyi hissettireceğini düşünmemiştim. Bundan sonra beni de bir çiçeğe tav olan kadınlar familyasına sokabilirsiniz.

Dünden beri önce şüphelendiklerime, sonra alakalı alakasız herkese "sen mi gönderdin len, gözünün yağını yiyim söyle" dedim. Herkes mahçup oldu, 'ay keşke ben gönderseydim ama değilim maalesef' dedi. Sanki çiçek göndermeyenlere trip atıyormuşum gibi oldu. Yani, 21 adet kırmızı gül iki saat içinde tam tersime uyacak bir kişi imajı çizdirdi bana. O yüzden artık bıraktım kim olduğunu düşünmeyi. Hem, yazdığı samimi mesajı tekrar okuyunca, adını yazmayı unutmuş şaşkın bir arkadaşım olduğunu düşünmeye başladım.

Eğer bloğumu takip ediyorsan, teşekkür ederim isimsiz kişi; her nerede yaşıyor veya yaşatılıyorsan. Beni biraz ibiş etmiş olsan da, inan ki çok mutlu oldum. Şimdi eve gidip bol bol romantik komedi izleyerek bu durumla ilgili çıkarım yapmam lazım.

23 Nisan 2009

İzmir'de İlk Gün

Ankara'da her şeyin üst üste gelmesi sonucunda evde huzurum kaçtı. Bunun üzerine ver elini İzmir. Eğer bir yer varsa insanın huzur dolabileceği orası ailesinin yanı olmalı sanırım.
Sabah eve kendi anahtarımla girdim. Aniş insanı sabah zili çalmayı sevmediğimi ve kendi anahtarımla eve girmekten haz aldığımı bildiği için kapıyı kilitlememiş (ve bu konuda kendisi ile konuşmamıştık tamamen spontene bir durum). Yavaşça anahtarı çevirdiğimde aldığım hazzı anlatamam. Sanki ana rahmine geri dönüş yapmış gibi bir his içerisindeydim. Neyse efendim ardından odama gittim. Yatağımın üstünde temiz nevresim takımı duruyordu, geçirilmemiş, bir eşortman ve üst de vardı ve bir de çorap. Tabi ben alla alla tamam nevresim takımını hazır etmiş şimdiden de bu çorap ne ola ki, çorapla mı yatmamı istiyor acaba diye ufaktan düşündüm. Bu arada çorabın üzerinde "rock chick" yazıyordu ki sabah sabah gülmekten kırıldım. Güzelce nevresim takımımı geçirdim ve biraz evi dolandım. Bu sırada babam anneme "çağatay niye bu kadar erken saatte kalktı, başı mı ağrıyo ki diye sormuş. Sonra da beyza hala gelmedi alla alla diye eklemiş." Ben en son yatağa girerken kapım açıldı. Önde annem süperto gri renkli pijama takımı giymiş ardından da babam. O kadar sessizmişim ki sonradan anlamışlar benim geldiğimi. Deli gibi sarılmaca hali vardı tabi üstümüzde. Ben annemin yanaklarını iki kere ısırdım sanırım. Babam ise bana sarılıp prensesim benim çok özledik seni dedi. Bunun ardından babama dönüp "baba bak çok şanslısın annemde yaşlanma namına hiçbir şey yok. Şuna bak ya çıtır gibi" dedim. Ve anneme ise "tabi sende şanslısın almışın dalyan gibi adamı" diyerek ikisini de mutlu ettim. Ama o anda aklıma ilk gelen sözler bunlardı. Anne ve babanın huzurla odaya girişi ve ikisinin de yüzünün gülmesi ne güzel bir şeymiş.
Sonra sonra...öğlen 12 de uyanıp mükemmel bir kahvaltı yaptık ailecek. Zİra biz ailecek uyuyangillerden geliriz. Tatil günleri deli gibi uyunur. Babam utanmasa kahvaltıyı yatağa istiyip sonra uykusuna devam edebilir mesela. Kahvaltıda Berfu'yu konuştuk bir süre. Evet Berfinos özledik seni!
Abi insanı artık işli güçlü bir zat olduğu ve bugünü tatil olduğu için "gel bakalım cüce senle biz bir çıkalım" dedi. Bir çıktık ki sormayın. Deli dana gibi dolandık durduk.
Palmiyeleri o kadar özlemişim ki... Deniz'i görmeyi özlediğimi söylemiyorum bile. Ama en çok geçmişimi özlemişim. Belki de hep ailemin yanında cam fanus içinde büyümeliydim ben.
Böyle bir gündü işte okurum, ballı böreğim.

Çocuklar Gününde Çocuk İşçiler

Fotoğrafçı G.M.B. Akash demiş ki:

"Çocuk işçilerin tamamen ortadan kaldırılabilmesi için bu konunun görünür olması gerekir. Bu amaç uğruna ben son dört yıldır Bangladeş'te çocuk işçiliği üzerine çalışmaktayım."

"Fabrikalardaki çocuklara gerçekten yardımcı olmak isterim, bu resimleri Bangladeş'in her kentinde sergilemek, aileler ve fabrika sahipleriyle çalışma koşuları hakkında konuşmak istiyorum, resimleri okullarda da göstermek istiyorum, bu zor ve çok para gerektiren bir iş ama mümkün olsa, bazı şeyleri değiştireceğine inanıyorum."


On yaşındaki Shaifur, Old Dhaka'da bir kapı kilidi fabrikasında çalışıyor. İş arkadaşı maske takarken, o takmıyor.
Janial, bir gümüş kap-kaçak fabrikasında çalışıyor. 3 yıldır burada. İşi 9'da başlıyor ve 'da bitiyor. Bu iş için aylık 700 taka (10 dolar) alıyor. Ailesi, onu okula gönderemeyecek kadar fakir. Fabrika sahibine göre, aileler çocuklarına göz kulak olmuyor; para için onları işe gönderiyorlar ve güya bu konuda hiç üzüntü duymuyorlar.

8 yaşındaki Munna'nın elleri. Munna, bir binek arabası fabrikasında günde 10 sat çalışıyor ve aylık 8 dolar kazanıyor.


Fatullah'ta, bir kiremit fabrikasındaki çocuklar. Topladıkalrı her 1000 parça kiremit için ortalama 0.9 dolar kazanıyorlar.


G.M.B. Akash web sitesi.

Akash'a dair bir haber.

Akash'ın Bangladeş'ten kaçmasına sebep olan fotoğraf. (Aradım baya ama tam emin değilim, bu olsa gerek.)

Fotoğrafları şuradan aldım.

İlk şu bildiri sayesinde bu fotoğrafçıdan ve fotoğraflardan haberim oldu. Teşekkürler.

22 Nisan 2009

Gariplikler Ülkesi

Burası gariplikler ülkesi, şu içinde bulunduğum ülke işte..
Kendi ülkem, kendim...

Son bir kaç aydır neden olmuyor neden birilerinden de ben hoşlanamıyorum diye düşünmekteydim. Aslında çok büyük bir nedeni de yok bunun. Ozan'ın dediğine göre güzel bir kadın olmam ve aynı zamanda bir oturuşumun ve karizmamın olması (bu zekisin demenin Ozanca versiyonu bence) erkeklerin sürekli bir şekilde benden etkilenmelerine neden oluyormuş. Doğrudur oluyordur. Hoşuma gidiyor mu bu durum, tabi gidiyor, bazen. Her zaman değil ama... Kısacası karşımdaki kişiye bakıyor sanırım hoşuma gidip gitmemesi...

Dün leptapıma kavuştum. Güzel de bir akşam geçirdim aslında. Leptapımı bıraktığım yerdeki zat olan M. benim ona elcağızlarımla sunduğum para ile bana bira ısmarladı. Hem de bir değil 2 bira, kendisi de kalan paranın yarısı ile içti sanırım karşımda. En azından paranın nereye gittiğini bilmiş oldum, hoş oldu.

Ancak sonra eve geldim ve ondan mesajlar gelmeye başladı. Ben öyle bodoslama bir insan değilimdir. Bir de M.nin tükkanı evimin hemen karşısında. Her baktığımda camını görebiliyorum mesela, ya da arabası direk benim sokakta yahu. Berfu'nun "olum bu adam pisikapat çıkarsa naparsın?" sözünden hareketle bir süre yanımda biber gazı mı taşısam diye düşünüyorum. Taşısam mı okuyucu? Gerçi hiç öyle bir kişi gibi de durmuyor. Akşam içerken pek bir muhabbet ettik ve iyi bir insandı kendileri. Ancak her iyi insanın altında bir canavar yatabilir tabi değil mi? Yatar yatar...
 
Şimdi durum şudur: M. benden hoşlandı. Öyle böyle değil baya baya hoşlandı.. (Hatta bilgisayarıma keylogger koymuş mudur acaba diye de şüpheleniyorum). Koymuşsa da okusun bakalım yazıyı, napalım gizlim saklım yok benim. 

Neyse nerde kalmıştım dün gece mesajlar atıp şansını baya zorladı M. Açık açık "valla onu bunu bilmem sen bana şans vereceksin"e getirdi işi. Bende korktum ve mesajına cevap vermedim. Ben korkarım öyle, ne bu hız yahu demezler mi adama? İyi ki bir bira içtik, güzel zaman geçirdik hemencecik akşamınan sen niye ciddileşiyorsun anlamadım ki.. Korktum ben korktum...

Sonrasında sabah kalktım.. Bir süre sonra zilim çaldı... Dırın dırın... Len adam evi bastı herhal diye düşündüm. Açmayacaktım ama delikten baktım. Karşımda tanımadığım birisi elinde de bu sarı şeyler... Çiçek deniyor evet biliyorum çiçekler işte anladın sen. Ben tabi dumur. "Beyza hanım bunlar size" dedi. Teşekkür ettim. Afallamıştım tabiyatıylan. Mesaj attım ve dedim ki ben bunları hak etcek bi şey yapmadım, şaşırttın beni gerek yoktu".  O da dedi pek güzel bir geceyi mesajlarla berbat sonuçlandırdım. Mahçubum. 
Olacaksın tabi mahçup, kalktın üsteledin, üstüme geldin mesajlarınla... Tırstım, kedi gibi yatağa 
sindim. Dırın dırın... Senaryolar kurdum kafada: Hava kararmadan eve gidile bir süre, yanında birileri ile çıkıla şeklinde. Öyle oldu böyle oldu... Cevap atmadım o mesajından sonra. 

Yok ya kalsın, vallahi de billahi de ben böyle mutluyum. Serüvenler, arayışlar, aşk, sevgi aman aman... Mutluyum ben hem de mutlu bir kediyim kendi ülkemde

21 Nisan 2009

Düzlükler

- En olması gereken baharı yaşıyoruz bence. Gündüz kuş sesleri, akşamüstü bastıran yağmurlar, toprak kokusu, gökkuşağı, elinde kalın paltosu ve üzerinde tişörtle gezen temkinli insanlar, ıslak çimen kokusu... Senelerdir böyle bahar yaşamayınca, eski bir dostuma kavuşmuş gibi oldum. Hele geçen sene neydi öyle? Baharı görmeden yaz gelip geçmişti.

- Geçtiğimiz yıl, her şeye olduğu gibi, yeni müzik keşfine de ara vermişim. Bu yıl, Beyza'nın direkt, Berfu'nun dolaylı, Mıhtar'ın olmazsa olmaz desteğiyle o güzel yollara tekrar girdim. Fakat, ara verdiğim bir yıl boyunca, farkında olmadan müzik zevkimin daha da inceldiğini, güzelleştiğini, evrildiğini gördüm. Lhasa de Sela'dan De Cara A La Pared (Duvara Karşı)* Cirque du Soleil'dan Nostalgie** iki gündür sürekli dinlediğim şarkılar arasında. Ayo, Coco Rosie, Jacques Brel ve tabi ki kemanlı Carissa's Weird da işin içine girince, iyice adı duyulmadık müzikler alemine dalmış oldum. Evet, adı duyulmadık olanları, ana akım dışında kalan müzikleri keşfetmeyi seviyorum; geçmişte beni bu konuda abuk subuk ("sen entel olmaya çalışıyon kızım") eleştirenleri de hayatımdan çıkarmış olmak ayrı bir güzellik.

- Sarsam da sarmasam da, çalsam da çalmasam da, erkense de geçse de karar verdim: Keman alacağım. On sekiz yaşımdan beri öğrenmek için artık çok geç olduğunu duyuyorum. Ama zaten ben de virtüöz olmak istemiyorum be paşam! Düygü'nün şu yazısını da okuyunca artık ertelemenin manası yok diye karar verdim. Sıkı sıkı bağlanacağım, bana meydan okuyacak (challenge durumları) bir şeylere ihtiyacım var. Bu konudaki seçeneklerim şöyle idi:

(i) Balkonda nane/maydonoz/roka yetiştirmek
(ii) Biriktirmeden bulaşıkları yıkamak
(iii) Para biriktirmek
(iv) Keman öğrenmek

Ödülü en güzel olduğundan en tutarlı olacağım şeyin keman öğrenmek olduğuna karar verdim. Hem, Beyza'nın doğumgünü hediyesi olarak aldığı keman metodum da var artık!

- Müdürüm, bir aydan sonra ilk kez direk beni arayarak küslüğünü resmen bitirmiş oldu. Kendisinin hastası filan değilim, konuşmazsam ölmüyorum. Yine de üzerimden bir yük kalkmış gibi oldu. Yakındır gerçi, küser yine.

- Cumartesi gecesi, hayatımdaki en önemli insanlardan Ankara'da kalan üçüyle, başbaşa, samimi bir erken doğumgünü kutlaması yaptık. Aslında ne kadar değerli olduğumu, nasıl da sevildiğimi, özlendiğimi çok derinden hissettim. "Varlık"ın, başkaları için ifade ettiği anlam kadar değerli olduğunu düşündüm. O gün yanımda bulunanların ve bulunmayanların varlığını kutladım. (Burada Deniz daha da duygusala bağlayarak aşağıdaki Oruç Aruoba şiirini eklemekten imtina etmez.)

Kendi olarak, sana gelen-
sana gereksinimi olmadan, seni isteyen-
sensiz de olabilecekken, senin ile olmayı seçen-
kendi olmasını, seninle olmaya bağlayan-
O, işte...

- Sonunda, yıllardır her gün sabahtan akşama kadar yazıp da gece unuttuğum, ertesi gün yepyenisini yazdığım şarkılarımı kaydetmeye karar verdim. Bilgisayarıma bir ses kaydedici yükledim, ilk denememi Beyza'ya dinlettim. Beyza, gerçek sesimin acayip tiksindirici olduğunu düşündürtecek kadar çok beğendi dijital sesimi. (hehe) Fruity Loops hadisesini de birkaç ay önceden karıştıra karıştıra öğrenmeye başlamıştım. Şarkıların altına gitar ve keman (o keman çalınacak) ekleyerek bir şeyler yapmayı planlıyorum. Olsa da, olmasa da. Kendime hodri meydan, hadi bakalım.

- Hayatımı iki düz bir ters örmeye karar verdim. Bu şekli daha çok seviyorum.

*Dinle / izle (Bu nasıl bir şarkı yahu!?)
** Dinle / izle
***Üstteki iki linki kontrol edemeden yapıştırdım, zira iş yerinde streaming engelli. Acayip bir şey çıkarsa kusura kalmayınız artık, ehe.

18 Nisan 2009

Terslikler

Güzel bir güne uyanmıştım aslında, beklediğimden çok daha güzel bir güne. Hava kapalı olmasına rağmen içimde bir güneş parlıyordu. Sonra ne oldu:
  • Güzelim laptop'umun üzerine salakça bir sebepten ötürü kahve döktüm. Laptop'um kafayı yedi. Ekranı artık eski tip televizyon gibi. Işıkları değişiyor ve sürekli bir pırpırlanma mevcut. Bununla da kalsa iyi ,touch ped'i tamamen çökmüş halde ve klavyedekşituşları da tanımıyor sanırım. Bir kaç saat kurutup ters çevirmeme rağmen bunlarla karşılaştım. Hayırlı olsun. Tezimin okuldaki bilgisayarda yedeği olmalı, ona güveniyorum. HP denen firmanın deli gibi para söğüşlediğini bildiğim için farklı yollardan bir tamirci (!) buldum. Yarın sabahtan kendisine götüreceğim ve ne kadar maliyet çıkar diye soracağım. Eğer laptop'un kendisi kadar maliyet çıkarsa ki bu epey bir para, yarısı kadar bile çıksa, teknoloji çağına güle güle diyorum Babadan para isteme konusunda tereddütlüyüm. Tezi okulda yazacak olmam ayrı bir durum. Haftasonları kim okula gider. Evet evet ne güzel di mi, bende öyle düşünmüştüm. Şahane bir güne başladım...
  • Bugün Ozan Berfu'nun yanına 4 sene için Hollanda'ya gidiyor. Bunun bende iki açlımı var. Bir ablamı çok özledim, iki ozan artık Ankara'da değil. Her haykırışımda beni dinleyecek bir insan daha püf oldu. Toz bulutu. Biraz önce Ozan'ı Havaş'a bıraktık ve biraz hıçkırdım kabul ediyorum.
  • Eve geldiğim gibi elektrikler kesildi. Gecenin birinde elektrikler kesilirse ve evde yalnızsanız korkarsınız. Ben korkarım evet ve korktum.,
  • Aksilikler üstüne migrenim tuttu, kafam çatlıyor.
  • Bugün bitsin artık çok ama çok yoruldum
beyza

17 Nisan 2009

Paradoks

- Oynamıyorum ben artık, yoruldum... Bir süre yokum ben
+ Sana geliyorum, konuşacağız
- Gelme
+ Tek taraflı fesh ediyosun anlaşmayı, böyle olmaz
- Ben ne diyorum, sen ne diyosun farkında mısın?
+ 20 dakkaya ordayım
(.....)
+ Boris Vian'ın dediği gibi bu gece sanki aramızda üçüncü bir kişi vardı. Kimdi o söyle?
-Bilmem.
+Kimdi?
- "Biz"dik...

16 Nisan 2009

Bir Ortopedist'e Hayran Kalmak

Gecenin bir yarısı son işi de yapıp rahat bir uyku çekmeyi planlıyordum ancak içimde oluşan sevgi pıtırcıkları bunu engelledi. Bu sevgi selinin tek nedeni bir ortopedist, yok yok merak etmeyin benim ortopedistim olan K.'ya aşık falan değilim. Bu insanın ismi Rıdvan Ege. Tıp camiasından olan zatlar kendisini yakınen bilirler eminim ancak kendisi ile tanışmak (ses kaydından) bana bu gece nasip oldu.

Konuya girmeden önce belirteyim ki bugün Deniz'e bir milyon işim var kaç gündür, bu TRT işleri beni bitirdi allahısen diye yakınırken son bir kaset kaldı, onu da deşifre edip bu ayki yükümlülükten kurtulacağım demiştim. (Bu sırada bir Şarap evinde bira içiyor olmamız tezatını ve saatin de 23:30 suları olduğunu eklemeliyim). Deniz insanı yardımseverliği ile "olum bırak sen bana o cd'yi ben yapayım bu sefer" dediyse de "iş benim işim kimseye bunu yapamam" şeklinde bir sorumlulukla Deniz'e teşekkür edip evime geldim. İyi ki de "olur denizim, ballı kaymak olur" dememişim çünkü yaptığım deşifreden öyle keyif aldım öyle keyif aldım ki anlatamam. Yapılan röportajı buraya ses eklentisi olarak koymak isterdim ama malesef iş ahlakı gereği bana bir kere yasak dendi mi ben onu büyük bir sorumlulukla kabullenir, gereğini yaparım. Ancak kimse bana bu çevirdiklerini anlatmayacaksın da demedi. (Nasıl bir justification'dır yahu bu da)

Yanda Rıdvan Ege'yi görmektesiniz. Kendisi 1925 doğumlu bir Ortopedist. Aslında o sıradan bir Ortopedist değil, Türkiye'ye Ortopedi'yi getiren kişi. İlkokulu 10 yaşında bitirmiş, ortaokula sen daha 10 yaşındasın, 12 yaş ve üstü girebilir diyerek kabul etmemişler. Yaşını büyütmüş. Tarlada çalışmış bu sırada. Babasının işleri için her gün 5 kilometre yolu yayan yürümüş. "Yolda şüpheli bir kişi gördüğüm zaman şarkı söylerdim ve büyük insan pozuna girerdim" diyor kendisi. Denizli'de daha ortaokuldayken, özel bir sınıfta, Tolstoy ve Fransız İhtilali'nin 6 ciltini ve Mesnevi okumuş. Bu insan, insan mıdır, bana bir deyiverin lütfen? O insansa ben neyim...biz neyiz...Üniversiteden derece ile mezun olmuş, kura çekilişine girmesine gerek yokken girmekte ısrar etmiş. Nedenini ise şöyle anlatıyor: Kürsüde neresi çıkarsa giderim diyerek nutuk çektim, sonra dediler ki sen derece yaptın kuraya girmene gerek yok. Ama ben bir kere konuşmayı yaptım, herkes ayakta alkışladı. Karşısında İsmet İnönü, yanında Başbakan Saraçoğlu, onun yanında anamuhalefen lideri Celal Bayar ve yanında Menderes varmış. Çekmiş kurayı ve Erzincan'a gitmiş. Sonra mezun olunca Columbia Üniversitesine giderek Ortopedi ile tanışmış. Geri döndüğünde ise Gülhane'de Ortopedi bölümünü açmış. 

Rıdvan Ege konuşma sırasında hayatın değerli olduğundan ve zamanı harcamamak gerektiğinden söz ediyor. Şu an daki eşine çay içmeyi teklif ettiğinden ve eşinin biraz çekinerek kabul ettiğinden bahsediyor. Sonra da diyor ki çayı içtik ve eşim oldu. Ardından da ekliyor eğer karşınızdaki sizinle paralel düşüncede bir insan değilse ya da duygu olarak aynı stimülasyonda değilseniz bir yere varamazsınız.

Okuyucu, okur, gözümün nuru.. Etkilendin di mi sen de bu kişiden? Bir insan 111 kitap yazar mı? Her kongrenin Başkanı olur mu? 30 ülke gezer mi? Ayakta alkışlamak istiyorum kendisini ama ayakta alkışlamak ancak kendimi büyük görmem sonucu ortaya çıkacak bir durumdur. Bu yüzden sadece saygı ile önünde eğiliyorum.

Geçtiğimiz Ay

Ben. Geçen bir ay boyunca. Kendi evimin içinde. Hala taksitlerini ödemekte olduğum beş artı bir ses sistemimin geri kalan (biri ana) üç parçasını aradım. Desem inanır mısın? "Evde ses sistemimi kaybettim" cümlesi bir Orçun Kunek şarkısı değildir de nedir?

Ben. Geçtiğimiz ay. Hiç giremediğim internetin yirmi dokuz telelik parasını ödedim. En büyük kazancım bir adet Beady Belle albümü oldu. Deneme amaçlı idi. Fakat, acid jazz hadisesine henüz alışamadığım için maalesef Thievery Corporation'la ikisinin arasında bir seçim yaptığımı durmadan hatırladım.

Sonra ben, az önce yazdığım kötü kötü her şeyi sildim (görmediniz siz tabi). Sonra geçtiğimiz aya 'AYI' dedim. Ama sonra ayıları sevdiğimi hatırladım. (Teddy Bear babında tabi.) Bugün iş yerinde Nisan ayında doğanların doğumgünü kutlamasında sadece ben mevcut olunca, bu ayı neden sevdiğimi hatırladım. Sabahları geç kalmalarımı 'benim doğduğum gün Cumartesi sabah dokuz imiş' adlı gerçek gerekçe ile açıkladım. (Çok mantıklı buldular.) Ha, bir aydır benimle konuşmayan (küstü bana çünkü) müdürüm olmadığı için rahatladım.

Banyoyu -ketçapla cinayet filmi çevirmeye çalışan acemi yönetmen gibi- kırmızıya bulayarak saçımı da boyadım. "Ne düşünüyorsan, o gerçektir' düsturuyla, bu ayı'nın üzerinden atladım.

13 Nisan 2009

"Kuşluk Birası"


İki hafta önce, Nisan ayına girdiğimiz ilk günlerde yakın çevreme döndüm ve dedim ki:

"Ey ahali! Yılın en güzel, en canım benim, en süper ayına girmiş bulunmaktayız. Lütfen Nisan ayında sevgilinizden ayrılmayın, bunalımlara girmeyin, müdürünüz sinirinizi bozamasın, kadınsanız mümkünse regl olup da pre-bilmemne yaşamayın, erkekseniz ona buna saldırmayın! Yeni açan meyve çiçeklerini koklaya koklaya kafamız iyiymiş gibi geçirelim Nisan'ı. Leke sürmeyelim kendisine. He mi?"

Bendenizin ruhu böyle müzik gibi bir şeyden yapılmış ya sanki, benim modum hiç düşmez ya, "olsun, en azından zevk aldım" diyen Polyanna'yım ya ben; millete oturmuş ahkam kesiyorum. Bir çeşit kibir olsa gerek bu da. Tamam, şöyle genel olarak baktığında 'olumlu ve sakin kimse' denebilir benim için. Fakat son bir haftadır kötüyüm, kötüyüm işte yahu! Söylüyorum, ayıp mı? Bu kez somut nedenlerimin (iş, güç, müdür) olması sonucu değiştirmiyor. Hatta daha da fena oluyor çünkü 'bu dünya çok boktan, ben böyle düzeni fakyu, ay dont bilong hiyır" şeklindeki ergen sinirim geri dönüyor.

Halbuki ünlü filozofumuz Azuth, bakın burada ne kadar da güzel özetlemiş durumu ve olayı benden çıkarmış:

"...ama nasıl olduysa, bu mutluluk hadisesi acaip geçici geri emilimi olan bir şeyse, mut sahibi olmamak yani mutsuzluk feci kalıcı bir şey. bir insan senelerce mutsuz olabilir mesela. hiç bir norotransmiter, ak yuvar, karaciger mut salgilamaz mesela. "ulan yeter biraz da mutlu olalim" diyen bir vucut aminoasiti yoktur. mesela mutsuz olmanızı sağlayan maddeler vardır dunyada, aldiginiz anda beyindeki tüm norotransmiterler akşam ezanı okunmuşcasına evlerine girerler.. hic bir vucut hücresi de çıkıp "noluo arkadas" demez. mutsuz bir sekilde kalirsin, ta ki vucudun fiziksel tepkiler verene kadar, en sahanesi kanser bile olabilirsinz mutsuzluktan.. oysa ben çok mutlu olmaktan kanser olan birisini görmedim duymadim.. duyanınız varsa da yorumlara yazilsin lütfen."

Şu son bir haftadır, kendi egom başta olmak üzere kırıp döktüğüm her şey! Kusura bakmayın valla, ama bakın, durum ben kaynaklı değil. Huf, iyimiş bu.

Fakat, bu modda olmaktan garip bir zevk aldığımı da yadsıyamam. Şurada yazdığıma benzer. Huzur gibi olmayan bir huzur, değişik. Eddie Vedder'ın Into the Wild film müziği albümünden Long Nights adlı şarkısı gibi: "Long nights allow me to feel / I'm falling /I am falling /The lights go out /Let me feel /I'm falling /I am falling safely to the ground."

Nisan ayının en mutsuz elemanı seçtim kendimi şirkette. Nisan yahu! Büyük lokma yemedim, büyük laf konuştum. Doğumgünümde durum ne olacak bakalım. Ders olsun.

Sıra geldi, bu yazıya adını veren şiire. Aslında sadece bunu yazıp gidecektim, "ne o şekerim, ateş almaya mı geldin" demeyin diye kaldım biraz, ehe. İçerik olarak biraz alakasız olabilir, bilin bakalım bu durum benim ne kadar umrumda. Şöyle ki; Charles Bukowski'den geliyor:

kuşluk birası

hiçbir şeyin önemi yok.
yapraklar ölürken, atlar ölürken
ucuz düşler, bir de birayla
bir yatağa devrilmek;
ev sahibi kadınlar da koridorlarda bakar durur
çekili perdelerin müziği hızlı,
bir sürü, bir patlama
sonsuzluğunda
son bir adamın mağarası;
damlayan lavâbodan başka hiç,
boş şişe,
coşku,
çevresine parmaklık çekilmiş gençlik,
bıçaklanmış, saçları kesilmiş,
ezberletilmiş sözler
dayanıp öyle bırakılmış
ölmeye.

Yastık Mevzubahis

Bir süredir bende olan bir durum var. Açık konuşalım ben parfüm kokusunu pek sevmem... Başımı ağrıtır. Al şimdi bu durumu yenisi ile karşılaştır: Yastıklarıma, yorganıma, çarşafıma falan böyle parfüm kokusu sinmesi durumu. Ulen resmen aşama atladı parfüm virüsü, ortama ayak uydurup yeni yollarla beni uyuz etmeye devam ediyor. Yatak dediğin sadece Yumoş kokmalıdır.
Evvelsi akşam mesela bir arkadaşım bende kaldı. Gecenin bir körü hala çene çalıyor olmamızdan dolayı benim yataktaki yastıkları hafif duvara dayayarak muhabbete devam ettik. Soğuk olunca yorganı da üstümüze alarak iyice bir miskinleştik. Ertesi akşam yatağa doğru yönelince "len parfüm kokuyor, pehh" diyerek dellendim tabi ben. Gecenin bir körü iki yastık kılıfı, koca bir yorgan kılıfı ve çarşafı değiştirerek Yumoş kokularıyla mışıl mışıl uyudum. Yahu ekte nevresim takımı olmasa vay halime!


Aynı durum B. adlı kurbaanın bende kaldığı zaman da oluyor... Ertesi gün hemen çarşaf ve yastık kılıfları makinaya... Hop cillop bir durum. Zaten bu durumu ilk B. adlı kurbaada farkettim. Sanırım bendeki durum biraz da psikolojik... Hani olur ya kokunu özledim gülüm muhabbeti. İşte ben aman kimsenin kokusunu falan özlemeyeyim diye hemen Yumoş'a çeviriyorum kokuları. Yumoş etkisi ile de kendimi sanki bulutların üstünde yatıyormuş gibi hissediyorum. Hele şu Hugo Boss nalet bir şey... Bir parfümün kokusu bu kadar mı keskin olur, bu kadar mı burna sokulur yalebbi. Tamam kabul ediyorum güzel kokuyor meret ama mümkünse 5 dakka ya da 10 dakka koksun.

İlla parfüm sürülmesi güzel bir şeydir, sürülmelidir, derhal beyza'nın başı kesile! diyorsan yeni bir önerim var. Bu Badi Şap denen muhteşem yerde her bir nane var. Giriyosun kendini kaybederek çıkıyorsun. Hastasıyım o zaman ben bu yerin. Bankaya para yattığı gün soluk soluğa gidip her an bitebilir korkusu ile kullandığım ürünleri alarak huzura erebiliyorum. Mesela Bady Batır diye bir şey var, binding mi? Hah, bak ben onun hastasıyım, okuyucu. Şu yanda gördüğün Shea ilen Moringa adlı Bady Batır benim bütçeyi resmen batırıyor. Duştan sonra böyle bütün vücuda sürülerek pehlivan gibi oluyorsun ben diyim. (Yok o kadar yağlı değil meraklanmayasın, her cilde göre adamlar ayarlamış.) Ayrıca bu sadece hatun kişiler için yapılmış bir şey değil. Erkekler de kullanıyor aynı ürünü. Pek de hoş oluyor yalebbi. Bırak parfümü falan. Hem parfüm dediğinin bir milyon zararı var. Gel seni bady batır'a alalım, seni de batırsın.

12 Nisan 2009

Maximiles Reklamı


"İş Bankası'ndan yeni bir uçuş kartı... Maximiles. Dünya sizin, onu iyi kullanın."

İzlemediyseniz şu bağlantıdan, bu kartın her iki TV reklamını da izleyebilirsiniz. Hem kadın hem erkek için olanı. Aman arada kaçırdığımız hedef kitle olmasın, aman sadece erkeklere yönelik reklam yapıp da tepki çekmeyelim niyetiyle paraya kıyıp iki tane çekmişler.

Prodüksiyon iyiden de öte, müthiş bence. Bana birebir beni anlatıyorsa reklam yazarlarının da hakkını vermek gerek, çünkü senaryo da müthiş. Önemli bir noktaya kadar: Reklamveren.

Bakalım kadınlara yönelik çekilmiş olanı neler diyor:

"Yine bir pazartesi. Birbirini taklit eden günlere aynı şekilde başlama vakti. Bugün kesinlikle arabayı çarpmayacaktın. Dün de, önceki gün de... Kesinlikle! Her gün açık, hep iki şekerli. Her zamankinden olmasın lütfen diyebilmek isterdin, değil mi? Farkında olmadan gün bitti yine. Aynı kanepede, aynı saatte. İşin kötüsü, bir haftadır aynı sayfada... İşte bu; senin hayatın. Biraz uzaktan bakınca, geride bıraktığın iz, bu kadar aslında." (Çok iyi, aferin. Kendimi yine çok kötü hissettirmeyi başardın. Böyle böyle anlattığım, kaçış noktasını bir türlü bulamadığım için ancak üzerinde düşünmekten kaçabildiğim bir durumda -rutin- olduğumu bana çok estetik bir biçimde tekrar hatırlattın. Şimdi tekrar gaza geldim işte! Ahanda bir çıkış noktası dedim içimden. Hadi bakalım, acı gerçekleri yüzüme vurduktan sonra, kendimi tekrar bu kadar kötü hissettirdikten sonra büyük önerin, benim bir türlü bulamadığım da senin keşfettiğin kaçış noktası neymiş acaba?)

Sana bir önerimiz var. Bu rutinden kaç. Kolayca uç. Dünyanın başka bir yerine, daha güzel izler bırak. İş Bankası'ndan yeni bir uçuş kartı... Maximiles. Dünya sizin, onu iyi kullanın."

Hımm.. Nasıl da daha önce aklıma gelmedi yahu? Aptallık çökmüş galiba üzerime. Halbuki, olmayan paramı ve olmayan izinlerimi kullanarak benim olan dünyayı daha iyi kullanabilirim değil mi? Diyelim, öyle gaza geldim ki, izni aldım, tam yedi gün benim. Hadi senin 'ay bu kız rutinden kaçtıydı di mi, dur buna acıyalım' demeden günlük faizlerini her gün güneş görmeyen müsait bir yerime sokan bankandan krediyi de aldım. Veyahut, gazım ya, o kadar mil kazanacak kadar harcama yaptım. En az beş yıl boyunca hayatımı zindan edecek büyük borca girdim ve nedense her gün çarpacağım o arabayı filan aldım. Gittim.

Süper bir tatildi, başka bir boyuttaydım sanki. Ah, 'nasıl da yalan bir hayatmış yaşadığım, ah buralarda balıkçı olayım da öyle öleyim' dedim.

Sonra gerçek hayatımı ve borçlarımı hatırladım. Zaten uçağa bindiğim ilk andan beri aklımda olduğu için tatilin tadını da pek çıkaramadım itiraf etmek gerekirse. Döndüm. Bu kez, tatilden önceki halimden çok daha kötü durumdayım. Neden? Çünkü dünya benimdi ve iyi kullandım! Borçlarımı ödemek için hiç hoşlanmadığım işime birkaç gıdım daha bağımlı oldum.

Bak bakalım sonuç üç aşağı beş yukarı ne oldu? Yok üç aşağı değil, gayet de beş yukarı ne oldu acaba. Şu oldu: (Lütfen bunalmadan tekrar okuyalım) "Yine bir pazartesi. Birbirini taklit eden günlere aynı şekilde başlama vakti. Bugün kesinlikle arabayı çarpmayacaktın. Dün de, önceki gün de... Kesinlikle! Her gün açık, hep iki şekerli. Her zamankinden olmasın lütfen diyebilmek isterdin, değil mi? Farkında olmadan gün bitti yine. Aynı kanepede, aynı saatte. İşin kötüsü, bir haftadır aynı sayfada... İşte bu, senin hayatın. Biraz uzaktan bakınca, geride bıraktığın iz, bu kadar aslında."

Hem içinden, hem ucundan hem de bucağından bulaşmış bir kişi olarak, şu reklam yazarlığı denen mesleğin ne kadar zor olduğunu tekrar hatırladım. Bu nedenle sadece ona sesleniyorum*:

Ey bu reklamın -tanımadığım- yazar(lar)ı! Eğer ki tüm profesonel hayatın sadece bu mesleği yapmakla geçmişse, inan bana inanılmaz bir gözlemcisin. İçgörü (insight) açısından bakınca çok iyi bir iş çıkarmışsın. Belki de bizim gibileri doğal ortamında görme şansına eriştin, zira senin işinin bu şekilde işlemediğini biliyorum. Fakat bence,

(i) ya sana reklamverenin ne iş yaptığını söylememişler,
(ii) ya marka stratejistin bu cin fikri bulup; 'şöyle rutine dayalı duygu sömürülü bir şeyler yaz' dedi ve metnin ikinci bölümünü kendi yazdı;
(iii) ya da, bunca gözlemci yeteneğine rağmen hayattan çok uzaklaşmışsın, tüm bu 'rutin familyası'nı büyük bir kibirle aşağılamayı seçmişsin.
Son seçenek olarak:
(iv) sonuçta sen de bu sistemdesin; biçimi muhteşem olan bir fikir yakalayınca içeriği sktirediyorsun. Çünkü senin kariyerin ancak bu şekilde ilerleyebilecek. (Deniz neden reklam yazarı olmaktan vazgeçti?) Aslında insanlığın büyük bir bölümünden çok daha geniş ve büyük olan dünya görüşünü ve kendine saygını, ajansının bir sonraki sözümona 'sosyal sorumluluk projesi'ne kadar çok derinlerde bir yere saklamışsın.

Ha, ben, küçük ve parası minicik bir özel sektör memuru olarak senin reklamvereninin hedef kitlesine girmiyor muyum? O zaman neden senin o içgörün benim de içime giriyor? Beni feda mı ettin? Ne yaptın sen? Dön kendine, düşün.

Son olarak: Ey İş Bankası ve diğerleri. "Dünya sizin, onu iyi kullanın." gibi bir sloganı kullanabilecek en son kurum bile değilsiniz. Nasıl ülkem insanın ne kadar çeşitli olduğundan bahsedebilecek son kuruluş ulusal gazeteler (özellikle Sabah) ise, bu icazeti bana en son verecek olan kurum da bankacılıktır. Son yerel seçimlerde bunu bir aday kullansaydı oyumu verirdim; Diyanet İşleri Bakanlığı kampanya yapıp altına bunu yazsaydı tekrar müslüman olurdum belki. Ama sen bir bankasın yahu! Çüş diyesim geldi, dedim bile.

Kimin olduğunu bilmediğim bir sözle bitireyim bu sinirli yazımı:
"Hepimiz koyun gibi davranıyor olabiliriz. Ama değiliz."

*Reklam yazarına seslenmem tamamen semboliktir, işin sadece o kısmı ile ilgili bilgim olduğundandır. Yoksa amacım tüm sorumluluğu Reklam Yazarına atmak değil elbette, büyük haksızlık olur. Hatta ajansı suçlamak da doğru değil belki. Reklemveren başta olmak üzere herkesin az çok sorumluluğu var.

10 Nisan 2009

Kısa bi Geçmiş Yazısı

Almanya'daki tesisatçı ustaların ya da kombi tamircisi gibi kişilerin 50-60 yaşında göbekli ve şiveli amcalar değil de 30 yaşlarında, hoşcana vücutlu erkekler olduğunu biliyor muydunuz? Bilin o zaman... 7 sene önce Deniz, Berfu ve ben Kolej'de kalırken Eli Macbil diye bir dizi vardı. Bir bölümünde tesisatçı olarak Bon Jovi gelmişti. Hepimizin dibi düşmüştü, len Bon Jovi len bu.. Vay anasını ne şanslı olum bu Eli şeklinde.

İki sene sonra Almanya'dayken kombinin bozulması üzerine Eik'ı ( ev ile ilgilenen kişi) arayıp "olum Eik (Ayk) adam ol bize tamirci gönder" demiştim. Ertesi gün kapıda karşımda böyle 30'larında bir tip.. Almanca konuşuyor. İçimden "ya sen konuşma en iyisi; dur öyle ben bi seni süzeyim" demek geçmişti. ( Yadırgama bu durumu, herkes bunu yapar ama anlatmaz. En azından ben anlatıyorum ama de mi). Neyse abinin tesisatçı olduğunu anlayınca "yokk artık!" şeklinde bir düşünce ile adama kombinin yerini gösterip tıpış tıpış odama geri dönmüştüm. Ben beyaz atlı prens yayan olarak geldi herhal diye düşünürken, adam kombiye bakacağdım dedi yahu...
Bremen anıları pek güzeldi valla. Eik dediğim insanla eve ilk taşınırken pazarlık bile yapmıştım. 250 euroluk odayı 200'e çekerek evdeki diğer kişiler dumur yaşamıştı. Tabi ben bu davranışımın ardından Eik ile aramın asla düzelmeyeceğini bilmiyordum. İlk gittiğimde benim Almanca bilmemem ve Eik'ın da İngilizce bilmemesi bizim ilişkimizi iyice çığrından çıkarmıştı. En son kavgamızda İngilizce bağırıp çağırdığım için Filippos çeviriyi yapmamıştı. (Ah Filip kesin biseksüel ya da gay'di emin değilim ama bu analizimin ayrıntılarına girmemek gerek).

Nereden çıktı şimdi Almanya anıları dedin sanırım. Dün gece saat 23:35 sularında Yaşamın Kıyısında (Auf der Andere Seite)'yı izledim. Film kötü mü kötü.. Ah ah Fatih Akın yapılır mı ulen bu, resmen rezil bir film çekmişsin. Bu benim fikrimdir. Filmin tek ama tek güzel kısmı en başında Bremen'de geçen yerleriydi bence. İlk sahnede belediye binasını görünce çığlığı bastım mesela...Sadece Bremen sahneleri için filmi izledim. Bir de Almanca konuştukları ve Almanca konuşmayı çok özlediğim için izledim. Bunun üzerine tabiyatıyla Almanya anıları devreye girdi.

Size Almanya'da odamın çatı katında olduğunu ve penceremin tavanda olduğunu söylemiş miydim? Peki hadi onu dedim bir gün pencereyi kapamayı unutup okula gittiğimi, akşamın bir körü döndüğümü yağan yağmurun odaya dolduğunu ve pencerenin hemen altında olmasından dolayı bütün yataktan şıpır şıpır su damladığını söylemiş miydim? Yatak... yatak bildiğin Yataş, İdaş gibi bir şey. 2 kilo olan şey suyu çekince 6 kilo olmuştu sanırım. kapıyı açıp odamın halini görünce gülsem mi ağlasam mı bilememiştim. Yorganımı saç kurutma makinasıyla 2 saatte kurutmuştum. Aşağıdaki depodan Filippos ve Just'a başka bir yatak taşıtmıştım. Tabi sonrasında gene Eik ile papaz olmuştum. Ayk da ben odadan ayrılırken 50 euromu iç etmişti. Aradığımda da havaideyim gelemem demişti. Havai'ymiş benim 50 euroyu yiyordu kesin o sırada.

*Fotoğraf I- Nazi Engizasyon mahkemesi (Berlin'deki bir fotoğraf sergisinde çektiğim fotoğrafın fotoğrafı)
Fotoğraf II- 600 Jahre Bremen Kirche (600 senelik Bremen Kilisesi). 2005 'de 600. senesiydi şu an da 604. seneye girmiştir. Muazzamto korkunç ve insanın aklını başından alan bir görüntü

9 Nisan 2009

Siyah Beyazdır Genelde Hayat

Aklımda oluşan bir sürü yazı vardı aslında. Biri cinsel hastalıklarla ilgili bilgilendirme yazısıydı. Bir süredir arkadaşlarım beni arayıp bende şu var, bende bu var diyerek ne yapmaları gerektiğini sorduklarından dolayı bu konuda bir yazı yazmam gerektiğini düşünmüştüm. Aslında sabah okula gitmeden önce yazdım yazıyı ama hiçç mi hiç yayınlayasım yok şuanda okur.
Diğer bir  yazı ise Şehriye Vakvak ile ilgili olan bir yazıydı. Aylar önce yazdığım ama yayınlamadığım ve bugün biraz üzerinde oynamama rağmen gene yayınlamaktan vazgeçtiğim bir yazı o da. 
Üçüncü bir yazı ise Obama'nın Türkiye gelişi ile ilgili bir yazıydı. Onu da yazmadım. 
 
Ne mi oldu. Bir hiç! Onun yerine aklımdan gelenleri ve içinde bulunduğum durumu anlatayım kısaca:
Bunları bu güzel şarkı eşliğinde okursanız pek bi hoş olur!
  • "Benim bir sorunum var" diye geldikçe geliyorlar üstüme bir kaç insan bugünlerde. Sanki karabasan gibiler de üstüme çöküyorlar. Verdiğim nasihatları ise gözlerini açarak dinleyip "haklısın" diyerek cevaplıyorlar. İki gün sonra ise aynı hatayı yeniden yapıyor bu kişiler. Bende deliriyorum çünkü iki gün sonra gene aynı sorunla karşımda oluyorlar. Ben psikolog değilim, ben doktor da değilim, ben sadece benim... Ben olmak istiyorum. Çekin karartınızı üstümden benim yeterince sorunum var ey insanlar.
  • Amerika işi iyice canımı sıkmaya başladı. Geçen sene Nisan'dan beri hiçbir adım atamamış olmak ve tam bir sene 5 gündür aynı noktada takılı kalmak pek bir kötüymüş. Seneye 3 ay Hollanda'dayım. Bir günlüğüne Türkiye'ye giriş yapıp tekrar  Hollanda'ya gitmeyi planlıyorum. Bu Amerikalılarda çok vardır. "A year off" diye bir kavram. İşte bende bunu yapıcam. A year off baby!
  •  Bugünkü terörizm dersinde çok güldüm. Hocamız sıkıldığımızı görünce bir soru sordu: Sizce sayacaklarımdan hangisi diğerlerine göre daha uzun bir  süre dünyadan kaybolmayacak:
  1. Kola
  2. El-Kaide
  3. Mikrosoft
  4. Amerika
Tabi ben soruyu duyunca yarıldım. Yanımda Leon ağzımdan çıkan cümle "Microsoft is dead anyways". Hoca soruyu çok ciddi bir şekilde sorduğu için bana what? şeklinde bir soru yöneltti. Hmmm, kem kümm... Nothing hill hocam diyerek Leon ve çevremdeki cemieti kırdım geçirdim gülmekten. Tamamen düşünmeden çıkan cümleler silsilesi. Şimdi düşünüyorum da sorunun cevabı yok zaten. İyi ki geyik yapmışım.
  • Obama konusuna gelirsek bir hocamın nacizane örnekleri ile gülmekten kırıldım. Kendisi Obama ile Erdoğan'ın ilişkisini saplantılı bulduğunu söyledi (dayanak noktası Barack'ın Tayyip'e sarılması). Zaten o kadar sıcak sarıldıktan sonra "Ermeni soykırımı hakkındaki düşüncelerim hala aynı dese" de bir şey değişmedi çünkü Tayyip hala o sarılmanın etkisindeydi dedi hocamız. 
  • Başka bir güzel nokta ise Türkiye'nin kendini "ben merkezdeyim" olarak görme saplantısıdır okuyucu. Ne olsa Türkiye arabulucudur ya hani. Mesela başbakan  arabulucuyum der ve "one minute" diyerek burada Hamas'ta olmalıydı diyebilir rahatlıkla Peres'e. Peres ise alttan alıp "o zaman PKK'da olsaydı keşke" demez çünkü sidik yarışına girmek diplomasi de yoktur. Hadi diyelim ki dedi, o zaman da başbakan (IMIZ) "Ananı da al git Peres" derdi muhtemelen. Ağır bir laf tabi, Peres biliyor başına gelecekleri, akıllı adam vesselam. (Gerçekten de akıllı bir insan bu arada, geçen sene bir konuşmasında kendisi ile karşılaşmak nasip olmuştu).
  • Neyse Barack'tan Şimon'a geçtim. Ama asıl olaya gelemedim. Asıl olay Türkiye'nin kendini büyük görme ve gösterme halidir. Bilmez ki Obama'nın sözleri o kadar da önemli değildir çünkü ana amaç başka bir müslüman topluluğa karşı söylenir. "Müslümanlarla bir savaşım yok ve hiçbir zaman da olmayacak" dedi mesela Obama meclisteki toplantıda. Büyük bir alkış bizimkilerden. Ulen bir dur. Sana etmedi ki lafı ne hemen şak şak. Adamın seslendiği kitle sen değilsin, mesajı seslendirdiği ülke sensin. Yani sen ve senin ülken sadece onun ayak bastığı bir yer. Bundan sonra hangi Müslüman ülkeye gidecek acaba obama? (Bizim hocaya göre asıl soru bu. Ve eğer o gittiği ülkenin başbakanını da bizimkine sarıldığı gibi sarılırsa aldatılmış hisseder mi acaba bizim başbakan.) Bilmem belki hisseder ama akıllanır ve düşünür belki de ve anlar ki Türkiye'nin konumu o kadar da altınla pırlanta değilmiş (Yeni deyim uydurdum)
  • It's a new dawn
    It's a new day
    It's a new life
  • Freedom is mine sevgili okuyucu and I am feeling good... Rahat bir uyku zamanı
*Fotoğraf: Safranbolu, evvel zaman önce...Berfu'nun bana manuel fotoğraf çekmeyi öğretmeye çalıştığı zamanlar

7 Nisan 2009

Akşam Planı

Bu akşam G-mailime Beyza'dan bir mail geldi ve aşağıdaki yazışma ortaya çıktı. Bakınız biz blog semaları dışında nasıl kuzenleriz, ehe. Böyle beş dakikada yapılan keyif planlarının hastasıyım. O sırada tek amacı saati 18:30 yapmak olan Deniz'in cıvıklıkları ve daha çok evde duruyormuş gibi görünen ama emin olun bu ara Deniz'den çok daha yoğun olan Beyza'nın ciddiyeti tüm çıplaklığıyla karşınızda..! Diyalogdan sonra altta bir de terimler sözlüğü ekledim, lazım olabilir.

Beyza:
Akşam eve mi geçeceksin kuzi direk?


Deniz:
Yes I will kuzim. Would you like to join?


Beyza:
Senin buzluğu (1) açıp akşam yemeği hazırlasam mı :)
Fasulya yimeği mesela? Soğan var mı sende ve salça..
Gerisi buzluktan çıkardığım bi şeyle yapılır.


Deniz:
Hehe ne güzel lan :)

Buzlukta en önde kurutulmuş yeşil fasulye (2) var. Onu suda haşladıktan sonra yağda sovanlan kavuruyorsun. Üzerine de sarmısaklı yoğurt, mmmm :) Ama evde yoğurt yok.

Başka da fasulye namına bir şey yok bildiğim kadarıyle. Ama don köfte var bol bol. Çözülmesini beklemeden tavada pişebilme özelliğine sahipler kendileri. Sonracığıma, donmuş domatesler var sos yapmalık (makarnaya karar verirsen deyu söylüyorum.) Onu da kaynar suyun içine attın mı hemen kabukları açılıyor ve doğranmaya müsait hale geliyor. Mmm :)

Salça var, soğan var. Nutella yok. Çilek reçeli var. Ruffles var. Maydonoz var. Yoğurt yok. (3)


Beyza:
Aaa unut kuzi unut.. Akşam işim var yahu evde..
Unuttum tamamen..
Sonra yaparız muck.

Deniz:
Pis.

"Ladri di biciclette" filmini izleriz diye hayaller kurmaya başlamıştım ben.
IMDB'de 21.232 kişiden ortalama 8.4 puan almış. Bu ne demek biliyor musun?

Çok şey kaçırıyorsun demek, nıhahaha.

Beyza:
Ya tamam pek güzel anlatmışın...
Gidicem tamam :)
Sen kaçta gelirsin eve kadın onu söyle? (4)

Deniz:
Alaam, ben nasıl değerlendirsem bu ikna yeteneğimi bilmiyorum ki? Memleketi kurtarabilirim sanırsam. Neyse, akşam işim var, Bisiklet Hırsızları izleyeceğim. Memleket yine sonraya kaldı. :P

Yedi on beş sularında evdeyim ben. Yemekle vakit harcamayalım. Mis gibi nar ekşili, naneli, acısı minimum, eti sıfır noktasında çiğ köfte (5) yiyelim ne dersin? Benim mide tam delinmedi daha biliyorsun.

Beyza:
Yok yok sen gelinceye kadar ben hazır ederim hemencecik bi şeyler..
No worries.. ama yaptığımı yersin valla. Laf etme.. Ben 5.30 servisi ilen geçicem direk sana giderim. Makalelerim olacak zaten. Yimeği yapar oturur onları okurum.. Filmi de yemek yerken izlemeye başlarsak efficiency (6) olur, aksam da eve gidince iş yapabilirim :)
Görüşürüz beybi..

Deniz:
Ekzılınt pilan! Memleketi kurtarırken bu organizasyon özelliğinle ortağım olabilirsin Robin. Memleket derken "bu dünya benim memleket" malumun. Dünyayı ele geçirme düğmesine basmadan kötüleri yakalamalıyız. Ama bu akşam değil.

Sürpriz yemeğin içine tek taşımı da isterim.

Akşama buluşalım, vikingler geliyor.(7)

Terimler Sözlüğü:

(1) Buzluk: Seyrek aralıklarla Ankara'ya gelen annelerin, bir önceki geldiklerinde bıraktıkları yemeklerin, aynen bıraktıkları yerde kimyasal değişime uğradıklarını görünce başlattıkları harekettir. Gıdalar, marketlerde satılan hazır ürünlerden daha da hazır hale getirilerek buzlukta stoklanır.

(2) Kurutulmuş Yeşil Fasulye: Üzerinde buzluk hareketi uygulanmış bir çeşit kurutulmuş sebze. Anne kişisi, kurutulmuş bir sebzenin dahi çürümesinden korkmuştur.

(3) Yoğurt Yok: Bu kuzenlerin de birer üyesi olduğu koca sülalenin ana besin maddesinin yoğurt olmasından mütevellit, var olmaması durumunda sürekli tekrarlanan deyiştir.

(4) Kadın: Beyza ve Ertuğrul tarafından, birbirlerinden habersiz şekilde aynı zamanda başlayan, Deniz'e hitap şeklidir. Höt höt içeriklidir. Karşılığında "Bey" denir ama bu hareket henüz başlamamıştır.

(5) Çiğ Köfte: Beyza'nın yemeden duramadığı, hayatında acı yemeyen Deniz'e ilk acısını tattıran tehlikeli yiyecek. Deniz'in evinin hemen altında açıldığından ve midesini yakım yakım yaktığından Deniz kendisinden korkuyla bahsetmektedir.

(6) Efficency: Tüm ekonomi bilginizi unutun. Etkinlik veya verimlilik de diyebileceğimiz bu efficency tamamen "keyif arttırma" odaklıdır.

(7) Vikingler Geliyor: Bu tarz tabirler görüldüğünde, Deniz'in, kafasında her daim bir şarkı ile dolaşan bir kişi olduğunu hatırlayın. O anda aklında muhtemelen Vikingler çizgi filminin "haftaya buluşalım haftaya, Vikinler geliyor, lalalalala" müziği vardı. Burada, pek anlaşılamayacağını bildiği halde bu deyişi kullanması, Deniz'in canının öyle böyle sıkılmadığını gösterir.

6 Nisan 2009

İş Yerinde Bloğa Yazı Yazma Rehberi

Evahalipisi'nden çalışan okurlarımıza dev hizmet:

İş Yerinde Bloğa Yazı Yazma Rehberi

1. Genel bir hazırlık olarak, bilgisayarınızın ekranını en az sayıda insanın görebileceği şekilde ayarlayın. Bu ayarı en kafa arkadaşa gösterme ve uzaktan kendi masanıza sinsice yaklaşma yöntemleriyle birkaç kez kontrolden geçirin. Onaylanan ayarlarınızla oynamayın.

2. Tam karşınızda giriş kapısının, tam arkanızda ise duvarın olduğu özel bir odanız olmadığı sürece, ne kadar ayarlarsanız ayarlayın ekranınızın illa ki görülebileceğini sakın unutmayın.

3. Tüm diğer bilgisayar faaliyetleri gibi bloğa yazı yazmak da sırtını dünyanın (iş yerinin) geri kalanına dönmeyi gerektirdiğinden asla çok derinlere dalmayın. Hareket sensörlerinizi bir karete kid kadar geliştirmeye çalışın. Yine de, doğanın bir işi olarak vücudunuz sadece ön tarafı, biraz da yanları görmek üzere tasarlarlanmıştır, orada burada "abi isterse salon bitkisi kamuflajında gelsin, ben müdüre yakalanmam yea" diye hava atmayın. Sırtta göz bulunmamaktadır.

4. Çalıştığınız firma, haber vermeden uzaktan masaüstünüze bağlanan bir bilgi işlem departmanına sahipse, mutlaka apartta iş hayatınız boyunca yaptığınız en karmaşık dosyayı açık bırakın. Mouse'sunuz onların hakimiyetine geçmeden önce o dosyayı açmak için sadece yarım saniyeniz olduğunu unutmayın.

5. Aynı dosyayı, ekranınızı görecek şekilde arkanızdan geçecek toplum destekli çakal kuvvetleri ve müdür ötesi ışınlar için de apartta tuttuğunuzu unutmayın. Bunun için dosyanın tepesinde nal gibi şirket logosu bulunması, uzaktan bakılan dosyanın işle alakalı olduğuna vurgu yapması açısından önemlidir. Ancak, bir insan gözünün göremeyeceği bir hızda ekranı aşama aşama kaplayarak açılan o pencere (iş dosyası) bu durum için özel geliştirilmiş çakal ve müdür gözünden kaçmayacağı için, yarım saniyeden daha az bir vaktiniz olacaktır. Evde pratik yaparak kendinizi bu konuda geliştirin.

6. Bloğa yazı yazarken bir güvercin gibi ürkek boyun ve göz hareketleri etrafınızın sizden kuşkulanmasına, eli boş iş arkadaşlarınızın "len bu kesin gizli bir işler çeviriyor, sinsi sinsi izleyeyim" adlı dikkatlerini çekmenize yol açacaktır. Böyle bir durumda, sanki gerçekten çok önemli bir iş yapıyormuşcasına kedi çevikliğinde tavırlar sergilemek, masanızdan kalkıp hızlı hızlı mutfağa gidip gelmek, içeriği önemsiz bazı kağıtları birkaç dakika çok ciddi bir ifadeyle incelemek ve yemek tarifi bile olsa bir sayfa çıktı alıp sanki önemli bir şeymiş gibi en saftirik arkadaşınıza göstererek üzerinde konuşmak, güvercinlik etkilerini yok edecek ve dikkatleri sizden uzaklaştıracaktır.

7. Çok komik bir şey yazıyor bile olsanız asla gülmeyin, hatta gülümsemeyin. Zira Türk insanının çalışma mantığı şöyle işler:
Gülüyor = Ciddiyetsiz = Tembel.
Bu durum için bu denklem doğru olabilir. Fakat diğer her şey için de bunun geçerli olduğunu unutmayın. Şöyle ki, işinizden çok keyif alıyorsanız bile her an şikayet halinde bulunmanızın, toplum desteği almanıza yardımı olacaktır. Çünkü;
Şikayet ediyor = İş yapıyor = Çalışkan
denklemi de, E=mc2 kadar değişmezdir.

8. Altın kural: Ancak ekrana baktığınız müddetçe çalışıyor gibi görünebilirsiniz. Müdürler, sizin dokuz saat boyunca ekrana bakarak aralıksız iş yaptığınızı düşünecek kadar eblek değillerdir. Yine de, yazacağınız yazıya referans vermek için çantanızdan, kapağından iş dışı olduğu anlaşılan bir kitap çıkarıp karıştırmaya başladığınızda tüm gözler "ahanda iş yapmıyor" edasında size çevrilecektir. Yazacağınız yazı için hazırlıklarınızı mola verdiğiniz sırada yapmanız hayırlı olacaktır.

9. Kimseden korkmadığınız kadar sekreterden korkun. Kimseye kasılmadığınız kadar sekretere kasılın ki korktuğunuzu anlamasın.

10. İş yerinde bloğa yazı yazmak, her seferinde yaşanan bunca heyecan nedeniyle bünyeye bol adrenalin pompalar. Bu nedenle, bir süre sonra bu adrenalin olmadan yaşayamayacağınız için iş yerinde bloğa yazı yazmaya bağımlı olabilirsiniz. Tedavisi yoktur. İşsiz kalma durumu, bu bağımlılığa sahip olanlar için, daha da tehlikelidir. Geçmiş olsun.

Bu yazı da bitti. Huh. :)

4 Nisan 2009

Hastane Anılarından devam

Evet efendim, kaldığım yerden devam ediyorum. Size daha önceki yazılarda şu yazı ve bu yazı da hastane anılarımdan bir kaçına yer verip bir kaç haftaya yeni yayınlarla geleceğimi söylemiştim. İşte bunlardan biri: "Gazi Üniversitesi Acil nasıl bir yer?" Hangi durumlarda gidilmelidir ana teması altında len gene bünyeye aldık serumu diye devam edecek bir yazı yazacağım. ( Çok sıkıcı bulduysan hemen başka bloglara hücum et.. Ammmma bu kız pek bi tatlı yazıyo, aman hadi okuyayım gene neler yaşamış bu nanemolla diyosan ahanda altta neler yaşadığım yazılı.)

Gayet güzel başladı Şevket günüm. Eve giderken canım fena halde bira çektiğinden ve yanında bir de kızartma yapsam ohh mis yeme de yanında yat kıvamında olduğumdan eve koştur koştur gittim. Güzelce devirdim biraları. Bu sırada bir arkadaşımla mesajlaştık. Transparan yaşamı olan bir zatım ben, yazıyorum mesajları:
* Yaşıyo musun?
-Evet, sen?
*Evet aynı yerde, hani senin şu unuttuğun yer..
-Unutmadım, tamam geleyim o zaman.
Ardından mekana gidip kendime İzmir'in pek bir meşhur Churchill'inden yaptım. Mekanın sahibi arkadaşım olduğundan bana laf etmiyor. Benimle uğraşmaması gerektiğini anladı da diyebiliriz çünkü pek bir laf sokucu insanımdır ben. Hazır cevap mı desem, evet evet cadıyım. Neyse efendim Churchill içip dart oynayarak saati ilerlettim dün gece.
Ancak bir süre sonra len benim böyle karnımda ağrı mı var? Ne ola ki bu? gibi düşünceler içinde eve gittim. Evde iyice fenalaşınca "len ben bi kötüyüm bi kötüyüm, hastaneye gidem yoksa ölecem burda" diyerekten gecenin 12:30'unda taksiye atlayarak "Gazi Hastanesine çek" dedim şoföre. (Buradaki "çek" tabirim yalandır, gayet ezik bir halde, sesim çıkıyor çıkmıyor gibi, Gazi'ye lütfen dediğimi hayal et). Acil'e gittim, oturdum. Yanda bir kadın, felaket halde, oturmuş sıra gelmesini bekliyor. Mide kanaması geçiriyordu bence (Nerden bildin yiğen deme, ben bilirim. Çoğu hastalığın teşhisinde üstüme yoktur.) Neyse acildeki asistan şikayetlerimi aldı, binbir soru sordu ve 1 saat kadar bekleyeceksin, boşta muayene odası yok. Beğenmediysen yallah başka kapıya dedi üstü kapalı bir şekilde. Bende oturdum yanımdaki kadın gibi bekledim. Bir saatin sonunda bir yer buldular allahıma bin şükür de muayene odasına girdim. Bu sırada benden idrar ve kan örneği istediler. Hizmetlilerden biri bana acımış olacak ki nerden su alabilirim sorusuna, abla sen otur ben sana getirem dedi. Pek yardımcı oldu. Yirim böyle insanı.
Muayene odasına girdim. Doktor sorular sordu, ben bilmiş bilmiş cevapladım. Hastalığım bence şu olabilir dedim. O bana baktı, bence sen taş düşürüyosun dedi. Ben bi iki laf daha ettim. Durdu sen tıp öğrencisi falan mısın dedi? Yok dedim. Soruları sordu sordu, en son gebe olabilir misin dedi bende sanmam dedim. Sedyeye yattım, yanıma da serum geldi. Bir güzel novalgin 500'ü dayadı bünyeme. Her ne kadar yahu gerek yok seruma, sen bana şu ilacı yaz ben gidem toktor bey desem de olmaz, taş olabilir bu taş diyerek beni orada tuttu. İdrar sonucum gelince de haklıymışsın, sen zaten kendi teşhisini koymuşsun dedi. Güldüm ama boşu boşuna serum yemiş oldum bünyeme. Neyse en son ilaçları yazarken kan sonucum geldi. Kanda da beyfendi hazretleri tek bir şeye baktırmış: Beta HCG. Tek bir laf etti: Negatif! Ben afalladım tabi: Ne negatif? Toktor bey elindeki kağıdı göstererek Beta HCG'yi işaret etti: Sen bunun ne olduğunu da biliyorsundur zaten. Evet biliyorum, hamile değilim yani buna mı baktırdınız? Evet, semptomlarından dolayı buna da baktırmam gerekirdi. Eyi ettiniz, sağolun, baktırmasanız ne yapardım diyemedim. Onun yerine teşekkür edip hastaneden çıktım.
Şimdiye kadar anlattıklarım benim anım olan kısmıydı ama asıl noktasına gelecek olursak: Gazi Acil dediğiniz yer ana baba günü olmasa da karışık ve düzenin olmadığı bir yer. Ben 1 saat orada beklerken iki hemşir'in konuşmalarına şahit oldum. Birinin dedikleri pek çarpıcıydı. Hemşir diyor ki:
"Buraya her tip hasta gelir. Boğazı ağrıyan da gelir, estetik olmak isteyen de. Geçen gün mesela biri geldi, burnumun şurası bozuldu hemen yapılsın istiyorum dedi. Yahu hanfendi sabah gelin burası acil dedim, o da "bu acil bir şey zaten" dedi. Ya da nörolojik bir vakaya diyoruz ki nörolojide yer yok, senin de 15 gün yatman lazım. Başka hastaneye git, daha iyi olur. Adam diyor ki ben acilde yatarım 15 gün. Bu şekilde 10 hastamız var, bak içerde şu anda. Sonra da insanlar burada 1 saat beklemek zorunda kalıyor. Onlar da haklı."
Daha da yorum yapmama gerek yok sanırım, hemşirin lafından sonra. Ama yine de:
"Hemşir hemşir iyisin hoşsun, pek de iyi konuşuyosun da sen düzeni değiştirmezsen, ben değiştirmezsem nicedir de bakam bana bu hastanelerin hali?"*
*İşte bu amaç uğruna hastane anılarımı buraya yazıyorum okurum, canım benim, ballı böreğem... Daha da yazacağım, meraklanmayasın!