24 Kasım 2009

Tarih Öncesi Köpekler

Malumunuz, Dersim Katliamı'nı hatırlıyoruz son iki haftadır. Bu konudaki cahilliğimden utanarak günlerdir bulduğum her şeyi okuyorum. En son, Çayan Demirel'in şuradaki (teşekkürler Billur!) başta olmak üzere, bazı belgeselleri de izledim. Uzun uzun bir şey yazamayacağım. Ancak, ne hissettiğini şöyle kısaca bir anlat derseniz, kendi meşrebimce süzüp çıkardığım, bana her şeyi anlatan sözler Cemal Süreya'nın eşi Zuhal Tekkanat'a yazdığı mektuptan çıkan şu sözler/dizeler olur:

“Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”

(Zuhal Tekkanat'a mektup, 23. 7. 1972)

(1931 Tunceli doğumlu Cemal Süreya, 1938 yılında Bilecik'e bir yük vagonu içinde sürülürken yolda annesini ve bir kardeşini kaybetmiş. Şurada da bahsedilmiş.)

* Şair'İn hayatına ve şiirlerine şöyle psikoloji penceresinden bakayım derseniz psikiyatrist ve yazar Cemal Dindar'ın Yas İçinde Bir Göçebenin Türküsü: Cemal Süreya'nın 'şiire dahil' Hayatı ve Şiiri Üzerine bir İnceleme'sini okumanızı öneririm. Ekşi Sözlük'ten m0ruzak bahsetmiş.

** "CHP'nin onuru, evlâdı Kerbela'ya karşı" - Yıldırım Türker

21 Kasım 2009

Günün Okuması #3 - Domuz Gribi

Son zamanlarda Domuz Gribi denen hastalık dolayısıyla yaşanan panik ortamı içinde, benim düşüncelerimi de yansıtan "Korku Tüccarlığı Reloaded" adlı Enver Gülşen yazısını paylaşayım. Manzaranın sadece Türkiye'de değil, dünyada böyle olduğunu eklemek isterim. Lanse edildiğinden çok daha az tehlikeli olduğu aşikar bir salgına -hükümet ve medya tarafından- buldumcuk gibi atlayarak bu konuda halkı paniğe sürüklemenin dünyada mütemadiyen uygulanan bir politika olduğunu biliyoruz. Ankara metrolarında, otobüslerinde maskeli insanlar gördükçe hep bu aklıma geliyor. Hayır, bir gün gerçekten 'gerçek' bir salgın türeyecek ve biz inanmayacağız, o olacak.

Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz, ben yine birkaç alıntı yapacağım:

Domuz gribinin tüm dünyada salgın haline gelmesi ile birlikte, sokaktaki vatandaşlar olarak hepimizin kafası karışık. Bir taraftan gelen aşının güvenli olup olmadığı tartışmaları, öte taraftan ölen kişilerin sayısının Sağlık Bakanlığı tarafından adeta çetele tutularak insanların gözüne sokulması, domuz gribi ile ilgili tartışmaların çok boyutlu düşünülmesi gerektiğini ima ediyor.

(...)
Son yıllarda her yıl yeni bir salgın korkusuyla baş başa bırakıldığımızı hepimiz hatırlıyoruzdur. Sars hastalığından artık ne zaman öleceğiz diye gün sayarken, sars gitti kuş gribi gündemimize konuverdi. Tabii arada daha “yerel” olan kırım kongo kanamalı ateşli kene salgınlarını saymıyorum bile… Kuş gribi salgınında olan milyonlarca zavallı kuşa oldu. Bu salgın korkularını, adeta, hemen yarın hepimiz ölecekmişiz gibi yayanların arka planında, bu korkuların parsasını toplayan küresel aktörler olduğunu görmemiz uzun sürmedi. Evet, sadece tamiflu adı verilen ilacın satışından milyar dolarlar kazanmıştı kimileri…

Son haftalarda domuz gribi ile ilgili haberlere ve bu haberlerin resmi merciler aracılığıyla büyük bir korku mekanizmasına döndürülmesine hayretle bakıyorum. Sağlık Bakanı, adeta devletin en yetkili kişisi ağzıyla büyük bir korku pompalıyor ülkeye. Evet, gerçekten bir salgın olabilir. Ancak, sonuçta bu bir grip salgınıdır ve insanları bu derece büyük paniğe ve paranoyaya sevk etmeye Sağlık Bakanı dahi olsa kimsenin hakkı yoktur. Her gün çetele tutar gibi domuz gribinden ölenlerin sayısını vermenin insanlara, korkuya sevk ederek onların dengelerini bozmaktan fazla ne faydası olabilir merak ediyorum. Ve bu korku tüccarlığında, 40 milyon doz aşı sipariş etmiş bir Sağlık Bakanlığı’nın “yaptığımız şey doğru değilse bunun hesabını nasıl veririz” panik havasının etkili olduğunu düşünüyorum.

Sağlık Bakanlığı yetkilileri eminim doğru bildiklerini yapıyorlardır. Bu konuda diyebilecek çok fazla bir şeyimiz olamaz. Ancak, eğer bir ülke, Sağlık Bakanlığı aracılığıyla adeta bir korku ülkesi haline getirilmek isteniyorsa; ölüm oranı 1000′de 1, hatta 2000′de 1 kadar küçük olan bir hastalık, adeta her rastlayanı öldürecekmiş gibi bir tonlama ile sunuluyorsa burada art niyet olmasa da, basiretsizlik bulurum. Açıkçası Sağlık Bakanı Recep Akdağ televizyona her çıktığında artık söylediklerinden ziyade onun psikolojisine odaklanır oldum. Bana sanki salgının ve ölüm riskinin abartıldığı iddialarına ve bu yönde aldığı eleştirilere karşı, ne pahasına olursa olsun kendileri haklı çıksın diye uğraşan bir kişi izlenimi veriyor Sn. Akdağ. Açık söyleyeyim, bu psikoloji benim Sağlık Bakanı’na güvenmemi engelliyor. Bereket ki Sağlık Bakanlığının bütün eyyamcılığına karşın, Başbakan farklı ve daha sakin bir ses olarak yer alabildi Hükümet içinde.

Buradan Sağlık Bakanı Sn. Recep Akdağ’a sesleniyorum: Sn. Akdağ; anlıyoruz işinizi bütün ciddiyetiyle yapıyorsunuz. Anlıyoruz domuz gribi salgınını da ciddiye alıp büyük kayıplar olmadan engellemek istiyorsunuz. Ancak bir vatandaş olarak, bu mücadelenin yolunun sizin söylemlerinizle tezat oluşturduğunu düşünüyorum. Halkı, dışarı çıkamayacak, ya da yanında hapşıran bir insanı otobüsten atacak hale getirecek kadar paranoyak hale getirerek, ölüm sayılarını her dakika güncelleyerek gözümüze sokarak, kapitalist zorbalığın ve rantiyeciliğin en azından söylemlerle suyuna giderek olmaz bu mücadele. Zira sizin söylemleriniz ardından domuz gribinden rant kapısı açan bir çok sektör türedi. Küresel olanlarını saymıyorum bile! Ben vatandaş Enver Gülşen olarak, domuz gribinden ölenlerin sayısının gazetelerde, televizyonlarda her gün güncellenerek gözümüze sokulması ve çoluk çocuğun dengesinin bozulmasının sorumluluğunu bir Bakan olarak alıp, buna bir dur demenizi talep ediyorum. Siz de bilirsiniz ki hiçbir veri bir başka veri ile karşılaştırılma imkanı olmadan anlamlı değildir. İlla ki ölenlerin sayılarını verecekseniz, mesela mevsimsel gripten, mesela kazadan, mesela sigaradan ölenlerin sayıları ile birlikte güncelleyip verin ki karşılaştırma yapabilelim. Yoksa tek başına bu bilgileri gözümüze sokmanız benim vatandaş Enver olarak size olan güvenimi artırmaktan ziyade azaltıyor.

Katibim?

Bugün, bir süredir takip ettiğim münevver düşmani, seviyesiz bir blog sayesinde Chia e Tazi Pesen? (Whose is This Song? - Bu Şarkı Kimin?) adlı bir belgeselden haberdar oldum; üstüne üstlük bir de oturdum izledim. Alıp da okumak için sabırsızlandığım Genesis: “Büyük Ulusal Anlatı” ve Türklerin Kökeni adlı kitabında Murat Belge de bu belgeselden söz etmiş.

Belgesel, hepimizin bildiği Üsküdar'a Giderken yahut Katibim şarkısının aslında hangi ulusa sahip olduğunu bulmaya çalışıyor. Bir İstanbul şarkısıdır işte dediğinizi duyar gibiyim, o kadar emin olmayınız efendim.

Adela Peeva adlı Bulgar bir yönetmen İstanbul'da alaturka bir lokantada diğer Balkan milletlerinden arkadaşlarıyla demlendiği bir muhabbet sırasında arkada mevzubahis şarkı çalmaya başlar. Masadaki Yunan, Arnavut, Makedon vs. herkes bu şarkının aslında kendi ülkesine ait olduğunu iddia edince Peeva, bu işin peşine düşmeye karar verir. Bu şarkının ardından, İstanbul'dan çıkıp Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Sırbistan, Bosna ve Bulgaristan'ı arşınlayan yönetmen, her yerde farklı versiyonlarla karşılaşır. Olaylar gelişir.

Anonim bir şarkı üzerinden, aynı ana-babadan olma kardeşler kadar birbirine benzeyen Balkan halklarının birbirlerine düşmanlıklarını izlemek biraz gönül kırıcı. Fakat yönetmen sonunda müziğin birleştiriciliğine inancını kaybettiğini ima etse de, ben tam tersini düşünüyorum. Siyasi düşmanlıkların ne kadar yüzeysel olduğunu gösteren bir örnek oldu benim için bu belgesel.

Bir saat on dakika süren belgesel hemen aşağıda. İlgilendiyseniz mutlaka izlemenizi öneririm. Şiddetle.


11 Kasım 2009

Oyun Teorisi ve Kararlı Toplum


Geçen hafta, yıllar önce izlediğim A Beautiful Mind filmini tekrar izledim. Oyun Teorisi (Game Theory) ile ilgili ilk bilgiyi bu film sayesinde edinmiştim. O zaman bu teoriden hiçbir şey anlamadığımı itiraf etmeliyim. Daha çok John Nash'in muzdarip olduğu şizofreni hastalığı, Princeton University'nin kampüsünün güzelliği ve Go'nun ne menem bir oyun olduğuyla ilgilenmiştim.

Filmi izledikten sonra geçen altı-yedi yıl içerisinde Richard Dawkins'in Gen Bencildir, Jared Diamond'un Tüfek, Mikrop ve Çelik, Mary&John Gribbin'in İnsan Olmak* gibi kitaplarının yanı sıra internetten de insan evrimi, antropoloji ve sosyoloji ile ilgili birçok yazı okudum. Bugün filmdeki Nash'in evreka! sahnesini ve filmin sonunda yazan "Nash'in kuramları, küresel ticari anlaşmaları, işçi-işveren ilişkilerini ve hatta evrimsel biyolojiyi etkiledi" sözünün az çok ne anlama geldiğini anlayabiliyorum. Filmi tekrar izlediğime çok sevindim.

Filmde Nash'in kuramını geliştirdiği meşhur sahneyi şuradaki -türkçe altyazılı- youtube bağlantısından izleyebilirsiniz. (İzin verilmediği için videoyu buraya koyamadım maalesef.) Şu repliği buraya yazayım:
"Adam Smith, en iyi sonucu almak için gruptaki herkesin kendisi için en iyi olanı yapması gerekir demişti. Doğru ama eksik. Çünkü en iyi sonucu almak için gruptaki herkes hem kendisi hem de gruptaki diğerleri için en iyiyi yapmalı."
1973 yılında John Maynard Smith bu oyun teorisi üzerinden Evrimsel Kararlı Strateji (Evolutionarily Stable Strateji -ESS) adlı bir kavram geliştirdi. Bu kavram kısaca şöyle tanımlanabilir:

“Bir topluluğun üyelerinin çoğunluğu tarafindan benimsendiği taktirde, başka hiçbir alternatif stratejinin daha iyi olamayacağı bir stratejidir.' Ya da 'bir birey için en iyi strateji, nüfusun çoğunluğunun ne yaptığına bağlıdır. Stratejiden sapmaları ise, doğal seçilim cezalandıracaktır.'**

Bu şekilde söyleyince kafa karıştırıcı olduğunu Maynard da anlamış olacak ki, Şahin-Güvercin Oyunu dediği anlaşılır bir model oluşturmuş. Bu modellemeyi ilk kez Gen Bencildir kitabında okudum, anladığım kadarıyla en popüler ve sade versiyonunu Richard Dawkins geliştirmiş ki daha çok ona ait olarak anılıyor. Benim gibi amatör bir okuyucu için üçüncü elden en anlaşılır olanı ise İnsan Olmak kitabında anlatılmış. Bu uzun alıntıyı burada paylaşmak için yanıp tutuşuyorum, bu yüzden -hazır yazılmışını bulamadığımdan- üşenmeyip yazayacağım. (Kolay okunması için araya başlıklar koyuyor -italik kalınlar- ve paragrafları biraz bölüyorum.) Eğer buraya kadar yazılanları merakla okuduysanız bu kuşları seveceksiniz:

Başarı için Stratejiler

Maynard Smith, hepsi aynı türe ait hayvanlardan oluşmuşbir popülasyon hayal edin der. Popülasyonun her bir tekil üyesi ya bir Şahin olarak davranıp, saldırgan davranış gösterir ya da bir Güvercin olup barışçıl davranış gösterir. (Aslında güvercinler oldukça saldırgan kuşlardır ama metoforik bir şekilde barışı simgeleyegelmişlerdir.) Bir şahin ne zaman bir parça yiyecek bulsa ve türünün başka bir üyesini orada hazır görse, her zaman için eğer gerekiyorsa yiyeceği almak için savaşacaktır. Bir güvercin bir parça yiyecek bulmuşsa ancak türünün bir üyesi de oradaysa, saldırıya uğrar uğramamaz kaçacaktır. Eğer başka bir güvercinle karşılaşırsa, tehditkar bir gösteride bulunarak blöf yapmaya çalışacak ama sonunda yiyeceği bırakıp geri çekilecektir. Bunlar Maynard Smith'in matematiksel modeline programlanmış temel programlardır. Smith'in sorduğu sonraki soru güvercinlerin ve şahinlerin hangi oranının kararlı bir popülasyon temsil edeceğidir.

Bu katıksız varsayımsal bir örnektir ve biz de hayvanların gereksindiği yiyeceğin değerine işaret eden, bir takım katıksız olarak varsayımsal (ama akla uygun) rakamlar koyalım.

  1. Eğer birey yiyeceği alırsa 50 puan kazanır.
  2. Eğer kaçarsa, tabii ki, 0 puan alacaktır.
  3. Eğer kavgaya girer ve kaybederse yaralanacak ve -100 puan alacaktır.
  4. Eğer kaçmadan önce karşılıklı tehdit gösterisine girişirse, zaman kaybettiği için -10 puan alacaktır.

Rakamlar keyfidir ama her olası sonucun göreli statüsünü göstermektedir; bu belirli rakamlar Richard Dawkins'in The Selfish Gene'ninden alınmıştır.

En başarılı bireyler en fazla yiyeceği yiyen ve yaralanmaktan kurtulan ve böylece genlerini sonraki kuşağa aktarabilenlerdir. Puanlar üreme başarısıyla eşitlenmekte ve ESS teorisi popülasyonda, şahinler ve güvercinlerin bir kuşaktan diğerine devam edecek kararlı bir karışımı olup olmadığı sorusuna yöneliktir.

Hesaplamanın gösterdiği ilk şey, bu bakımdan, ne tümüyle şahinlerden ne de tümüyle güvercinlerden oluşan bir popülasyonun kararlı olacağıdır.

Güvercinler Başbaşa

İlk olarak güvercinleri ele alalım: Eğer herkes bir güvercinse, o zaman çatışmanın olduğu her seferde her iki birey de -10 puana mal olan bir tehdit gösterisi yaparlar. Ama içlerinden birisi önce kaçar ve diğeri yiyeceği alarak 50 puan alır ve bu da net olarak ona 40 puan kazandırır. 40 ve -10'u alıp, onları toplayıp ikiye böldüğünüzde çıkan ortalama sayı 15'tir.

Buraya kadar iyi. Herkes yiyecek buluyor, hiç kimse yaralanmıyor ve tüm güvercin toplumu sağlıklı görünüyor. (Bu çok basit örnekten de, neden bu kadar çok sayıda hayvan türünün çok incelikli ve uzun süren tehdit gösterilerini, hakiki bir kavgaya girişmeden karşıtını dize getirme çabalarını evrimleştirdiğini görebilirsiniz. İnsanlar da, diğer hayvanların yaptığı şekilde, çoğu zaman buna denk şeyler yaparlar.)

Güvercinlerin Arasında Bir Şahin

Ancak şimdi popülasyonda bir şahinin (mutasyonla) ortaya çıktığını düşünelim: Şahin tehditlerle zaman kaybetmeyecek ve her seferinde karşıtını kaçırıp ödülünü alacak ve 50 puan kazanacaktır. Şahinler seyrek oldukları sürece birbirleriyle nadiren karşılaşıp kavga edeceklerinden, güvercinler ortalama 15 puan kazanırken 50 puan toplayarak çok iyi bir iş çıkaracaklar ve genlerini popülasyon boyunca yayacaklardır.

Şahinler Başbaşa

Peki kefenin öteki tarafında ne olmaktadır? Tümüyle şahinlerden oluşan bir toplumda, her karşılaşma sert bir kavgayla sonuçlanır. Kazanan 50 puan alır, kaybeden -100 puan alır (100 puan kaybeder) ve ortalama, patetik bir biçimde -25'tir. (Böylesi bir popülasyon elbette sadece çatışmaların seyrek olduğu ve çoğu yiyeceğin başka bir şahinle karşılaşmadan ve kavga etmeden alınabildiği sürece hayatta kalabilir.)

Şahinlerin Arasında Bir Güvercin

Ancak (mutasyonla) bir güvercin ortaya çıkarsa ne olur? Bir şahinin tehdit ettiği her seferinde kaçarak ve her çatışmada 0 puan elde ederek ama etrafta kimse olmadığında yiyeceği alarak, güvercin de görece başarılıdır. Böylece güvercin genleri de bir yere kadar yayılırlar.

Besbelli ki, bu uçlar arasında şahinlerin ve güvercinlerin popülasyonunun aynı kaldığı, her iki stratejinin de herhangi bir çatışmada aynı ortalama kazancı sağladığı bir yerde kararlı bir durum olmalıdır. Burada seçtiğimiz belirli rakamlar için, kararlı popülasyon on ikide beş güvercin ve on ikide yedi şahin içerir (5 güvercin + 7 şahin= 12) -yani her beş güvercin için yedi şahin- ve her bir birey her bir çatışmada 6.25 puan toplar. Gerçek hayvanların gerçek popülasyonları açısından bunu biraz düzenleyebiliriz:

Her bir birey için on ikide yedi sefer bir şahin gibi davranmak ve on ikide beş kez bir güvercin gibi davranmak kararlı bir stratejidir. Sanki 'yarıdan biraz daha çok kez saldırgan davran, bu zamanın yarısından biraz daha az bir pasifist ol ve herhangi bir çatışmada hangisi olacağını rastgele seç' diyen, vücutta işleyen genler en başarılı genler olacaklardır. ESS ya her bir birey için yüzde x kere güvercin olmayı seçme ya da bireylerin yüzde x'inin sürekli güvercin olmayı seçmesi olabilir.

Ancak burada öne sürdüğümüz rakamlarda alışılmamış ve önemli bir şey vardır. ESS her bireye her çatışma için 6.25 puan sağlar. Herkesin güvercin olduğu senaryoda her birey, iki kattan daha fazlasını, 15 puan alıyordu. eğer hepsi güvercin olsaydı, popülasyondaki her birey daha iyi durumda olurdu:

'Türün iyiliği için' herkesin güvercin olduğu senaryo ESS'den daha iyidir! Ancak evrim böyle işlemez. Evrim türler değil bireyler üzerinde çalışır ve kararlı toplum öyle görünüyor ki, her bireyin yapabileceğinden daha kötüsünü yaptığı toplumdur.


Bu modelden, dünya görüşünüze ve bilginize göre yüzlerce çıkarım yapabilirsiniz. Tercihe göre uluslararası ilişkilerden borsaya; küresel savaşlardan küçük arkadaş çevrenize; çevre politikalarından aşk ilişkilerinize -hatta kişisel hesaplaşmalarınıza- kadar her şeyi belli bir açıdan aydınlatacak matematiksel bir şablon elde etmek kadar heyecan verici bir şey olamaz!


*İnsan Olmak 2005 yılında Dost tarafından yayınlanmış bir kitap. Ancak, sanırım Ergi Deniz Özsoy'un oldukça olumsuz önsözü (... Ancak kitap sosyobiyoloji diye ortaya atılan ideolojik sağlamlaştırmanın metodolojik zayıflığını , genetik ve evrimsel argümanların bu bağlamda bir 'ayağa düşüşünü' örnekleyen bir ibreti alem kanımca.) dolayısıyla senelerdir Dost'un çok/hiç satılmayan kitapları arasında duruyor ve fiyatı oldukça makul. Bu önsöz ve özellikle sosyobiyoloji konusunda yorum yapacak yetkinlikte değilim ancak yine de kitaba biraz haksızlık yapıldığını düşünüyorum.

**Alıntı buradan

2 Kasım 2009

Water: (Gurum Gandhiji)



Afrika'ya gitmek istiyorum mesela... Safari'ye katılmak adına değil de saçma gelecek belki ama "insani yardım" adı altında bir organizasyonla giderek bir şeyler yapmak, yaptığını sanmak... Çocuklara ders anlatmak ya da yol yapımına yardım etmek, temiz su sağlamak, hastalıklardan korunmaları için aşılar yapmak.... Yapmak da yapmak..

Bir de Hindistan'a gitmek istiyorum. Oraya gitmeyi istemem biraz da kendimi düşündüğümden aslında. Bir Guru ile oturup bugün de hava epey kapalı be guru, sence de yağmur yağar mı? diye sormak istiyorum mesela. Ya da gene insani yardım adı altında Hindistan'ın hayati sorunlarına el atmak, elimin altından geldiği kadar yardım etmek istiyorum. Benim elimin altından çok şey gelir ya zaten.

Oturup Water adlı filmi izleyip ağlamak yetmiyor bazen. Hindistan'da dulların yaşamını anlatan bir film. 2001 yılında yapılan nüfus sayımına göre Hindistan'da 34 milyon dul varmış misal. Water adlı filmde onların hayatını anlatan sosyal içerikli bir film. Slumdog Milyoner'in müziklerini yapan A. Rahman bu filmde de karşımıza çıkıyor. 34 milyon dul olsa ne olacak diye düşünebilir insan ancak Türkiye'de nüfus kağıdımızda dul ibaresi yazdığı senelerde Hindistan'daki dullar bir manastıra kapatılıyorlarmış. Beşik kertmesi mantığı onlarda da mevcut. Bu yüzden 9 yaşında dul kalan kızlar bile manastıra kapatılmışlar.

Hint kutsal kitaplarına göre dul kalmış bir kadının kocası öldükten sonra yarısı ölmüş demektir. Bu koşullar altında kadının 3 seçeneği vardır.
1) Kendisini kocasının cenazesinde öldürebilir
2) Kocasının ailesi izin verirse en genç erkek çocukları ile evlenebilir
3) Kendi kendini reddetme (self-denial: feragat). (üçüncü seçenek manastıra kapanmak olsa gerek.

Thanks to Gandi: 1947 yılında Hindistan'ı İngiliz sömürgesi olmaktan kurtaran Gandi kadın haklarına da önem veren bir insan. Aslında kadın haklarına ekstra önem vermiyor kadınları gün ışığına çıkarıyor. Gandi'ye göre kadın ve erkek aynı değil ancak eşittir (Women and men are equal but not identical). Bir kadın zeka olarak, mental olarak ve ruhsal/tinsel olarak bir erkekle çok kolay aşık atabilir diyor Gandhiji. Fiziksel durumları siktir et der kısaca.

Düşünüyorum da insani yardım adı altında bir şeyler yapayım diye bas bas bağırmamın nedenini yine Gandi'nin bir sözü ile açıklayabilirim. Kendisi sosyal fedakarlıkların ve hizmetlerin allahubukelamun'un katında büyük yeri olduğunu söylemiştir. Hatta bu işi insanın doğasına bağlayarak service has to be performed for self-fulfillment der Gurum Gandi.

Gandi'nin doğumgününde yazdığım bir yazıda buradadır.