30 Haziran 2009

Hauz emdi


B. adlı insanın evine gittiğimde gecenin bir yarısı çay içip günün yorgunluğunu atarken, hafif uykulu, hafif sarhoş ve genelde lensleri çıkardıktan sonra izlediğimiz bu diziyi tez döneminde kafam patlarken, mola namına izlemeye başladım. Anladım ki lensleri çıkarınca ben safi kör bir insan oluyormuşum. Gregory ne biçim bir insanmış meğerse, ne karizmatik ne nevi şahsına münhasır bir kişiymiş. Alırım ben onu bak diyim burdan.. Hatta tez yazarken onu masanın bir köşesine oturtup " Eee Gregory sence El-Kaide yeni atağını nereye yapar gülüm?" diye sorasım gelir içten içe.

Bir de yok efendim milyonda bir görülen hastalıklar falan konuşuluyor ya işte onun da hastasıyım. Ben ki ilgi alanı tıp/hastalıklar olan bir insanım- nasıl bir ilgi alanıysa o, CV'nin hobin kısmına yazamazsın- diziyi izlerken söylenen semptomlardan bi b.k anlamayarak, bu ne ola ki şimdi diye mal mal bakıyorum. Bir de bence bu House kişisi her bi naneyi önceden biliyo ama söylemiyo ukelalık yapmak için. Hasta ölürken dayanamayıp "tamam yaa amann" diyip söylemeye karar veriyor. Çakalll...

Huzurlu bir gece olsun bari, bir majezik ile baş ağrımı dindirip teze bakmak istiyorum. Bir de bu B. den tekrar bahsetmek biraz sinirime ve duygularıma dokundu onun için de bir kaç hap alabilirim. Yok yok meraklanmayasın House gibi drug addict olmadım henüz. Günde sekiz ilaç aldığım günleri bilirim. Vay anam vay babam bir de vay paşam...


Günün Okuması #1 - Bansky

Dün sabah, işe gelir gelmez Google Reader'dan takibe aldığım bloglarda bir temizleme harekatına giriştim. Özellikle son zamanlarda 'emekliliğime kaç yıl kaldı acaba' modundayken vakit geçirmek için okuduklarımdan, vakit geçirmek dışında hiçbir katkısı olmayan kişisel blogları (hepsini değil yani) temizledim. Daha sonra, belirli bir konuda hap halinde bilgiler verip beynimi bilgi çöplüğüne çeviren sitelerin takibini bıraktım. En son, çok komik lan diye abone olduğum, hakikaten de komik olan ama sonunda espri sistemlerini çözüp eöh dediklerimi gönderdim.

Arta kalanlar; kafamdaki karmaşayı netleştirecek, geçmişimin ve içinde bulunduğum /büyüdüğüm ortamın kafamda yarattığı süzgeçten geçerek de olsa beni besleyecek, aydınlatacak, yeni bakış açıları kazandıracak okumalar yapabileceklerimdi. Ve tabi ki dostlarımın blogları... Eskisi gibi. Yukarıda bahsettiğim fazlalıkları atınca hakkını vererek okuyabileceğim yazıların barındığı bu manzara hoşuma gitti. Öze ulaşmayı engelleyen kabukları sadece durarak oluşturabilmek insanoğlunun en lanetli yeteneği olsa gerek.

Bundan kelli, günün okuması etiketi altında işte bu son gruptaki okumalardan parçalar paylaşmak niyetindeyim sizlerle. Yok yok, bu etiket altında da suratsız, sıkıcı, didaktik bir mal olmayacağım canım, söz. Ortada yine hayat kuyusu olacak, bu kez yandan geçmeyeceğim sadece. Misal, geçen gün Berfu'yla laf arasında bahsettiğimiz ve keskin aykırılığı dolayısıyla çok derinlere indiremediğimizden laf arasında kalan sokak sanatçısı, fevkalbeşer Bansky (aşağıda bir çalışmasını görmektesiniz.), bugün 6.45 yayınlarından Şenol Erdoğan'ın bloğunda yayınladığı yazı üzerinden kafamda bir anlama oturdu. Bu bereketli yazı, önüme okumam gereken bir külliyat bıraktı sağolsun.

Aşağıda, bu yazıdan alıntıladığım bazı paragraflar var. Bir nevi benim yorumum denebilir. Yeni Şehir, Yeni Sanat ve Şiir adlı bu yazının tamamı ise tamburada.

(...)
Varolanı olduğu gibi kabul etmek pasifliğinde bulunmamak sadece sanatı başka yerlere götüren ve yeniliklerin doğmasına sebep olan bir gerçek değildir, antropolojik bir açıyla kucaklanması gereken bu gerçek yaşamın içinde bir anlamda da sorgucu yapısıyla dolaşıp durmada ve gerçek yerine “gerçek”i ortaya koymaktadır.

(...) Zira kaçmak denli kalıp savaşmak ve otonomlar yaratmak da sanatın göbeğinde yatanlıklardan biridir elbette. Herkes savaş baltalarının biçimini kendisi seçebilir.

Ve “sanatın yeni çocukları” bir şeyi fark etti, ne dışarısının izlenimi ne de için dışa vurumu, onlar için duvarlar var, nesnel olarak yerinde kalması gereken içsel olarak üzerlerine çalışarak soyut yıkıma uğratacakları –ve uğrattıkları- duvarlar.

(...) Gayrı resmi sanatın resmi olmayan tarih defteri bir şekilde tutulmalıdır. Zamana karşı bir tavır mı, evet, ya da kimince dine ve dinsel siyaset pisliğine bir tavır, evet, ve sayılabilecek yüzlerce şey hala bugün modernizm ve takıları halindeki formatlarıyla önümüzde, aslında aynı şeyle savaşılıyor, duyarlı üreticiler aynı şeyin savaşını veriyorlar zamanın içinde.

(...) Nasıl ki primitist tavır aynı zamanda zenginlerin sanat zihniyetine sokulan bir çomak sayılabilirse, günümüzde gerçek yeraltı sanatçıları; güncel sanat acentesi ve bienal tüccarlarının ve sözde alter-natif sanat ortamlarının çomak sokucularıdır. Tıpkı şimdinin yeni şairlerinin ortaya attığı güçlü ve durdurulamaz ‘sound’un şiir patronlarına verdiği rahatsızlık gibi.

Neden ahşap baskı sanatının kaybolmuşluğundan bahsedelim ki, neden sokakları “duvar baskıları”yla bezeyen ve sosyal-politik yapıya da ciddi ciddi dokunarak şehrin sanatçılarını basit ve sözde önemsemelerin ötesinde el üstünde tutmayalım.

Duvarlar boyu şiir yazıyor yeni kentin yeni çocukları ve siz okuma yazma bilmiyorsunuz! Yeninin cahilleri!

Nedense –ki nedeni aslında bariz ortadadır- insanlar gidişatın ilerisinde/ötesinde, “başka” şeyleri açığa çıkarmış –ortaya koymuş insanları –alan ne olursa olsun- ya görmezden gelmiş/gelmeye çalışmış ya da bir şekilde “ayağını kaydırmış”, kaydırmayı denemiştir.

(...) Artık yeni tanımlamalar ve cümle kurumlar, an be an varolan, gerekirse temsilcisinden hariç bir başına kalan sanat kolları zamanıdır. Hiçbir şey hiçbir kimsenin tekelinde değildir ve her şey herkesçe yapılabilir olandır.

(...) Tarih boyunca duyduğumuz gerçek seslenişlere kulak değil anlam vermeliyiz, yeniyi ve yepyeniyi ortaya koymak adına yapılması gereken yegane şey BESLENMEKtir. İçi boş devletin ve okulların ya da BANKA OKULLARının, öğrencilerine verebilecek hiçbir şeyi yoktur. Ailesinin, devletinin ya da hacklenmiş usunun kölesi olan öğrenci ilkin bir gerilla olmalıdır ki sanatın, edebiyatın kutlu yolunda sayılan halkalardan örülü zincirden ilelebet kurtulsun! Sanatçı, önce sistemlerle çarpışan gerilladır, mastürbatör bir bohem bok değil! Kurumsallaşmanın özüne balta vuran geçmişin isimleri bizim geleceğe çok sert dokunabilip onu değiştirebilmemiz için kullanılabilecek potansiyel güçtür.

Entelektüel ve politik olarak hür olamayan insanın özgür bir sanattan bahsetmesi mümkün değildir. Nihayet bugün sokaklara inen “sanat-sabotaj”dır ve verilen bir kavgadır! Nasıl yorumlanırsa yorumlansın ya da yetkin bir biçimde yorumlanamasın sanat, sabotaj, şiir ve çok şey tabansız da olsa bir “yeni”yi başlattı ve bu dağınıklık yerini yakın gelecekte daha fazlasına bırakacak…

(...)
1915’de sanat, manifestolarıyla sol kanat üzerinde hareketlenip savaşa karşı bir hareket başlatıyorken, şimdinin sanatının ve sanatçısının Ortadoğu ya da başka bir coğrafyada bir duyarsızlık geliştirdiğinden nasıl ki bahsedebilirsek, yeni sanatın üreticilerinin nerede durduğunu da çok net görebiliriz.

Duvarlara, adı bilinmedik sanat istasyonlarına yazılan yeni sanatın manifestosu kelimeler değildir belki de! En azından biz şiiri başka dillerin kelimeleriyle yazıyor ve okuyoruz hem de görebilene.

Şiir öldü yaşasın yeni şiir!
Fırça öldü yaşasın sprey!

29 Haziran 2009

Karar

karar
isim (kara:rı) Arapça

1 . Bir iş veya sorun hakkında düşünülerek verilen kesin yargı:
"Bu kararı söyleyen sesin tesiri gözlerimizi yaşla doldurdu."- H. S. Tanrıöver.
7 . müzik Türk müziğinde, taksim yaparken ana makama dönüş.


Bu kez karar verildi. Bu iş burada bitecek. Burada, daha fazla kendime yazık etmemeliyim. Ani, duygusal ve düşüncesizce bir karar değil bu. Belki plansız denebilir, katalizörler sağolsun.

Yarından itibaren işi bırakmaya karar verdim. Bugün yaşadığım olay, diğerlerinden farklı değildi belki, yine zor kaldırılır. Ama ne güzel işte atasözleri yine: Bardağın son damlası.

Ad hoc haller sona erecek, taksim bitecek. Ana makamıma döneceğim.

Sevgili arkadaşlarım /ailem; bu kez bana lütfen destek olun, para sormayın, kriz demeyin. Bütün bunların yaşatabileceğinden çok daha kötü şeyler yaşıyorum burada, emin olun.

26 Haziran 2009

Gülümse Bugün Cuma

Bende sizler gibi bugün Cuma diye sevinmek hatta bunu bira içerek falan kutlamak istiyorum.
Bira içeceğim yerin ise İzmir Sardunya olmasını temenni ediyorum. Yazık ki ışınlanma hala bulunamadı. Gerçi bulunsaydı da bende bu baht varken o zamazingonun içinden bi kol Şam'da bi kol İzmir'de çıkardım.

Ve şu anda boş boş oturan ve bütün gün de boş boş oturmuş, ayağına bakmış, saçını kurcalamış, oje sürmüş, akşam kimle buluşsam diye içinden geçirmiş, kız-erkek arkadaşını aramış planlar yapmış insanlardan da nefret ettiğimi duyuruyorum. Bir gün gelsin de kafamda yapacaklarım, yaptıklarım ve başaracaklarım üçgeni boş olsun yalebbim.

Mesela dün gece tam yatarken 26'sına girdiğimizi görerek paniklediğimi hatırlıyorum. Ulen gece gece ne panikliyosun zaten oldu olan ama işe yaramıyor tabi bunu kendine söylemek. Sonrasında karabasanlar mı dersin naletli rüyalar mı dersin ne dersen hepsini gördüm. Üstüne de kalktım Berfu'nun yanına gittim ve "ööö korktum ben" diyerek onun yanında uyudum. Ulen sanki önceden hiç görmedin bu tip rüyalar, ki bu sene pek çok gördüm, ve sanki hepsinde de Berfu vardı yanında. Neyse sabahınan güzel uyandım en azından...

Hah bir de Groningen'den mail gelmiş, gelecen mi koçum şeklinde. Bir de kadınla yazışa yazışa artık gülücük falan koymuş, seni aramızda görmek istiyoruz diye. Ben de istiyorum yiğen ama Fulbright diye cevap vereceğim sanırım birazdan... Tey tey... O Fulbright bu sene k.çımda patlarsa valla o ofisi yakarım.

Diyeceğim odur ki bugün cuma ve : "I am going deeper underground".

Resim: Seda adlı arkadaşımın taaa bir yıl önce "gülümse bugün cuma" adı altında attığı yaratık. Kendisi yapmış bu yaratığı sanırım. O gün gülümsemiştim bugün ise koduğumun yaratığı diyorum.

25 Haziran 2009

Cool Water ve Rüyalar Gerçek Olur

Garip, mistik, fantastik anlar yaşayan bir insan oldum çıktım. İyice yaşlanınca bir sırra filan ererim herhalde bu gidişle. Az önceki deneyimi, çok duygusal bir anıma denk geldiği için mi, tüm şartlar olgunlaştığı için mi yaşadım bilmiyorum. Hemen siz canım okuyucularımla paylaşmak istedim, ama uygulamanız gerekli.

Sizden ricam, aşağıda verdiğim yönergelere göre hareket edin ve kalbinizin hareketini dinleyin. Bakalım birdenbire hayatınıza dair karanlıkta kalmış bir taraf aydınlanmış gibi hissedecek misiniz, yaklaşık beş dakika boyunca gözlerinizi ekrandan ayırıp boşlukta bir yere bakıp adı olmayan ama güzel olan bir duyguya kendinizi kaptıracak mısınız? Yoksa bir kuntastik kişi ben miyim?
  1. Bilgisayarınızın başına geçin. Kulaklıklarınızı hazırlayın.
  2. Ömer Faruk Tekbilek'in Michael Askill'le ortak yaptıkları albüm Fata Morgana'dan Cool Water'ı şarkı listenize ekleyin. Tabi önce tamburaya tıklayarak indirebilirsiniz. (Üşenmek yok. Tek bir şarkı.)
  3. Şarkı inerken Prensese Mektuplar sitesini açın. Rüyalar Gerçek Olur adlı yazıyı bulun ve okumaya hazır hale gelecek şekilde ekranınıza konumlandırın. Veya en iyisi, tamburaya tıklayın.
  4. Eşzamanlı olarak, şarkıyı çalın ve okumaya başlayın.
Bitti mi? Nedir durum?

"Direnme, direndiğin şey kalıcı olur" sözünü ilk okuduğunuzda şöyle bir kaldınız mı? Cool Water'la kendizi gece, Akdeniz'in serin sularında, o fotoğrafçıyla sohbet ederken buldunuz mu? "Her şey bir anda durdu" mu? Valla benim öyle oldu, hatta çok eski bir zamanda buldum kendimi. İhsan Oktay Anar'ın Amat adlı kitabında geçen korsan gemisi gibi bir gemiydi benimki. Çok da güzeldi!

'Böyle yoğun etkilenmeler için farkında bile olmadığımız milyon tane şartın uygun olması gerek' dediğinizi duyar gibiyim. Siz de benim deneyimimi paylaşmış oldunuz işte, fena mı?

Teşekkür ederim efendim.

Ayhan-O da Halktan bir İnsan-

Yazmadan edemeyeceğim, gene mevzu erkek tiplemeleri.. Bu sefer kısa olması üzerine uğraşacağım.. Hadi bakalım hayırlara vesile...

Olum kız ters yöne yürüyor ama bi dursak önünde belki arabadan etkilenir erkek tipi:
Naçizane erkek modelimizin altında kocaman bir araç vardır. Ben diyim Murat 131 sen anla Range Rover. Artık o noktada büyük kavramının ne olduğu mevzuya dahil olur, ben oralara karışamam. Ama tamam tip koca jipe binmiş, beyaz, karşıdan da parlak parlak geliyor. Ben de onun geldiği yöne doğru yürüyorum.

Yer Bilkent. Bilenler bilir, müzik salonundan aşağı doğru yardırdın mı Nizamiye'ye kadar yolun var. Ha arada bi soluklanayım dersen de zaten solda kalacak olan Lojman 106'yı görürsün. İşte o da benim gittiğim yer.

Neyse bu arkadaş yavaşladı beni görünce. Üstümde bir elbise, rüzgar da çıkmış mı sana.. Üstten, sağdan, soldan tuta tuta yürüyorum. (Bak şimdi tutacan madem niye giydin dicen bende sana amaç kıç baş göstermek değil kardeşim, bacaklar gözüksün kafi diyeceğim.) Neyse yanıma gelince durdu, camı açtı: "Nizamiye'ye gidiyosanız bırakayım?" dedi. Ben bi afalladım, nasıl? dedim önce. Tekrarladı bu gubidik soruyu. Ben bi yola baktım bi tipe baktım.. Bu sırada da tip bi benim yüzüme baktı, bi belden yukarısına baktı, bi bacaklara baktı... Aklından da ya "sen bi şöyle 180 dönsen ya benim ajans var da ondan" diye geçirdi ve sırıttı. O sırıtışı görmeliydiniz ama. Hani bazı tipler olur aklından geçeni ağzı hafif yamultarak belli ederler ya, bir de kaş göz oynar. Hah işte aynı ondan. İçinden de diyor ki "ulen aldık şu jipi, daha bir karı atamadık arabaya, öyle kaldı. Nazan'dan ayrılmayacaktık, bi heta oldu".

Neyse ben tabi gayet ar ve namus insanı cevap verdim: "Siz benim gittiğim yönün tersine gidiyosunuz ki zaten?". Arabası 4 çeker kendi sıfır olan tip cevap verdi: "olsun ya fark etmez, ben dönerim. Ben de zaten Lojman 104'e gidicem. Orada da 1. katta kalıyorum". Ne demek len şimdi bu? Lojman 104 nerrree, 106 nerreee... İkisi zaten birbirinden alakasız. Ama birinci katta kalıyormuş çocuk ya hakkını da yemedim. O birinci katta bilimum bitki yetiştirip, çekip çekip beni buldu zaar. Şimdi arabaya güveniyosun, bi aklından geçiyor "len bıraksa ya nolcak sanki Bilkentteyim" diye. Bir de 5 dakika önce Julita'ya demişim "bu topuklular ayakta, rüzgar da var, Marilyn Monroe efekti yakalayacağım kesin yolda, karşıdan otostop çeksem mi?" O da demiş çek. Ben vazgeçip çekmemişim ama yürürken de bir yandan arkadan araba geliyorsa yakalayım diye düşünmüşüm falan. Sonrasında da tipin teki durmuş önümde. Neyse efendim meraklanmayasın binmedim arabasına.. Bir kaç laf ettim "zaten 5 dakka, lojman gözüküyo burdan... Yürüdüm yürüyeceğimi" falan diye. O da kem küm "ya binseydin, olsun ben döneydim" gibi laflar etti. Binsem kesin bin bir soru: "Burada mı okuyorsun, yaş kaç 18-19 mu? (Kaş göz oynaması mevcut), nerede oturuyorsun, kaçta işin biter evine de bırakayıma kadar devam eder mevzu. Aile kızı oldum, binmedim.

Amma... burdan kendisini ilan ediyorum: Bu erkek tipi, kendisinin tipine mipine bakmadan, tanıyıp tanımadığına bakmadan, karşıdan gelen kişi hırlı mı hırsız mı demeden, tamamen kendi hayvani güdüleri ile önümde durup kaş göz oynatabiliyor. Bu insanın bilmem kaç çeker bir arabasının olması önüne gelen her hatuna yazması anlamına geldiği ve muhtemelen de salak hatunlar bunun arabasının önünde durup "aaa Ayhan ne güzel araban varrr yaaa,,, yeni mi aldın bebişim" havaları çektiği için bu Ayhan'da garibim kendini bir halt zannediyo.
Kıssadan hisse arabanın olması beni ırgalamaz, ırgılayanla da zaten bence işin olmasın be Ayhancım.

P.S. Kendisi ile ismen tanışmadım. Ayhan ismi fiction bir isimdir. Ama yakıştı valla kendisine. Görseniz tam "Ayhan la bu (!)" derdiniz.
Fotoğraf: Google'da Ayhan diye arattığım ilk fotoyu koyacağım dedim ve koydum arkadaşlar. Bu kadar olur! Footğraftaki zat Erzurumlu 1962 doğumlu bir Aşıkmış: Aşık Ayhan diye geçiyor. Kendisi ile bir alıp veremediğim yoktur.

23 Haziran 2009

Destek Kuvvet K.


Bazı durumlar olur ki hayatınızda bir insanı sizin güç aldığınız kişi haline getirirsiniz. Ya da güç alamasanız bile o insan sizin pek tabi yanınızdadır. Normalde balyoz gibi çarpması gereken şeyleri güzel laflar ederek kafanıza sokar.

Hayatımda bu tip bir insan mevcut benim de. Kendisi doktorum olan K.'dan başka birisi değil. Hiçbir zaman ulen bıktım senden de sorunlarından da dememiştir mesela. Ben ona en gubidik sorunlarla da gitsem dinlemiş ve en sonunda şunu söylemiştir: "koy g.tüne rahman". Ne kadar sinir harbi ile gidersem gideyim o odadan hep evet ya s.ktir et şeklinde ayrılmayı başardım da zaten. O kadar sağlık sorunlu bir insan olarak bir doktorun yanından gülerek çıkıyorsanız işte o süperto bir durumdur bunu da eklerim.

Hatırlarım bir gün ağrıdan ölme eşiğine gelmişim, girdim odasına bi hışımla: "Siz doktorlar da iş mi yapıyosunuz. Bir hastalığın bile çözümünü bulamadınız. Bu mu tıp, bu mu sizin doktorluğunuz" diye saydım saydım. Aradan bir süre sonra sustum. Baktı ve "rahatladıysan otur" diye cevap verdi. Normal bir bünye "kardeşim git işine, başka birini bul, senle mi uğraşcam, her gün kapımdasın zaten" diyebilecekken kendisinin bana tek lafı hah kustun içindekini şimdi otur bakalım olmuştu. Bunu bütün hastalarına tabi ki de yapmıyor, onu biliyorum. Ben ona her sorunumu anlatıyorum ya onun verdiği bir rahatlık var bende. Hatrım var ya onda o yüzden çekiyor beni sağ olsun. Berf'in dediğine göre Talib nasıl Berfu için önemli bir insan olmuşsa, K. 'da benim için öyle olmuş. Doğrudur. Aldığım her saçma kararı bilir mesela K. Gider söylerim, şunu yapayım diyorum, Amerika'ya gitmesem mi diyorum gibi. O da her geldiğim saçma söze "saçmalama" şeklinde cevap verir. Ya da güzellikle "beyza sen çok akıllı birisin, istediklerini biliyosun, hiçbi şeyden korkarak geri adım atma" der.

Neyse öyle iyidir K. Berf Eylül'de geldiğinde de onun odasına gidip tanıştırmıştım kendilerini. Berf'in de ayağında bi sıkıntı vardı, onu da göstermiştik. Ben ise Berfu geliyor diye bi haftadır bi heyecan durumunda olunca K.ya valla anlamam çıkarız bi gün dışarı, oturur sohbet ederiz üçümüz demiştim. O da tabi, hay hay diyerek cevaplamıştı.

Akşamüstü de bu buluşmayı gerçekleştirmiş olduk. "Mutlu bir seda" olarak bünyeye yer etti. Amerika'ya gidicem de orada bir Amerikano bulacağıma kadar geyik yapıldı. İçkiler içildi.

Düşündüm de şu blogda en alakasız kıl yün tiplerden bahsedip de aslında ilerde aklımda kalmasını istediğim şeyleri yazmamam bünye de bir sorun olduğunu gösteriyor. Ve evet bu yazı da K.'ya yazılmış olsun. Onun sohbetine, insanlığına ve sevecenliğine gitsin...

Fotoğraf: Geçen sene Eylül, Miko adlı İzmir'de güzel şaraplar içilen mekandan Berf'in desteğiyle çektiğim ve hoş olduğunu düşündüğüm bir fotoğraf

Olabildiğine İç Belki Unutursun

Dün gece olabildiğine içtim. Berfu ile Deniz balkon sohbetleri ile şenlenirlerken ben Tunus Caddesinde sevdiğim bir mekanda F.u.l.bright Buluşması ayarlamıştım. 12-13 kişiydik sanırım. Ofisten de geldiler. Baktığınız zaman "benim nerem genious olum, beni Fulbright'a aldılar ama..." diyen on kişinin toplanması sonucunda aslında hiçbirimizin öyle zeka küpücüğü olmadığımızı fark ettim. Zaten kendimin olmadığını ve beni seçerlerken bir heta ederek bu bursu aldığımı düşünüyorum. Ama ortak tek bir noktamız var bizim bu kişilerle: Eğlenmeyi bilmek! Yeri geldi mi deli gibi içmek, yeri geldi mi eve kapanıp çalışmak. Ortamdaki herkesin analitik zekaya sahip olduğunu da fark ettim.

Evet biraları devirerek huzura falan ermedim aslında. Hatta baya da çenem açıldı- nalet şey açılınca boş boş konuşur- Ama güzel oldu. Grubun içinden iki kişiye, S. ve A., derin azaplar çektirdim bıdı bıdı konuşmalarımla... Bir de ben gelemeyecegim sanırım Amerika'ya ya belli değil gibi laflar edince hem ofistekiler hem de Fulbrighter'lar "deli deli konuşma geliyosun sende" diyerek beni mutlu ettiler. Hatta bir kaç kişi anca beraber kanca beraber muhabbeti çekti. Bu tam yalan bir laf tabi ama insan kendini mutlu hissediyor..
Abuk subuk planlarım var bu konuda. 60 kisinin de Amerika'da nereye gittiğini ögrenip excell dosyasında database olarak kaydedip herkese mail atıcam. Sonra da Amerika'dayken "Aaa San Fransisco'ya gidicem ama kim var ki?" diye düşünürken hopp hemen oradaki Fulbrighter'lara bakıp network'u kurucam. Planlara bak sen.

Neyse gece eve geldiğimde Deniz ve Berfu'yu dürtmüş gibi oldum. Şarap, bira, su...
Sabah uyanma, mal gibi olma... Kahvaltıyı hazırlama. Berfuyu uyandırma.
Gözler bozuk olduğu için Berfu'nun gözlerinin açık olup olmadığını yani uyanıp da yatakta öyle yatıp yatmadığını anlayamama.. Gidip yanına sokulma...

Güzel bir gece oldu olabildiğine içtim unutmak için. Ama neyi unutmak istediğime bir türlü karar veremedim. Bu unutacak bir düşüncemin ya da olayımın olmamasından mı kaynaklıydı bilemiyorum. Ama gene içip içip ayağımı bir yerlere vurduğum için sabah kalktığımda dizimdeki morluklarla karşılaştım. En azından bacakları nereye vurduğumu unutmuştum... Bu da bir şey ama değil mi?

Her Şey Yerli Yerinde

Berfu'ya bir "hoşgeldin cemaatimize halayı"dır.


Ortamda Berfu ve şarap var demek, bende "artık ben kalkayım, yarın iş var, gideyim bari, daha içmeyeyim" yok demek. Ringo ringo şişelerin dibini görmek demek. Bu durum böyle işte. Zaten bu şekilde her şey yerli yerinde. Ne demiş, hemen üstte 1956 yılından, Ara Güler vasıtasıyla bize bakan üstad:

Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından


Dün gece, ucuz ve güzel şaraplarımız Hatti ve Karam (Çalkarası) eşliğinde, tesadüflerin yaşam içindeki en rahat kanepeleri bulup oturduğu; kaosun çay demleyip kurabiye servis eden hanım kızımız olduğu; kontrolü kaybetme hissinin bir kedi olup kucağımızda purrrladığı, neden?lerin neden olmasın?gile misafirliğe gittiği saatler geçirdim Berfu'yla. Fiskos masasında oturup, en çok kendi dedikodumuzu yaptık. En hararetli kendimiz kızdık, en kahkahalı kendimiz güldük kendimize. Muhabbetimiz bol oldu.

Ertesi sabahın kafa ağırlığı, son bir yılın yorgunluğunun dinmesi hissiyatı ile karşılaştırıldığında; devede tüy, denizde kum, balıkta pul kaldı. Bir gedik doldu. Her şey yerli yerine oturdu.

21 Haziran 2009

Evimin Kokusu


Bugüne bir not düşeyim. Zira, senelerdir yaşadığım evin balkonundan içeri ilk kez çok güzel yasemin kokuları geliyor. Bu, kokusunu sadece geceleri paylaşmayı tercih eden narin çiçeğe bunca zaman kayıtsız kalmam, hatta bir ara karşısında durmam kabul edilebilir değil. O, bugün bana kendimi, deniz kenarında bir tatil kentinin, geceleri hırkayla yürümeye çıkılan sokaklarında keyifle geziyor gibi hissettiriyorsa, telafi etmek görevimizdir: Aferin yaseminim, böyle devam.

Ne güzel bir kokusu var bugün evimin!

Salim Sevsendebir ve Şehriye Vakvak Röportaj

///Eski bir hikayenin devamı.. Yayınlamak gerekirdi sanırım..///

Salim Sevsendebir ve Şehriye Vakvak

Salim Sevsendebir’in Şehriye Vakvak’la tanıştığı gece ilk defa gökyüzüne bu kadar net baktığı gece olmuştu. Ay’ın nerede olduğunu kestirmeye çalışmış ancak bulutlar ona mani olmuştu. Haa mani dedim de aklıma Mani Beniçeker geldi. Şimdi siz neden hiç ondan bahsetmiyorsun da kalktın bize Hanif adlı bir çocuğu anlattın diyeceksiniz ama Mani Beniçeker’i anlatmak için önce Şehriye Vakvak’ı tanımak gerekli. Neyse Salim Sevsendebir’e geri dönelim şimdilik.

20’li yaşlarda pavyona gitmeye alışan Salim için bir kadın konsomatrismiş, prensesmiş hiç fark etmezdi. Onun için kadın sadece kadındı. İki bacağı, iki kolu, güzel göğüsleri ve dolgun kalçası olan bir kadın gördü mü dayanamaz içindeki erkeksi yan ortaya çıkardı Salim’de. Biraz da yakışıklı mıydı ne? Peşinde dolanan onca kadının varlığı ona ayrı bir çekicilik veriyordu belki de. Ya da Şehriye Vakvak bu şekilde düşünmüştü. Salim Sevsendebir, Vakvak’ın kendisi hakkındaki düşüncelerini bilse belki de o gece mekânı terk eder ve bir daha o pavyona ayak basmazdı. Çünkü Salim Sevsendebir’e göre kendisi duygusal, kadınların isteklerini bilen ve hoşgörülü bir adamdı. Zaten herkesin kendini en iyi yere koyması görülmemiş bir durum değildi Türk insanında. Salim Sevsendebir hayatında yaşayabileceği bütün acıları tatmış ve geriye yaşanabilecek hiçbir acı bırakmamış bir insan bürünümündeydi. Ancak içinde derin yaralar olduğu her halinden okunuyordu. Bir gün şımarık bir çocuk oluyorum ertesi gün ise zifiri karanlıkta dolanıyorum yalnız başıma diye anlattı Salim bunu (Bu tabirler kendisinin tam olarak kullandığı değil, yazar olarak ben, Orhan’ın düzenlemeleridir).

Ama Salimin yeri ayrıydı Vakvak için… O Salim’i öyle bir yere koymuştu ki bütün duygulardan arınıp, gece masasına gittiği adamları unutup sadece Salim’in yanında olmak istemişti. Çok şey mi istedi bilinmez, ama bana söylediği kadarıyla İstanbul’un en dingin saatinde (ki sabahın erken bir saatine denk geliyordu bu) Salimin günün birinde gelmesini ve Vakvak’ı güneşin doğuşunu izleyebileceği bir manzaraya götürmesini dilemişti. Bunların hiç birisi olmadı ve olmaması dünyanın dönmediği anlamına da gelmedi. Sadece Şehriye bir kez daha erkeklerin o gülen gözlerinin altında yatan sinsi düşünceleri fark ettiğini bana anlattı ve bunun için gözünden bir damla yaş düştü. Eğer o anda Mani Beniçeker ya da Erdal Pamukdiş Vakvak’ın gözünden düşen bu bir damlayı görseydi kendilerinin ne kadar da değersiz ve ikincil olduklarını anlardı. Ama bu da olmadı.

Zaten olan tek şey dünyanın dönüyor olmasıydı ve Şehriye Vakvak’ın benimle konuştuğu gece ne mutlu ki dolunay yoktu. Bu kadının çekiminden kurtulmak için ancak dolunayın yeni bittiği devreye denk gelmek gerekiyordu ve bende onu yaptım. Ancak yine de etkilendim ve bu hikâyeyi bir süre anlayamayacağıma karar verdim.

YENİ ANLATICI

Günlerden Dolunay. Ben Akın Dilipek. Sizlerle Şehiye Vakvak’ın hayatına dair konuşmak için Dönde Gel Gazetesi tarafından tutulmuş üç kuruş para için anamı, babamı dâhil herkesi satabilecek bir yazarım. Hikâyeci Orhan’a ne oldu derseniz, o bir süre sizlere eşlik edemeyecek. Ancak onun yokluğunda Orhan’dan duyamayacağınız olayları dile getirmeyi amaçlıyorum. Bu vesile ile Salim Sevsendebir’in ne kadar kendini bilmez, sınırlarını bilmez bir insan olduğunu anlatmak benim amacım.

Salim Sevsendebir, Şehriye Vakvak ile olan birlikteliğini Vakvak’ın kariyeri üzerinden kurmuştu belli ki. En az 2 günde bir Vakvak ile ilgili haber yapan Dönde Gel gazetesinin takipçisi olan Salim, Vakvak’ın bilinmez kişiliğine olan ihtiyacını “ bu kadınla tanışıp hangi renk parfüm kokuyor karar vereceğim” diyerek hayatına yenilik katmayı amaçlamıştı. Salim Sevsendebir’in söylediklerine göre Şehriye Vakvak parfümlerin en kırmızısı olmaya çalışırken aslında içinde çok farklı bir renkteydi. Salim ile olan konuşmamızda “Şehriye’yi nasıl görüyorsun, senin için elde edilemeyecek bir kadın mı yoksa elde edip bu kadın benim istediğim insan mı” diyorsun, diye sordum. Yaşıtlarına göre daha uçarı bir hal takınan ve sanki dünya batsa umurumda olmaz havasında konuşan Salim Sevsendebir, bu soru üzerine önce bir duraksadı. Belli ki her soruyu bekliyordu ama Şehriye Vakvak ile birebir de yaşadığı ilişkiye dair bir soru beklemiyordu. Cevabı ise tok bir ses ile “Bu soruyu Şehriye’ye sorun, biz onunla ayrı dünyaların insanlarıyız ve bu bizi cezp ediyor” şeklinde oldu.

Ancak hikâyeyi anlatan zat olarak gözlemlerime değinmem gerekir ki o da Salim Sevsendebir’in garip davranışlarıydı. Bana göre Salim her an eli telefonda, beklediği bir telefon var da çalmıyor gibi içten içe hüzünleniyordu. Beklediği telefonun Şehriye Vakvak’tan olmadığı aşikârdı zira Şehriye Vakvak kendisini arayıp bu gece “Between the Bars” adlı şarkıyı Salim için seslendireceğini ve gelmesi gerektiğini 6 dakika önce söylemişti. Salim Sevsendebir’in Şehriye Vakvak’a verdiği cevap ise “çok yorgunum, eve gidip uyuyacağım olmuştu.”

Salim bizimle yaptığı röportajdan sonra eve gidip uyuyacak mıydı bilemiyorum ancak Şehriye Vakvak ile ilgili söylediği bir söz dikkatimi çekti. Salim’in dediğine göre ayın belli günlerinde kendisini Vakvak’a daha yakın hissediyordu. “Sanki onunla bir gece daha yatsam hayatında birlikte olduğu tek erkekmiş gibi hissedeceğim” diye anlatmıştı Salim. Naçizane anlatıcınız olarak ben kendisine “peki onunla kaç gece uyudunuz” sorusunu sormam üzerine “bilmem saymadım” diye cevap vermişti. Bunun üzerine Erdal Pamukdiş adlı kendisini yakınen tanıdığım arkadaşıma Salim Sevsendebir’in cevabını ilettim ve yorumunu bekledim. Senelerdir tanıdığım Erdal, Salim Sevsendebir ismini duyunca yüzünde oluşan donukluğu engellemeye çalışmayarak “Salim, Şehriye’nin tırnağına dahi değer vermez onun tek değer verdiği Şehriye’nin vücududur. O hiçbir zaman Şehriye’yi benim kadar sevmemiş, onun için benim kadar üzülmemiştir” dedi.

Yeni bir anlatıcı olarak karmaşık ilişkilere dair bir hayatın tek bir kadın üzerinden kurulduğunu ilk defa görmekteyim. Bu yüzden de sizlere Şehriye Vakvak ile ilgili bir ayrıntı vermeden geçemeyeceğim. Şehriye Vakvak Mani Beniçeker ile birlikteliğini Salim Sevsendebir için terk etmiş bir konsomatristir!!! Bunu Vakvak ile olan konuşmalarımızdan yola çıkarak yazmaktayım.

Ve Salim Sevsendebir’in anlattıklarına göre Şehriye'nin özünde konsomatrislik vardır. Bunun nedeni ise Salim ile sadece geceleri görüşmek istemesidir. Şehriye Vakvak’a sorsanız bunun nedeni akşamları konsomatris olarak çalışmasıdır ki zaten Salim'de gündüzleri Vakvak'la görüşmeye can atmamaktadır.

Yine de ne gariptir ki Salim geceleri Şehriye Vakvak’a sarılarak uyumaya çalıştığını ancak her sarıldığında Vakvak’ın yatağın diğer ucuna kaçtığını Dönde Gel Gazetesine anlatmıştır. Bu bakımdandır ki üstte Salim Sevsendebir için “kendini bilmez ve sınırlarını bilmez” olarak addettiğim davranışlar aslında Şehriye Vakvak’a yakın olmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. Ancak aynı konuyu Şehriye Vakvak’a sorduğunuz zaman tek bir cevap vardır. Kendisi hiçbir zaman Salim’in yanında huzurlu olamamıştır ama hep olacağını düşünerek yanına gitmiştir ve bu yüzdendir ki Salim’in ona sarılması Vakvak’a yavan bir durum olarak gelmiştir.

Vakvak gururlu ama bir o kadar da gururunu ayaklar altına serebilecek kadar aşık ama bunu dile getiremeyecek kadar da aciz bir kadın olduğunu söylemiştir. Ve bugün Vakvak her ne yaparsa yapsın Salim ile kopamadığını aralarındaki bağın bitmediğini gözleri ile ifade ederek ikinci bir damla gözyaşını tutamamıştır. Bu gözyaşını Mani Beniçeker ya da Erdal Pamukdiş görmüş olsaydı eğer, eğilip o damlayı almak ve bir hiç uğruna dökülen bu gözyaşını bir müze de saklamak isterlerdi. Ama bu olmadı.

Zaten olan tek şey dünyanın hala dönüyor olmasıydı ve bu da hikayedeki her kişinin bitmesini istediği bir durumdu. Ama o da bitmedi. Biten tek şey vardı o da Mani Beniçeker’in Şehriye’ye olan aşkıydı. Ancak Şehriye o anda bunu da umursamadı. Aradan aylar sonra fark edeceği bir durum için şu anda üzülmemesi de normaldi.

18 Haziran 2009

İran "PEN" Yazarlar Derneği'nin son olaylarla ilgili açıklaması

16 Haziran 2009-Tahran

Bizler güç erkinin ve farklı adaylar ve yönelimlerin oynadığı iktidar oyununa aldırış etmeden, halkın baskılara maruz kalmasını ve özgürlükçü gençlerinin kanının akıtılmasını şiddetle kınıyoruz.

Bizler şu an anti demokratik senaryonun kaçınılmaz sonucunu yaşıyoruz. Sendikal haklar sorunu çözülmeden, bütün politik ve kültürel oluşumlar sınırsız özgürlüklere kavuşmadan, içinden geçtiğimiz tarih sürecinde hiçbir sorun çözülemez.

Güç erkinin halkın iradesine teslim olmaktan başka bir seçeneği yoktur. Yaşanılan seçim sürecinde zorunlulukla ortaya çıkan ve iktidarın boyun eğdiği küçücük bir pencere, halkın bastırılan özgürlük isteklerinin fışkırmasına neden oldu ve tanık olduğumuz büyük bir dalgaya dönüştü.

İran / PEN

Dipteki Not: Çevirinin gazabı sanırım; açıklama sanki ortasından kesilmiş gibi duruyor. Fakat değil, bu kadar.

17 Haziran 2009

Her Yerden Binbir Naneli Yazı

Dün gece az uyku falan derken bugün öğlen iki de uyandım. Evet bence de yuhh bana. Tendinit olmuşum bir de, yeni bi hastalık ismi öğrenmiş oldum. Sol ayak tabanımın "ulen ağrıyorum ben, kale al bakayım beni, almazsan valla yürütmem ha seni" diye çığırması sonucunda Ortopedistim K.'ya gittim. O ilk başta sohbet için geldiğimi sanıp hoş beş etti bana ama ben hemen hasta yatağına uzanınca bir b.kluk olduğunu anladı. Neyse efendim bandaj taktı ayağa, ilaç verdi. İki gündür sarılı ayak ve öyle zıp zıp zıplayamıyoruz ama tökez tökez tökezliyoruz.

Neyse öğlen bir uyandım saat almış başını gitmiş. Bugün bir şey vardı yahu neydi derken bölümde Ken Booth'un konuşmasının olacağını hatırladım. Ken Booth duayen bir insandır. Uluslararası İlişkiler Teorisine yeni yönler veren Critical School'dan olan bir insan. İki saat boyunca konuştu kendileri... Konu zaten almış başını gitmiş, ben takip etmeye çalışıyorum kendisini... Aklımda kalan şeyler şunlar:

1. Amerika'da her 6 dakikada bir terörizm ile ilgili kitap çıkıyormuş. Buradan terör konusunun ne kadar sikko bir konu olduğunu ama günümüz anlayışı ile güvenlik konusunun kapsamına girdiğini, aslında ana konuların çok daha farklı olması gerektiğini çıkarıyoruz (ekoloji misal ya da insan güvenliği, toplum güvenliği gibi)

2. Toplumların uyanmaya ihtiyacı var (Wakening/ WAKE UP). Burada bahis geçen cümle çok ilginçti: "Wake-up! Your clocks are too slow in relation to our times". Nasıl yorumlamam gerektiği konusunda tereddüt ettim. Ancak bence şunu söylemek istedi: Dünya'da bir yılda 3 milyon kişi AIDS'ten ölüyor, 1 milyon kişi trafik kazalarında ölüyor ve biz hala güvenlik diye ulusal güvenliği yani devlet güvenliğini tartışıyoruz. Hava kirliliğinin, okyanusların kirlenmesinin ve soluduğumuz havanın bir gün bitecek olmasının hiç bir önemi yok. Wake-up, çünkü saatimizin alarmının çalmaya başlaması gerekiyor.(Ancak bu verileri düşününce yine de terör ile AIDS'i ya da kazaları karşılaştırmak elma ile armut arasındaki farka bakmak gibi geliyor bana. Critical School'daki insanların en sevdiği örnek bu ikisini karşılaştırmaktır. Aslında haklı oldukları noktalar var. Mesela Hazine'den ulusal güvenlik adına akıtılan paracıklar pek-ala farklı alanlara aktrarılabilir (di), eğer kendimizi güvende hissediyor(dıy)sak. Ama yapılmıyor. Nedeni ise bir kısır döngünün içinde olmamız. Amerika bu konuda çok eleştirilir. Sadece Irak Savaşı'na ayırdıkları bütçeden bir sürü sorun çözülebilir ya da Ar-Ge sahasının önünü açıp hastalıklara çözümler üretebilirdi denir. Evet yapabilirdi ama yapmadı ve yapmazda. Reelpolitik ile ideal olan arasındaki uçurumdan artık korkmaya bile başladım ben). Keşke insanlar şöyle bir djurup aydınlanma yaşasalar (kafalarına saksı düşerek) ve deseler ki savaşı ben yarattım, ben insan, nefreti de ben yarattım, ben insan... O zaman hepsinden de ben kurtulmalıyım, ben insan... Diyeceğim odur ki devletten, hükümetten bir şey beklemeden biz insan olarak bi şeyler yapmalıyız.

Dünya da savaşlar oldu ve oluyor ancak bu savaşlar insanın doğasından kaynaklı değil tamamen öğrenilmiş ve zamanla oluşmuştur diyor Booth. Yani gene bir inşa etme durumu söz konusu (savaşın inşası. Büyük ihtimalle Adem ile Hava'dan sonra oluşmuştur. Gene oraya kadar dayandırabilirim ama bu sefer bir hipotez üzerinden gitmeyeceğim). Bu yüzden tarihi yorumlarken insanın ve toplumun değişimine de bakmak gerekiyor bence.

Olumlu sonuçlar var mıdır yok mudur? Ben biraz umutsuzum açıkçası çünkü insanlar hala kendisini sadece ülkesi ile özdeşleştiriyor (Yapılan bir araştırma %66 oranında kendini milleti ile özdeşleştiren bir dünyadan söz ediyor). Booth'a göre yapılması gereken güvenlik konularını daha da arttırmak ve böylece siyasilerden bu yeni konulara (örnek: çevre kirliliği konusu, kadın, iş güvenliği yani daha çok human security kapsamındaki konular) önem vermesini sağlamak.
Ancak unutulan bir nokta var ki günümüz dünyasında politika tamamen çıkar üzerinden sağlanıyor. Bir sonraki seçimde başa gelip gelmeyeceğin önemli, çevre sorunlarıymıuş, kadın haklarıymış değil. İşte bu yüzden umutsuz oluyorum genelde. Ama hala bir umut yazıyorum belki değişir diye. Bu konuda daha önce basbas bağırarak değindiğim şu community'nin konuşmalarını dinleyin (Her tür bilim ile ilgili konu mevcuttur!!)

Başka bir konu ise medyanın bize gösterdikleri ve göstermedikleri. Resmen gözümüz kapalı komplo teorilerine inanıyoruz mesela. Ya da şu senelerdir devam eden Kurtlar Vadisi adlı diziye bakıyoruz. İnanmayacaksınız belki ama ben o diziyi bir kere bile tam izlemedim. En fazla 5 dakka açık kalmıştır televizyonda, o sırada da oje falan sürüyorumdur.Şimdi o dizinin bana çağrıştırdığı şeyler var mesela: Böyle janti tabir edilen kıyafetlerin içinde maço doğdum, kodum mu oturturum modunda adamlar vurup kırıp artizlik yapıyolar. Bir de kan revan her yer. Ne zaman denk gelsem kesin birisinin kafasına ya bi şey iniyor ya da kafa direk kökten koparılıyor. Bu dizi midir diye sormak lazım aslında. Neden kan, vahşet içeren filmler/diziler saat 8'de yayınlanabiliyorken içinde sevişme sahnesi olan filmler gece 12'den sonra yayınlanır peki? Onu da sormak istiyorum. Yani RTÜK'te çalışan adamlar erotik sahnelerde şunu mu diyorlar acaba: "Ya Hasan abi baksana adamın mala, valla ben bunu buzlarım abi, bizimki falan görür evde, hafazanallah!"... ya da kan gövdeyi götüren sahnelerde: " ya abi bu zaten bildiğin salça buzlasan nolcak buzlamasan nolcak, bak bizim yiğide nasıl da kesiyor, parçalıyormuş gibi yapıyor. Aslansın sen" mi diyorlar?

Erkek klasmanlarına devam:
1) Hatun taş gibi, bi iş atayım da belki gecemiz şenlenir erkek tipi: Bu erkek tipi mütemadiyen radar gibi etrafına bakar efendim. Bir bara mı gitti mesela, orada hemen ortamdaki kızlara bakmaya başlar. Radarı düşünün böyle 180 derece dönüyor, ha alın onu erkek başıymış gibi düşünün şimdi de... Gözüne bi kız takıldığı anda da biplemeye başladığını ve sabit hale geldiğini düşünün. İşte bu tip erkekler genelde de ortam malı tabir edilen ablaları bulup mekanı terk-i diyar ederler. Ama bu tipolojiye daha yumuşak huylu olan erkekler de giriyor. Şimdi mesela hatun güzel ve de hoş sohbet, bu tip erkekler hoş sohbet olan kısmını atıp sadece güzel olan kısmına bakarlar. Sen yürürken mesela arkandan k.çna bakarlar ruhun duymaz. İşte böyle bir durum geçenlerde başıma geldi. Okuldan arkadaşım olan C. ile muhabbet ederken başka bir arkadaşı ile tanıştık. İsmi Ç. Dört beş kişi sohbet ettik sonra da ben odama çıkıp teze döndüm. Neyse aradan bir hafta falan sonra aynı eküri aşağıda rastlaştık. Gene bir yarım saat sohbet ben odama, yallah. Ertesi gün C. Efendi msn denen zamazingodan "beyza Ç. yi nasıl buldun?" dedi. Nasıl bulayım yani karpuz gibi üstüne vurup bakmadım diyemedim. Onun yerine bi şey bulmadım eğer onu demeye çalışıyosan diye cevap verdim. Bu kendini bilmez Ç. adlı insan gitmiş arkadaşıma "beyza'dan ışık aldım ben" demiş. Ulen o aldığın ışık cehennemin alevi olmasın, kepaze!. Bir de bunu dese iyi, yetmemiş, çok seksi kız ya iş çıkar mı demiş. Yuhhh!! Bunu da kalkmış bana söylüyor diğeri de. Git ananı seksi bul ulen demek istiyorum böyle insanlara. Bu tip erkek modeli işte "hatun taş gibi, iş çıkar mı?" diye düşünen ve genel manada sapkın, çükünü radar olarak kullanan erkek tipidir okurum. (Ha şimdi bana diyeceksin ki ulen bir normal adam anlatmadın şurda. Ben de sana diyeceğim ki normal olan adamı anlatmaya gerek yok zaten.)

2) Anam o da ne, kıç mı diye dönüp bakan erkek tipi: Bu erkek tipi sanki hayatında ilk defa görüyormuşcasına hatun k.çına karşı aşırı ilgi gösterenlerdir. Zaten bana göre iki tip erkek vardır. Ben onları şöyle klasmanlıyorum: (1) k.ççılar (2) gögüscüler. 3 diye bir klasman yok. Bu klasmanı söylediğim zaman da genelde şu yorumu alıyorum: "Ama beyza yanılıyorsun ben ilk ele bakarım, yok ilk göze bakarım, burna bakarım". Hadi len ordan, yeme beni durduk yere. Bir arkadaşım bunu "ama napalım çıktığımız yer belli, ilk emdiğimiz şey belli" diye meşrulaştırmaya çalışmıştı. Bu da yalan, biz sanki aynı yerden çıkmıyoruz. Lezbiyen mi olduk hepimiz (Haa dersen ki her kadının içinde lezbiyenlik yatıyordur, onu da senin lezbiyen fantazine bağlarım hemen söyliyim.) Neyse olan olaya geçeyim. Bu sefer ben sadece gözlemciydim. Servise bindim okula gidiyorum, yanımda K.ç müdavimi klasmanına uyan bir amca oturuyomuş sonradan anladım. Bir kadın inecekti servisten. Ve tamam kabul ediyorum, biraz abuk bir giyim tarzı vardı ve benim bile dikkatimi çekti kadının k.çı çünkü abla baya kiloluydu ve tayt gibin bi şey giyip üstüne de kısa bir body giymişti. Erkek tabiri ile mal ortadaydı. Yanımdaki amca kadına inerken bir baktı, sonra dayanamadı kadın servisten inince camdan doğru arkasını dönüp kadının gittiği yöne baktı. Ardından servis u dönüşü yaparak yoluna devam etti ve hem servis şöförü hem de yanımdaki amca bir kez daha kadına baktı. Daha doğrusu onların penisleri kadının k.çına baktı. Ve bende bu sırada onlara baktım... Yahu tamam anladık iki tip erkek var da bu kadar da bariz yapmayın be kardeşim.

Erkekler Yapmayın # 5 Bu konuda hep yok efendim kılık kıyafet diye yazıp durmuştum. Şimdi üstteki amcaları hatırlayınca aklıma gene tiksinme durumu uyandıran erkek hareketi geldi. Anladık pantolon bazı yelerinizi sıkıştırıyor, ve anladık o an da bir harekette bulunma ihtiyacı hissediyorsunuz. Ama nolur o hareket bacaklarınızı hafif ayırıp çömelme hareketi olmasın. Ya da ne olur ayağınızı normal bir insanın atacağı mesafeden daha uzağa atarak abuk hareketler içine girmeyin.

P.S. Burada erkeklere geçirip durduğum anlaşılmasın lütfen, tabi ki de kadınların da bir milyon falsosu vardır ve var. Amaç aşağılamak, yerden yere vurmak da değil, amaç gülmek, eğlenmek ve biraz da "len yoksa bu bizim arkadaş Ali mi?" diye düşündürtmek

Selam ederim

14 Haziran 2009

Ad Hoc Haller

Before Sunrise filmini hatırlar mısınız? Oradaki çift, ayrılmadan önce "hadi bir fotoğraf çekelim" deyip, karşı karşıya durup bir süre birbirlerine bakmışlardı. En kalıcı fotoğraf! Zihnin fotoğraf makinesinin çektiği fotoğraflar daha belirsiz ve bulanık olsa da, daha büyük içeriklere sahip oluyorlar; hareket, ses, koku ve en önemlisi hissiyat.

Birdenbire, hayatımı her an gidecekmiş gibi yaşadığımı, kendi evimi bile geçici bir yermiş gibi kullandığımı fark ettim geçen gün. Aklıma bir zihin fotoğrafı geldi hemen:

Karabük'te, amcamların evindeyiz. Ben lisedeyim sanırım. Berfu, girişteki küçük tuvalette, her zaman ki gibi Dove sabununu çıkararak ellerini yıkıyordu, ben de yanındaydım. O ev pek hijyenik ve rahat değildi, kokardı hep, biraz huzursuz olurduk orada. Berfu, hem bu duruma hem de yaz tatilinde olmanın (kendi evinde olmamanın) düzensizliğine atıfta bulunarak "yahu, bizim hayatımız ne zaman düzene girecek?" dedi. Tam o sırada annem de geldi ve "hayat, hiçbir zaman düzene girmez" gibi bir şey söyledi öylesine. O anın fotoğrafını çekmemin sebebi "olm, büyümüş, okumuş, bitirmiş, evlenmiş, çocuk yapmış, çocuklarını büyütmüş annem bile bunu söylüyorsa.... Eyvaaah!" diye düşünmüş olmamdır. Gelecekle ilgili en çok hayal kurduğum bir yaşta, hayatımın asla düzene girmeyecek olduğunu düşünmek çok korkutmuştu. Yazık, annemin haberi olsa ne üzülür, canım.

O zamanlar bana '26 yaşında kendini nerede görüyorsun' deseler, bugünkü halimi getirmezdim gözümün önüne gerçekten de. En azından, mutlu veya mutsuz, bir düzen oturtmuş olduğumu hayal ederdim.

Uluslararası Hukuk'ta kullanılan bir terim vardır: Ad Hoc. "Bir amaca yönelik geçici bir çözüm" gibi bir anlamı vardır. Uluslararası sorunlarda ad hoc hakem atanır mesela, veyahut ad hoc mahkeme kurulur. Sürekli değildir, hatta bazen yetersiz olduğundan pek de çözüm getirmez. Hayatımın bu evresini Ad Hoc olarak adlandırıyorum ben de, geçiciliğine atıfta bulunarak ve şu anda görmesem de umarım ileride netleşecek bir amaca yönelik olduğunu umarak.

Resim: This Temporary Life -
Andrea Luna Reece

13 Haziran 2009

Dünyanın En Güzel Yeri

İşbu yazı, Hollanda'da yaşayan Berfuma ve Kanada'daki Ablama ithaf edilmiştir.

Bu sabah serviste gelirken yine müzik dinliyor ve gözlerimi kapatmış uykuma devam etmeye çalışıyordum. Mp3 çalarımda, son birkaç aydır durmadan dinlediğim, senelerdir bildiğim halde sanki yeni keşfettiğim Kardeş Türküler albümleri vardı. Bu sürekli dinleme durumu öyle bir hal aldı ki, tam da Yiğit'in dalga geçeceği şekilde aletteki tüm müzikleri sildim ve dönüp dönüp Denize Yakılan Türkü, Dargın Mahkum, Çeşm-i Siyahım, Bugün Güzellerin Şahını Gördüm, Asfur, Evvelim Sen Oldun, Duzgin Bavo, Kerwane ve daha ne türkülere kaptırdım kendimi.

Ben müzik konusunda çok fenayım. Yapılan müzikle frekansı bir kez yakaladım mı, bir süre ondan başka her şey yavan gelir. Bazen herkesin on üzerinden bir verdiği, bögh dediği albümlerle bile yaşıyorum bazen bu durumu. Çözemediğim bir bam telim var, vuran olursa uzun süre tınlıyor. Yani, bir doyma noktası var, o noktaya kadar dinlemek zorundayım, çarem yok. Yol bitti diye üzülmeler, eve gidip kanepeye uzanıp kulaklıklar kulağımda, yemeden içmeden, bütün akşam dinlemeye devam etmeler filan. Zor bir dönem oluyor aslında. Bu durumu yaşadığım grupları, albümleri de hatırlarım: A Perfect Circle (Thirteenth Step) İhtiyaç Molası (1,5 Tanem) Vega (Tatlı Sert) genel olarak Beatles, Sakin (Hayat) falan filan. (Sakin'in bana yaşattığı duyguyu, inanılmaz susadığım bir anda içtiğim bir bardak su gibi anlatabilirim sadece.) Vazgeçtim, hepsini hatırlamıyormuşum, ehe. Yahu, ben hepsine böyle uzun sürelerde doyabileceksem ömrüm benim frekansımdan çalan grupların hepsini birden dinlemeye yetmeyecek, ben söyleyeyim.

Başa döneyim, konuyu kaçırmayayım. Yine bir Cumartesi günü sabahın yedi buçuğunda işe gidiyor olmakla ilgili içimden çok güzel şeyler söyleyerek servise bindim. Fakat bu yol aynı zamanda, Kardeş Türkülerin, iş yerindeki bir arkadaştan yeni aldığım Vizontele albümünü döndüre döndüre dinleme fırsatıydı. Hemen çıkardım aletimi, ittirdim düğmesini, döndürdüm tekerleğini ve bakalım ne olacak diye beklemeye başladım. (ehe) Leyla ile çok sevdiğim bu filmin eğlenceli sahnelerini hatırlayıp, koltuğumda gizli gizli zıpladıktan sonra, rastgele seçeneği sağolsun, Ağırlama 1 ile, bir Altan Erkekli sesi pat diye mevzuuya girdi:

"İnsan memleketini niye sever?
Başka çaresi yoktur da ondan.
Ama, biz biliriz ki, bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı, orayı sevmektir.
Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir.
Ama, dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir."
İlk cümleler için kurduğum empati bir yana, şu son iki cümlenin güzelliği, yalınlığı, naifliği yüreğimi kabartmaya, gözlerimi yaşartmaya yetti. Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir. Kendini kandırmaca değil bu, dünyanın en güzel yerinin öznelliğini hatırlama. Ama, babamın yaptığı gibi durmadan ne kadar çok sevdiğini, nasıl da süper olduğunu anlatarak değil, gerçekten seversen, dünyanın en güzel yerine kavuşmuş olursun. İlla kendi memleketini değil, çok başka bir yeri de sevebilirsin, asıl nokta sevmek burada. Ama, dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir. Bu kadar basit. (Sevdiğim yer zaten dünyanın en güzel yeri oluyorsa, dünyanın en güzel yerini sevmemem gibi bir şey mümkün mü? diye sordum. "İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan" cümlelerine geri döndüm.)

Ben çok etkilendim. Sadece içerik değil, ahenk ve söz estetiği (diye bir şey varsa) de çarptı. Böyle güzellikleri paylaşmak gerek, paylaştım ben de. Bu aralar Berfu ve ablamın çok mutllu olmadıklarını, bu mutsuzluklarının da bulundukları memleketle alakalı olduğunu hissettiğimden; kendime de İstanbul'u rüyalarımda görüp Ankara'ya bok atmayı bunca hızlandırma nedenimin, yaşadıklarımın tüm sorumluluğunu bir şehre yüklemenin rahatlığına bırakmak olduğunu itiraf ettiğimden olsa gerek -paylaştım ben de.

Bu yazıyı, içerikle ilintili, çok sevdiğim bir Nasrettin Hoca fıkrası ile bitirmek isterim efendim. Görüşmek üzere. Buyrun:

Bir gün iki adam gelip Nasrettin Hoca'ya sormuş:
- Hoca, dünyanın merkezi neresidir?
- Eşeğimin bastığı yerdir, demiş hoca hiç düşünmeden.
Karşısındakiler hem gülmüşler, hem şaşırmışlar:
- Nereden biliyorsun ki?
- İnanmıyorsanız ölçün

Adem ile Havva Gibi Olsak


Yaleppim bu ne sıcaktır böyle, sanırsın ki çölde yaşıyoruz... Mümkün mertebe ılıman olan bir hava istiyorum ben. Sürekli Ankara'nın akşam serinliği gibi olsun mesela gündüzleri de. Bildiğin kasaplık et kıvamına geldim iki gündür, peltem çıktı ve düşündüm. Eğer vücuda akedemisyen mantığı girmişse (ki girmemişse geri dönün, zorlamayın hiç girmesin, kafayı yedirtiyor) o zaman her abuk konuyu bile mantıklı bir şekilde açıklamaya çalışıyor ve üzerinde düşünüyorsunuz. Ben meteoroloji felan okumadım o yüzden konunun bilmem nereden gelen sıcak havasına bağlayamayacağım. Bağlayacağım yer tabi ki de gözünü sevdiğim ve azcık ucundan muktedir olduğum Uluslararası İlişkiler Teorilerinden biri olacak. 

Şimdi efendim, bakınız ilk insan diye bildiğimiz Adem ile Havva'nın üzerinde bir kıyafet göremezsiniz. Kendilerinin elinde bir asma yaprağı oradan oraya dolanır dururlar kanımca. Ve hatta asma yaprağını da k.çlarından akan teri silmek için sürekli yanlarında taşıdıklarını ya da sıcakta yelpaze olarak kullandıklarını düşünürüm. Öyle mahremiyet falan söz konusu değil o dönemlerde. Ha işte ne zaman ki sen bunun illüstrasyonunu yaptın günümüz dünyasında, o asma bir anda ön bölgeyi kapatma objesi haline geldi. Sonuç olarak biz ne yaptık... İnsanın yaradılışını aldık, hemen üstüne mahremiyeti inşa ettik**.

Pişiyorum efendim sıcaktan. Kıyafet falan üstüme yapışıyor, sinir oluyorum sonra kıyafeti inşa etmiş olan şerefsize. Ulen ne güzel anadan üryan dolaşıyoduk ne oldu. Afrika'da hala dolaşıyorlar cıbıl cıbıl. Kimse de "len Ahmet'in karısının kıça bak, maşallah kavun kavun" demiyor. Çünkü seks objesi olmamış bu durum. Bizde ise ayy bu biraz açık gögsümün üst terranesi görünecekten tut da, eteği aldık ama güneş vurunca içi gösteriyoya kadar herşey mevcut. Bunların hepsini o salak beyinlerimiz bir güzel oluşturdu ve sonra da sapıklık ortaya çıktı. Kadın bacağı görmemiş tipler bi etek boyundan etkilenir oldu. Öyle erkeklerin yaradılışında var bi kere falan diye de gelmeyin. Bence yaradılıştan gelen bir nane yok. Hepsini kendiniz oluşturdunuz, işinize de öyle geldi. Sonra da ar,namus konuları oluştu. Bak tek bir şey çıkardın düşün, oluşum oluşum üstüne. Bir de iyiye giden bir oluşum da değil. Ha mesela erkekler istemez miydi yaz aylarında böyle ince bir entari giyip ifil ifil dolanmayı? Bence isterdi, hatta bu konuyu da iki arkadaşıma sordum, evet ya pişiyoruz böyle siz şanslısınız cevabını aldım.

Sonuçta ne oldu ar oldu namus oldu mahremiyet oldu.. O oldu bu oldu. Peki hiç düşündünüz mü: eğer kıyafet diye bir şey hiçbir zaman ve hiçbir yerde olmasaydı sapık düşünceler yaratılabilir miydi? Bence yaratılamazdı çünkü bir gün Ahmet'in pipisi bi anda kalksa dalga geçerdiniz ama ertesi gün size de aynısı olunca durur düşünür, "haa" diyip olayla dalga geçilmeyeceğini anlardınız. 
Sonucta her bi haltı yarattık ettik de hala anlayamıyorum neden kalka kalka kıyafet denen zıttırıbıtı yarattık. Pişiyorum ulen pişiyorum resmen!! Bakın adem ile havvaya ese ese geziyorlar.

**İnşa etmek diyince pek anlaşılmıyor. IR'da buna constructivism deniliyor. Dünya'daki her oluşumun birileri tarafından inşa edildiğini, öze döndüğümüzde hüç bir şeyin olmadığını ve beynizimde sonradan yer ettiklerini söyleyen  bir ekol. Bayılırım kendilerine. Bakınız mesela kimlik sorunu. Türk'üm ulen ben, Oğuzların Kayı boyundan geliyorum, yok efendim Göktürklerden geliyorum gibi...Çıkış noktan bir kaç adamın biz ne olsak diye düşünüp hadi Yahudi olalım demesi ile aynı. Her şeyin bir çıkış noktası vardır ve önemli olan onun nasıl inşa edildiğidir. Sen kimlik üzerinden savaşlar çıkartıyosun bir de bana kimliğini övüyosun. Halbuki sen yarattın o kimliği, sen kaltın pis yahudi dedin. Bakın mesela hoşgörü kelimesi bile yaratılmıştır. İngilizcedeki karşılığı biraz daha negatif connotation'lıdır, tolerance. Yahu bir kere kelimenin özünde hoş görmek var. Aynen şu şekilde: "Ya bu dediklerini katılmıyorum ammmaa seni hoş görüyorum. Ulen sen kimsin beni hoş görüyosun diye sormak geliyor içimden. 

12 Haziran 2009

Ankara'da Bir Kurum: ODC-T

Geçenlerde Mudo'dan kırmızı babet aldım. Yukarıdakinden işte ve kendileri ayağımın her yerinden vurarak bana karşı olan haşin duygularını ortaya tüm çıplaklığı ile serdi. Gazete haberi olsa B.Ü (25), 5 yerinden vurularak kanlar içinde bırakıldı denilebilirdi. O kadar hazin durumum. Eve yürüyünceye kadar da anam ağladı.

Babetlerin Mudo'da fotoğrafı var mı diye bakarken ikinci el eşya satan sitelerden birinde buldum. 53 tl fiyat biçmiş hanfendi babete... İlla bir yerlerimden vursun ben razıyım, bir şey olmaz bana diyorsan hiç ordan alma, direk git Ankara Forum'a 30 tl'ye alırsın babeti. Gerçi eşek boyutları kalmış sadece. Benim gibi boycana cüce ama ayakcana dev gibiysen böyle oluyor işte. Bir de senelerdir ayağıma rahat ayakkabı dışında bir şey giymiyordum. Sevmem öyle vuran ayakkabıları falan ki en son ne zaman ayağımı bi ayakkabı vurdu diye de düşündüm hatırlayamadım. Dün'e kadar.

Barış'la Golden'a gidip dart attık geçenlerde. Yan masadaki Texsas'lı 7 erkekten 3'ü dönüşümlü olarak bizim biraların olduğu masaya kendi biralarını da koyarak muhabbet ettiler. 3 saat sonra olan olay Amerikalıların cockblock dedikleri mevzuydu. Cockblocker bilerek ve isteyerek arkadaşına çerme takaraktan yazdığı kızı elinden alma durumu, müdahale etme ihtiyacı falan gibi bir şey efendim. Cockblock da buna verilen isim. Şimdi bu 7 Texas'lı erkeğin 3'ü sıra ile birbirlerine bunu yaptılar, nasıl mı?

Ben masada oturuyorum, ama masa derken hani uzun sandalyelerin de konulabileceği ama ayakta da durulabilecek boyca uzun ve geniş masaları düşünün. Ben oturmuşum. Karşımda içlerinden bir tanesi mesaj atıyor (benim masamda, kendi masasında değil bak). Diğeri geldi, İngilizce "ohh my love, i miss you so much" şeklinde adamın yazdığı mesajı k.çından doğru okudu. Bende bu sırada güldüm. Gülmez olaydım. 3-4 saat boyunca o kadar baktılar ettiler, ağzımı açmamışım bir anlık aptallık. Neyse gülünce hemen atladı bu dalga geçen eleman: "Oh can you speak englishhh?". Hah! of course yani, sende sorduğun soru dedim bende.

Cockblock 1: He is texting his wife that is why I am making fun of it! (Bu sırada yandaki abi gözlüğü çıkarıp arkadaşına yanyan baktı.) Cockblocker'ın yaptığı durum yanındaki adamın evli olduğunu söyleyerek mevzuyu kendine çevirme çabası.
Ardından aynı zat Barış'a döndü ve
+"Are you her husband"
-No
+Then her boyfriend?
- (Barış bir anlık susma ve sonrasında) No, just friends
+So you are her "friend"??
-Yes, but I am asking her for 6 years and she is refusing me! (Cockblock 2, barış tarafından. Cockblocker Barış'nı yaptığı, "ayağını denk al, o kız benimle birlikte geldi, benimle gidecek, yazayım edeyim dersen topuk tabanımı yersin durumu)

Ama adam anlamadı mevzuyu. Ya da anladı ama uzatmaya devam etti. Geri çekilmedi. Yaşça da büyüktü ondan olmalı. Ardından masanın başına gelmiş olan ve içlerinden en yakışıklısı diyebileceğim ki kendisi içlerinde en genç olandı bir hamle ile bize döndü ve şöyle dedi:
+Sorry about John, he has couple of divorces that's why he is asking whether you guys are married. (Cockblock 3-- Nakout!!! Cockbloker 3'ün yaptığı: Sen John'la ilgilenme, o da kaç kere evlendi boşandı, adam olmaz ondan duruum) Ardından da John'un atış yapmak için karşımızdan gitmesi ile hemen karşımıza geldi ve Barış'la konuşmaya başladı.

Ben ise ulen içlerinde herkes baktı baktı, hşmuş ya bu dediğim kişinin umrunda değil tey yey diye düşündüm. Daha sonra Barış'ın dediğine göre o çocuk içlerinde en çekingen olduğu için benimle değil de Barış'la konuşmayı tercih etmiş. Tabi tabi.. Barış tabi kalktıktan sonra kendisini emasculate ettiğimi söyledi. Haklı sanırım, etmişimdir ama yaptığım bir şey yoktu, adamlar birbir masada bittiler. Kalkarken de Barış'a buraya sık gelir misiniz?" dediler. Barış'da hı hı hı hı diyerek kolumdan çekerek beni uzaklaştırdı. Sonra da söz verdirdi Golden'a bir daha gidecek olursam onu arayıp haber vereceğim konusunda.

Bu kişilere ne işiniz ver gubidikler Türkiye'de diye sordum. Amerikan ordusuna çalışıyorlarmış. Şimdi dicen ne alaka. Ankara'da bir yer varmış ciğerim bende yeni duydum. Hatta garip olanı bir company adına çalışıyoruz dedi içlerinden biri. Bende ne company'si ismi yok mu, sanki gizli diye dalga geçtim. Sanırım gerçekten söylemek istemiyormuş ismini. Ardından içlerinden diğer bir kişi isimin ve açılımını söyledi. İnternette sitelerini yeni buldum çünkü baya alt sıralarda çıkıyor. Bir kaç haber çıkmış sadece haklarında. Milliyetçi kardeşlerim kendilerinin Türkiye'yi mahvetmek için geldiği üzerine haberler yapmış. Bu yerin adı Office of Defense Cooperation-Turkey(ODC-T). Ayrıca bir company değil direk Department of Defense'e (DoD) bağlı olduğunu düşündüğüm bir yer çünkü internetteki linkleri dod kelimelerini içeriyor. Gözünü seveyim ajan olacakmışım da akademisyenlikle arada kaynamış.
Linklerindeki görev tanımları şu:

Mission: ODC Turkey is a joint command comprised of three directorates (Security Cooperation Directorate; Agreements and Operations Directorate; and Administration and Logistics Directorate) staffed by Army, Navy, and Air Force personnel. Our mission is to assist the Turkish Armed Forces modernize; increase cooperative weapons systems research, development and acquisition; support U.S. Forces and activities in Turkey; and, as possible, assist U.S. industries competing for sales of U.S. equipment. Additionally, we work to facilitate bi-lateral Turkish and American military operations on behalf of the U.S. European Command (EUCOM).

Bir kaç araştırmadan da sonra anladım ki bu adamlar burada yeni falan değil.1950'lerde Marshall yardımı adı altında alınan yardım sırasında gelmişler. Marshall yardımı ABD'nin AB ülkelerine ve Türkiye'ye İkinci Dünya Savaşından sonra getirdiği yardım ve iyileştirme amacı güden bir programdır. Şu an yaklaşık 200 kişi çalışıyormuş bu yerde. Bir de bizim askeri tesisin içindeymiş yerleri. Ondan sonra vay efendim ABD ile aramız kötü falan gibi lafları pek yiyeceğimi sanmıyorum. Biraz da araştırmak lazım, milliyetçi arkadaşların dediğine göre başka hiçbir ülkede yokmuş böyle bir oluşum. Sanmam, inanmıyorum kesin vardır.

Şimdi tek takıldığım nokta ise şu: Ulen ben güvenlik çalışıyorum, ulen ben Ankara'da yaşıyorum ve OCD-T diye bir yeri ilk defa duyuyorum. Haydin sövün benim güvenlik bilgime de engin ahkam kesmelerime de... Hak ediyorum zaar...

Bu yazıdan öğrenilmesi gereken şeyler:

  1. Mudo'dan aldığınız ayakkabılar can yakar, dikkat edile.
  2. Cockblock diye bir kavram var, kafanızda yer ede.
  3. ODC-T adlı yer gizli kapaklı bir yer değil sadece haklarında adam gibi haber yapılmamış ama içlerinde 10 tane Texas'lının olduğu artık biliniyor.
  4. Ankara'da tanımadığım yabancılar varmış, listeden bir kısmı daha silinmiş oldu.
  5. Amerikalılar bağırarak konuşmaktan haz alan insanlar. Dart oynarken yaptıkları gürültüden başımın ağrımamasına şaşıyorum... En son çıkarken "get out of my f.cking space" lafını duydum... Aha bende şimdi onlara aynısını diyorum "get out of my f.cking table you infidel". Ama tatlı insanlardı, muhabbet oldu ve bilgi donanması yaşadım.

10 Haziran 2009

System Errör

  • Ananı da al git! ("Canın sağolsun" diye cevaplandı.)
  • Askerlik yan gelip yatma yeri değil (Tersane işçileri öleceklerini bilerek çalışırlar eşzihniyeti.)
  • Van minüt... Van minüt! (Benim bir sıçmam lazım da... Ben gelmeden başlamayın ha.)
  • Daha gelmem Davos'a! (Görümceye yapılan kaprisi yapan başbakan gördük.)
  • Maaşım yetmediği için ticaret yapıyorum.(Altenatif zam isteme yöntemleri.)
  • Ben çevrecilerin daniskasıyım. (Daniskalık mercii kutsal bir merciidir.)
  • Burası sakatatçı değil kardeşim! (Dana işkembesi ile insan böbreği aynı kulvarda koşuyor.)
  • Oraya üç nokta koyuyorum.(... koyuyorum... Koydum!)
  • Kriz bizi inşallah teğet geçecek. (O teğet var ya, geçti hakikaten.)
  • Terbiyesizlik etme, çekil kenara. (Terbiyesizlik?)
vb. Bunlar ilk elden aklıma gelenler sadece. Fakat, hadi alıştık, kanıksadık herhalde filan derken aşağıdaki söz öbeği ortaya çıktı. Sistem hata verdi, kendini kapattı. Alışmamışız demek ki:

8 Haziran 2009

Varlığım, Türk Varlığına Armağan Olsun

"Düşünmek gereksiz. Yalnızca itaat et. Sen bir makinesin. Bize lazım olan bu."

Mini mini çocukların, her sabah derse girmeden önce söyle(til)diği son sözün "varlığım, Türk varlığına armağan olsun" olması artık tartışılmalı, korkunçluğunun farkına varılmalı.
Yıldırım Türker demiş:

(...)
Her sabah sosyalleşme ritüeli olarak çocuklara dayatılan askeri düzenin çok tehlikeli olduğuna inanıyorum.
Ben çocuğumun varlığını Türk varlığına armağan ediverip huzur sürüsüne katılmasını istemiyorum.
Henüz bir adam tomurcuğuyken varlığını ille de armağan etmesi gereken bir yük olarak taşıma yordamı edinmesini istemiyorum. Büyüdükçe varlığını armağan edecek merciiler aramasını istemiyorum.
Her şeyin ötesinde seferberlik ruhuyla her an kendinden çok sevdiği vatanı için şehit olmaya hazır bir ruh haline bürünmesini istemiyorum. Sırtındaki bu kamburdan kurtulabilmek için vakit kaybetmesini istemiyorum. Kendisine ön kimlik olarak ‘Türküm’ü bellemesini hiç istemiyorum.
Çocuğumun bu korkunç törenlerde yanındaki arkadaşıyla hepimizin yapmış olduğu gibi kıkırdaşırken azarlanmasını, ceza almasını istemiyorum.
Kendini sıralara girip hazırola geçip marşlar, yeminler haykıran küçük bir asker olarak hissetmesinden korkuyorum.
Barış için bulduğumuz her umuda sarılırken, barışı özlemle beklerken, çocuklarımızın birer vatan bekçisi karikatürüne çizilip ilk duygulanmalarının hamasete armağan edilmesine karşı çıkmamız gerek.
Kardelenlerle, günebakanlarla adlandırıp eğitime teslim ettiğimiz çocukların ilk iş düşmanlara karşı mücehhez küçük nefret subaylarına dönüştürülmesi karşısında barış umudumuzu nasıl koruyabiliriz?
Çocuklara öğrenim hayatlarında ilk sunulan resme dikkatlice bakın.
Onlara sunulan ilk dünya tasviri, dünyayla arasındaki sınırların ezberletilmesi üzerine inşa ediliyor. Askeri düzen içinde korunması gereken vatan toprakları üzerinde sıkı bir hiyerarşi içine oturtuluyor. Varlığı, iradesi elinden alınıyor. Kendi adına hep rütbelilerin karar aldığı bir dünyayla her sabah bir kez daha çığlık çığlığa tanışıyor.
Her Türk, asker doğmaz. Hiçbir Türk, ya da Kürt ya da Fransız, asker doğmaz.
Bu memleket, 70 milyonluk bir ordu değildir.
Çocuklara süt içirin. Ant içmek istiyorsanız, her sabah kendiniz içersiniz.
Yıldırım Türker - Ant Değil Süt İçirin - 8/6/2009 Radikal
Afiş İç Mihrak'tan.

6 Haziran 2009

Dünyanın Dönüş Yönü


Amaç şu tezi yazmamak olsun da bana, ben böyle danalar gibi evin içinde dolanayım durayım. Yok dışarı çıkarsam suçluluk hissi vuku bulacak bünyede sonra da kızacağım felan kendime. Bu yüzden ona da kalkışmıyorum. Ama nasıl bir dart oynayasım var nasıl anlatamam. 

Dün Barış geldi Amerika'dan inanır mısın? Bir de sabah gelip süpriz yaptı bana... Kapıyı açmadan "kim o?" diye sordum "kargo" dedi. Kime, dedim. "Beyza Hanım'a" dedi. Len gene kargo margo birisi bu sefer çiçek yerine koca ağaç mı gönderdi diye düşündüm. Bonzai olsa ne güzel olurdu, bayılıyorum onlara. Kesin ölürdü evin içinde o da ayrı bir konu. Aşağıdaki otomata bastım. Bu sırada da "ulen bu ses ne kadar tanıdık bir sesti ya, kime benziyordu acaba?" diye düşünmeye başladım. Bazen olur bende bu durum. Mesela birisi ile tanışmışımdır ya da daha önceden görmüşümdür, yüzü tanıdık gelir, oturur düşünürüm nerdendi diye ve hep bulurum. Ama bu sefer bu iki dakkalık sürede aklıma o sesin sahibi gelemedi. Sonra kapıyı bir açtım bir de baktım Barış.. Benim mallık derecesinde uykumun olmasından dolayı pek bağıramadım ya da sevinç çığlıkları atamamadım. Sonra gittik kahvaltı yaptık bir yerde, ardından gittik dart oynadık birer bira yuvarladık. Sonrasında eve gelip çalışmaya başladım tabi.. Dışarı çıktığımdan dolayı suçluluk hissetmedim ama bak önemli bir durum.

Sonra başka garip olaylar da var. Bu M. adlı kişi bana hediyeler alıp duruyor. Düşündüm kendisinin bir milyon doları olsa 250bin'ini kesin bana harcar. Araba falan alır hediye diye, yada yat alır, evin önüne koyarım bende. İkinci kattaki çatlak teyze de "kızım yatını biraz arkaya çek kızım gelecek de arabasını park etcek yer olsun" diye seslenir. Ama yaleppime şükürler olsun ki o kadar parası yok henüz. Aman diyim altında ezilirim zaten ben bu kadar zenginliğin. Bugün mesela bir body almış. Hafif kapalı gibin değil gibin ama v yaka allahtan. U yaka body'leri kendime nedense heç yakıştıramıyorum zaten, böyle kendimi rahibe gibi hissediyorum içinde. İzmir'in ruhu sanırım bünyede bozukluk yaratıyor (Abartma, yok mu u yaka body'in dersen evet var tabi ama bir iki kere giyerim bütün yaz boyunca diye cevap veririm). Şimdi onun neden bana böyle hediyeler aldığını da anladım. Adam sahiplenmiş beni. Ben ona diyorum ki "bak gülüm beni sahiplenme, ben  zaten senlen birlikte değilim, sana olacak olan, üzülcen" o da üzülüyor ben bunu diyince somurtuyor ve kapatıyo telefonu. Neyse bunu anlatmayacaktım. Baktı ki yaz geldi bende böyle açık saçık giyiniyorum falan kafayı yemeye başladı yavaştan kendileri. Mesela yok efendim madem bu body'i giyiyosun neden sütyeni gösteriyosun dedi geçenlerde. Bende durdum "pantelonun rengi ile uyum yakalamam lazımdı, ojeler ve sütyen rengi ile yakaladım" dedim. Bi afalladı tabe delüganlı abimiz. Durdu söylediğimi tastik ettirmek için "yani sen sütyen askısının rengi ile uyum mu yapıyosun, bu mudur durum?". Vallahi budur billahi budur. Ne olacak zaten sanki erkekler sütyen görmedi ömürlerinde de... Tövbe tövbe... İşte bu nedenden dolayı bana biraz daha kapalı, usturuplu yok efendim v yaka ama yarım kollu body almış bugün...  Bu sana çok yakışır dedi. Kızdım bende niye aldın, alma bi şey artık diye... Ama M beden almış yuhh dedim o anda... Benim nerem M be. Small ya da XS giyen bir insanım ama sen beni M mi görüyosun diye çemkirdim. Kadınlar böyledir işte, gider hediye alırsın Medium aldın diye hemen başlarlar car car konuşmaya (Bende onlardan biriyim kabul ediyorum). Ama pek güzel body sevdim valla, zevkli çıktı kendisi.

Başka başka...Bu daha önce concon diye bahsettiğim çocuğu gördüm geçen gün.. Oturduk, sohbet ettik biraz. Daha önce dikkat etmemiştim tam bir angara bebesi (!). Böyle "la olum" gibi konuşabilecek kapasitesi var kendisinin. Neyse gittiği spor merkezinde kırk yaşında bir kadından bahsediyordu. Tanışmadım ama kadın sırf benimle konuşsa yeter, gibi laflar etti. Çok güzelmiş kadın. Garip bir şekilde kadının kim olduğunu tahmin ettim, içime doğar bazen. Ve ismi şu mu dedim. O da ertesi gün arkadaşına sormuş, cevap evet o... Bu kadın benim almanca hocamdı bilkentte. Kendisi 40'ında ama 28 gösterir. Ama yani şimdi beni mi yiyosun be M.A.cım 40 yaşındaki kadınla sohbet etmekten onun tecrübelerini dinlemekten bahsediyosun benim aklıma tabi hemen ne tecrübelerini dinlemek istiyosun acaba diye sormak geliyor. Fesat değilim ben hayır sadece siz kadınları çok saf sanıyorsunuz o kadar. Erkekler yemeyin bizi yok efendim sadece sohbet etmek istiyorum gibi laflarla.

Bir de eğer gecenin bir yarısı tanıdığınız birisi arar ve ee hadi gelsene film izleyelim derse bil ki o film ne kadar vurdulu kırdılı olursa adamın beynindeki seks kareleri de hard core hale gelir. Bence gelir yani, tabi ki de iç okuma gibi bir kabiliyete sahip değilim. Keşke olsaydım. Dün bi tanesi aradı mesela, daha önce bahsetmiştim anne ingiliz baba türk olan Adam lakapını taktığım arkadaş. Telefonda geyik yapıyor deli gibi.. Bende yok ya ne gelcem şimdi oraya, 12'yi 5 geçti saat, balkabağı olurum bu saatte falan diyorum. Aslında tamamen aman bi o eksik başımda şimdi yazar eder hiç bulaşmayayım diye düşündüğümden gitmedim. Taksi paranı vercem eğer paran yoksa, hadi kesmezler dedi. Yok tez yazıyorum böreğim gelemem dedim. Cevap olarak "şuna bak ya sürekli "meh meh" yapıyosun, ne bu cool'luk" demesi ile benim: len ne coolluğu mal gibi oldum evde gözlüğü takıyorum pilgisayar başında tez yazıyorum, okuyorum demem bir oldu. İkna oldu.. İyi geceler dedim. "You are gorgeous" dedi ve kapattı. (Harikasın/Muhteşemsin gibi bi söylem, o sırada kıçımı falan düşünüyodu herhal). 

Sonra Barış'a Amerika'ya gidiş ile dönüş saatleri neden birbirini tutmuyor da arada bir 3-4 saatlik fark var diye sordum. Kendisi durumu dünyanın dönmesi ile anlatmaya başladı. Saçmalama diyerek hiç bir zaman hız problemi çözmediğini ya da fizik görmediğini düşündüm. Meğer bu konu üzerine daha önce tanıdığım 3 kişi olarak tartışmışlar. Kendisi ve benim eski erkek arkadaşım olan bir zat (S.) durumu dünyanın dönmesi ile açıklamış, Barış'ın abisi ise onlara saçmalamayın demiş. Bu dünyanın dönmesi durumunu savunanlardan birisi mihendis, Barış da FM mezunu insan. Abisi ise TM mezunu. Gözünü seveyim  Sosyal Bilimin yahu, sorgulama yetisi vermiş yalebbim bize (Denizin bir önceki yazısında bahsettiği durumun olumlu sonuçları). Kabullenmeden bi düşünüyoruz ki mantıklı mı diye bakıyoruz. Teorileri de şu, okuyun da kıçınızla gülün lütfen: 
Şimdi dünyanın dönüş yönüne doğru gittiğimizde mesafe daha kısa oluyormuş, dünyanın dönüşünün tersine giderken ise uzuyormuş". Barış'tan özür diliyorum ama yazamadan edemedim bu anıyı. Dün gece de zaten mesaj attım kendisine bu durumla ilgili: Şimdi ben dünyanın döndüğü yöne doğru yürümeye başlasam diyorum, mesafeden kar'a geçeyim diye. Cevap geldi sen dalganı geç daha benle şeklinde. Geçicem tabi. Kendisi benim için önemli üç dosttan biridir. Ana mevzuyu da araştırmış Barış'ın abisi iki nedeni varmış: Bir rüzgarlar (rüzgar yönüne ve tersine gitme), iki farklı güzargah kullanımı (Tübitak açıklaması efendim bu, öyle saçma mihendis zırvası değil). 
Gözlerinizden öper, beyliz eşliğinde tezime dönerim. Yakında beyliz ile kafa olmaya başlayıp abuk subuk bir tez vericem. Ama napayım hava sıcak, kızlar cıbıl cıbıl geziyo ortalıkta, flip flop giymeye bile başlayanlar var ve ben evde tez yazıyorum.

Bir Akşamdan Kalmanın Kafası

Tınnnn diye uzun bir boşluk sesinin arkasından birdenbire, binlerce düşünce, adeta koşarak, birbirlerini ezerek kakarak kafana doluşur. Akşamdan kalma beynimin durumu budur benim. Sanırım ölen beyin hücrelerimin işini alan diğer hücreler kapasite fazlası sıkıntısı yaşıyorlar.

Eğer, bir karikatür karakteri olsaydım, kafamın üzerindeki düşünce balonları o kadar çok olurdu ki, birbirlerininin üzerine gelmeyi bırak, beni de siler geçerlerdi. Şöyle bir gidişatı oluyor sanıyorum:

Artık sevgilisiyle sevişsin istediğim arkadaşım (böyle garip isteklerim var benim, ben ol deyince oluyor sanki) acaba ne yaptı dün gece? Bir araya getirdik biz artık, gerisini onlar halledecekler. Berfu neden bu kadar hüzünlü, en eğlenceli yazısında bile gözüm doluyor hep. Yoksa ben onu çok özlediğimden mi hüzünleniyorum? Çok özledim ya, o kadar çok ki hem, öf. Birini böyle özlemek de çok güzel gerçi. Ablam alıştı mı acaba yeni evine, şu istediği CD.leri toparlayıp göndereyim Pazartesi günü. Yiğit'in takım elbisesini de göndereyim. Sünnet için düğün yapmak ne garip lan. Biz ne kadar tuhafız böyle. Sonsuz bir kumsaldaki kum taneleri olarak böyle kıpır kıpır, düğün yapıyoruz, gökdelen yapıyoruz, stres yapıyoruz, savaş yapıyoruz filan kendi kendimize. Yahu, bıdıklığını geçtim, öleceksin gideceksin zaten arkadaşım. Hadi düğün yap da, ne öyle savaş filan, iktidar kavgaları. Akşamdan kalma olunca kendimi uzaydan dünyayı izlerken buluyorum ya bazen böyle, ne güzel oluyor. Hiç bir şey yapmamak canımı gün geçtikçe daha fazla sıkıyor. Kendimi dünyanın asalağı gibi hissediyorum, mutlaka bir şeyler yapmalıyım. Şu çocuk ne oldu ya, mesaj kapısını da açmıştım halbuki, bir mesaj atsaydı bari. O da böyle benim gibi dünya kaygılı bir insana benziyordu. Neyse bakalım. Cumartesi günü bu saatte iş yerindeyim, iş var diye değil ha, evden de halledilir o. Kalasım geldi bu kez, müziğin sesini açıp blogları okumak hoşuma gitti. Sabah geç geldim, müdür aramış 'neredesiniz Deniz hanım' diyor. Geç geldim paşam dedim. Ne dese beğenirsin, 'gidin insan kaynaklarına kaçta geldiğinizi yazdırın'. Hah, geç kağıdı alayım bir de tam olsun. Şirketteki ilkleri bana yaşattırıyorlar hep, sonra Deniz Vakası diye adım çıkacak, örnek vaka olacağım hep. İlk uyarı yazısını da ben almışım. Ha, saat yazdırdım mı? Tabi ki hayır, öyle saçma şey mi olur. Yedide geldim, öbür bölümdeydim filan derim, giriş çıkış kartı yok ki. Az önce de büyük patron gelmiş 'klima çalışırken penceler, kapılar kapalı tutulacak' dedi gitti. Kapı pencere sorumlusu oldum bir de. Banane yahu, koca fabrikayı elektriğe kuvvet ısıtan -soğutan sensin, akıllı ol da havalandırma bir şey yaptır. Zaten aldığı insan kaynakları müdürüne bakıyorsun, durumu anlıyorsun. Saat yazdıracakmışım. Ben o karıya günahımı bile yazdırtmam zaten afedersin. Günah yazdırtmak da ne güzel olurdu ha. My name is Earl'ün listesi gibi böyle, sayfa sayfa. Dün otobüsteki olay neydi öyle ya? O çocuğun otobüse bindiğini resmen hissettim ve uyurken uyandım. Yol boyunca üzerine atlamamak için kastım kendimi 'yalebbim, kazasız belasız bitse şu yol, vallahi şimdi göbeğini öpeceğim.' O da yanımdan gitmiyor. Doğru düzgün görmedim bile ha, bakamadım ki yüzüne. Onda da aynı kimyasal mıdır nedir artık, durum oldu, eminim, böyle şaşkın şaşkın yan yana durduk. Bilimsel, hormonsal bir açıklaması olmalı, böyle fantastik şey mi olur yahu? Bünye hayvanlığını hatırlıyor ve ara sıra kokuya, salgıya göre filan istiyor demek ki. Neyse, geçti gitti iyi ki, kazasız belasız işe geldim. Böyle terbiyesizlik olmaz, cık cık. Karnım aç mı değil mi bilemedim. Et yemem lazım benim, en iyi o geliyor nedense. Aha bir bilimsel açıklama ihtiyacı daha. Kendime bilimsel danışman tutacağım düşünürken, alt yazı geçecek "çünkü, hormonların azıtmış olabilü, çünkü etteki protein alkolü emiyordur" filan diye. Ben de bilim insanıyım ama sosyal bilim insanı olduğumdan benim dediklerime kendim bile kuşkuyla yaklaşıyorum. "Len dedim ama, olayın tüm yönlerini irdelemeden dedim, öf yine emin değilim ya" oluyor hep. Ben ne zaman emin olacağım Yakup abi?

O son birayı içmeyecektim.



Penguenler DeLijn reklamından. Tıklayın, tek tek bakın. Muhteşemler! Reklamları da süper. DeLijn sitesinden bulabilirsiniz sanırım, YouTube'da filan da vardır. Bakıverin işte, yormayın, yorgunum zaten. :)