1 Aralık 2010

Wikiseeks

Bir alaca kıyamettir kopuyor dünyada... Ben bu konuda leaks (sızdırma) değil seeks (isteme) ile ilgileniyorum. Internette gizli belgeleri yayınlayan, benim parada pulda gözüm yok gerçekler ortaya çıksın diye konuşan bir gruptan söz ediyoruz.

Türk medyasını kurcaladığım zaman maalesef konuyla ilgili sadece sansasyon yaratacak başlıkları görüyorum. Genelinin içi boş kalıyor konu ile ilgili.. Kimse de bir şey bilmiyor ya tam olarak, belki de bundan. Genel Başkan Yardımcısı Çelik'in konuyla ilgili açıklamasını mesela bugün Radikal'den okudum. Kendisi Türkiye'nin isminin çoğu belgede geçmiş olmasına sevinmiş olmalı ki Dış Politikamız işliyor demek ki birilerinin canını sıkmışız diyor. Efendim dış politikaya edecek lafım yok, çok ayrı bir mevzu, ancak Wikileaks'ten bile nasıl mutlu olabiliyorsunuz diye sorasım geliyor... Türkiye ile ilgili haberlerin fazla olmasına övünmek ne kadar da acınası bir durum. Haberi okurken gülmeye başladığımı itiraf etmem gerek. Ülkem en ufak ve hatta negatif bir durumdan dahi pozitif bir şeyler çıkarmaya çalışıyor. Neden böyle bir gayeniz olsun ki? Wikileaks'in amacı, istediği şey devletlerin gözünü açması bence. Oturup Amerikalı diplomatların söylediği cümleleri bu kadar basit yorumlamak üzüntü verici bir durum.

Devlet Bakanımız Sayın Çiçek ise belgelere bir terör örgütü edası ile yaklaşmış ve demiş ki bunu "parça tesirli biraz da fitne çıkarmaya müsait 'belgeler' olarak görüyorum." Parça tesirli demek bravo ne kadar da yaratıcı bir cümle kullanılmış. Sayın Şahin ise daha da ileri gidiyor ve diyor ki bu konu ABD'nin bilgisi dahilinde yapılmıştır. "ABD'ye rağmen bu bilgilerin internet sitesinde yayınlandığı kanaatinde değilim."

Bir bakanımız bomba benzetmesi yaparken Meclis Başkanımız ABD'nin ne kadar da güçlü bir ülke olduğunu dile getiriyor. Sayın Çelik ise pastadan büyük parça kapma niyetinde. Konunun muhalefet ayağı ise zaten sarpa sarmış durumda, AKP'ye yüklenen bir grup insan topluluğu var. Harala gürele konuşuyor, atıp tutuyorlar.

Ben mi garip karşılıyorum bu haberleri acaba diye düşünüyorum bazen? Ne muhalefet ne de ana partinin tutumu hoşuma gidiyor wikileaks hakkında. Belki de bu grubun ana amacını anlamak gerekiyor. Afganistan'da sürmekte olan savaş ile ilgili açıklamaları var mesela grubun. Ölüm sayısının söylenenin ne kadar üstünde olduğuna, işlerin iyi gitmediğine dair. Ama bunlardan hiç kimse bahsetmiyor şu anda, Irak-Afganistan mevzu dışı edildi.

Amerika'lılar durumu vahim görüyor. Devletlerinin yaptığı bütün o diplomasi girişimlerinin, elde edilmiş güvenin sarsıldığının farkındalar. Biz ne yapmışız diyen pek yok. Daha çok CIA nerede? Neden bulmuyor bu kişileri de işlerini görmüyor diye düşünen bir kaç zihniyet de var.

Soruların ana kaynağı hep wikileaks'in ne istediğine dayanıyor. Açıklık istiyor, demokrasinin düzgün yürümesini istiyor... Amerika düşmekte olan bir güç şu an için. Ancak düşüşü hızlı bir şekilde olmayacak. Yeni bir dünya düzeninin kapısı çalınıyor. Aramaya gerek yok, "az biraz" seneye o kapıyı karşıdan açmasalar da kıracaklar olacak. Çok kutuplu bir düzen geliyor. Internet'in ve bilgi erişiminin yükselmekte olduğu, ekonominin ana silah olacağı bir düzen...

Wikiseeks diyor ki engelleme medyayı konuşsun, bildiğini aktarsın. Bu ne kadar doğrudur, gereklidir o işin ayrı bir boyutu.

25 Ağustos 2010

Fotoğraf #1: Yorgun Adam

Öyle yorgunum ki... Ne kadar dayasam da bedenimi bir duvara başımı kaldırmak bile zor geliyor. Hele hele böyle bir dünyada... Siz insanlar! Ey kendini dünyanın efendisi sanan minik yaratıklar siz kimsiniz ki benim hayatımda?

Fotoğraf: Yorgun Adam- San Francisco

16 Ağustos 2010

GündeDün

 Bıdık Deniz selam eder

Epey bir küçükken bir gün, halamların o zamanki eski ahşap evinde yatıya kalmıştık. İçinde pembe kanepelerin ve her daim dolu bir şekerliğin bulunduğu misafir odasında üç dört kişi yatıyorduk. Yaz günüydü sanırım, pencereler açıktı. Malumunuz, uyumayan çocuktum ben. Herkesin kıçında pireler uçuşurken ben, ahşap evin "şımaran" duvarlarını seyrederek gıcırdayan tahtaları dinliyordum. Sonra birden açık pencereden hiç bitmeyen bir ses gelmeye başladı. Gökyüzünden. Sanki gök, sürekli bir biçimde düşük frekanstan gürüldüyordu. En fazla beş yıllık deneyimimden yola çıkarak yağmur filan bekledim. Yok. Gürültü devam ediyor. Ses kesilmeyince uydurmayı pek seven bünyem bu sesi geceleri dışarıda dolaşan dev yarasaların çıkardığına karar verdi. Üstüne üstlük bu dev yarasalar az sonra açık pencereden içeriye dalmak için fırsat kolluyorlardı! Aman yarabbi! Ayak parmağımı bile oynatmaya cesaret edemediğim korku şoku geçtikten sonra yataktan fırlayıp az ötemde uyuyan halamın kızı Saime Teyze'nin yatağına sığındım:


- Bismilll... Ay ödümü kopardın! Noldu kızım, hayırdır?

- Ya.. Korktum ben... çok ses geliyor dışarıdan...

- ... Dur bakayım... Hmm... Kızım o uçak sesi. Uçaklar uçarken hava boşluğuna girince böyle ses çıkarır.

- Tamam neyse. Burda yatçam ben.

- Ehe, gel bakalım.

Evvelki sene Saime Teyze, bir anda gelen bir kalp krizi sonucu eşini kaybetti. Hiç çocuğu olmadı. Gelendost'taki evinin her yeri bebek resimleriyle doluydu. Halamın o eski ahşap evinin avlusunda koyunların kesildiği kurban bayramlarında, koridorda tüm kız yeğenlerine ve kuzenlerine oryantal figürleri gösterirdi. Çok az görürdük ama o hep bizi en çok eğlendiren yetişkin olarak gelişine sevindiğimiz teyze olmuştur.

Bunların hepsi en az yirmi yıllık anı. Saime Teyze hala var. Yas hali devam etse bile, aradan geçen yıllarda biz çok büyümüş olsak da, yeğenlerinin ve kuzenlerinin çocukları bizim o zamanki yaşımıza gelmek üzere olsa da benim Saime Teyzem, o şeker dolu odada beni dev yarasalara karşı koruyan kadındır. Hakkında duyduğum hiçbir söz yahut aile içi hiçbir münasebet bu algımı değiştiremedi.

TDK Sözlük de, Vikipedi de diyor ki Nostalji; geçmişte kalan güzellikleri idealize ederek hissedilen özlem duygusu ve bu duygunun baskın bir duruma gelmesidir. Hatta TDK güzel bir Türkçe terim bulmuş bunun için: Gündedün.


Düşünüyorum da, hep nostaljik bir çocuktum ben. Bunu bir çeşit hastalık haline getirmeyecek kadar bugüne bağlıyım ve hatta -belki yaşım gereği- hayata karşı acayip bir tutkum var. Fakat gerçekten, gelecekle ilgili tek bir plan yaptığımı bilmem. İlkokulda ressam olacağım diye hayal kurduğum günler dışında geleceğin benim ilgi alanıma girdiği bir gün bile hatırlamıyorum. Gelecekle ilgili tek planım şu galiba: Bugün yaşadığım her şeyi, gelecekte bir zaman geçmiş günlerimi anlatmak için yaşıyorum gibi geliyor sık sık.

Bu yeni değil, ilk ergenliğimden beri böyle. Babamın, uduyla çaldığı onlarca şarkı arasından en çok, amcamın muhteşem sesiyle söylediği "ölürsem kabrime gelme, istemem"i sevdiğimi söylemem karşısında "abdülhamit devrinden mi kaldın kızım sen?" demesi on bir yaşıma denk gelir. Aile içi cümbüşlerde doksanına merdiven dayamış eniştemin (halamın kocası) bile tam hatırlayamadığı şarkılara istek yapmam da cabası. Hadi o müziktir, zevktir. İlk kez on üç yaşımda, Akçakoca sahilinde Masume Abla'nın anneme söylediği ve sonraki yıllarda defalarca duyduğum şu söz var: Abla bu kız sanki böyle ellili yılların kadınlarına benziyor, tipi, tavrı filan...

Eh bir de bela gibi; ben bunları neden bu kadar net hatırlıyorum yahu? Günü gününe? İnsan üç yaşında anaokulunda, tam oturmak üzereyken sandalyesini çeken acımasız stajyer kız öğrenciyi hatırlar mı? Hadi o travmatik diyelim kendi çapında, peki o okulun tek tek odaları, tuvaleti, bizden saklanan tahta atları, yerli malı haftası? Dayımın düğününü nasıl hatırlıyorum yahu, salonda koşturduğumu filan? Anneme sordum, yaşım üçmüş yine. Akçakoca'daki dolapta saklı duran annemin camgöbeği nişan elbisesi hala en beğendiğim kostümdür. Annem geçmişe dair az buçuk değeri olan her nesneyi "sen değerini bilirsin" diye bana emanet eder; lise defterlerini, fotoğraflarını.. Taşınırken, hiçbir şeyi almam, dolu defterleri alırım; bana ait, anneme ait, ablama ait veya varsa herhangi birine ait.

Geçenlerde işten gelirken, yalnız yaşadığını bildiğim yaşlı bir teyzenin dairesinin önünde bir yığın kitap gördüm. Cilt cilt Hayat Mecmuası! Hemen zili çaldım ve teyzeden atmak üzere kapının önüne koyduğu bu dergileri almak için izin istedim. Uzun uzun muhabbet ettik. İlk olarak bin dokuz yüz elli altı yılında, İş Bankası'na bir hesap açtırdıkları için banka onlara hediye olarak göndermiş bu dergiyi. Çok sevmişler ve abone olmuşlar. Dergi yayından kalkıncaya kadar almışlar ve biriktirmişler. Seneler seneler önce ölen kocası bunları ciltlettirmiş. Şimdi, evi tadilata girmiş, badana boya filan. Bunları atacakmış artık fakat ilgilenen bir genç kız görmek onu ne kadar mutlu etmiş. Elbette hepsini alabilirmiş. İstediği zaman, her zaman, uğrayabilirmiş. Çay içip geçmişe dair muhabbet edebilirlermiş.

Henüz bir hafta önce annemle birlikte bir antikacıdan yüz yıllık, el işi, ceviz ağacından yapılmış iki adet koltuk almıştık, kelepir. Düşüncelerimde genelde kendimle meşgulümdür. Fakat salonumda duran o koltuklar ve kimsenin almaya yanaşmadığı o dergiler günlerce aklımdan çıkmayıp kendime ait düşünceleri bastırınca pek hoş bir vaziyette olmadığımı düşündüm. Bin dokuz yüz altmış, altmış iki ve yetmiş yıllarına ait üç cilt dergiyi aldım yine de, fakat gerisini almamak için kendimi zorladım. O dergiler bir gün o dairenin önünden kayboldu. Fakat bende "bizim apartmanda yaşayan yaşlı bir kadın bir keresinde elli beş yıllık dergileri çöpe atmıştı da ben sadece bu üçünü almıştım" nostaljisi kaldı. Almasam "almadım" olarak kalacaktı. Hiç gitmeyecek bu, biliyorum. Sabit.

Şimdi, eskiden dört kişi ve tüm çevresi şeklinde yaşadığımız kalabalık bir evde tek başıma kalıyorum. Evet, Evahalipisi buradaydı! Fazladan bir de, eşyaların hepsi Ankara'da bir yıl birlikte yaşadığımız, şimdi dünyanın bir ucunda yaşayan ablama ait. Ablamın altıncı caddedeki evinde, Berfu'nun arkadaşlarıyla, salondan arka odaya taşımaya çalışırken koridorda sıkışıp kalan kanepeye bakıyorum -ki üzerinde Kolej'deki evde üzerinde koli biçmeye çalışırken yaptığımız kesik var-, Beyza'nın, kapısında elinde sigarayla masada ders çalışan benimle muhabbet ettiği odaya bakıyorum -zira ben yattığım odada asla sigara içirtmem-, Yiğit'in bir türlü istediği tarzı bulamadığından her hafta şekil değiştiren odasına bakıyorum -kapının girişine astığı korkunç bakışlı Jimi Hendrix posteri artık yok-, Berfu ve Beyza'nın iki kişilik bir odaya dönüştürdüğü kocaman salona bakıyorum -Berfu'nun, günlerce birbirimizi tahlil ettiğimiz yatağı pencereye yakın olandı. Alabildiğim en eski Hayat Mecmuası'nı elime alıp yüz yıllık koltuklara oturup okuyorum. Bu dergi bu koltukta okunmuştu, eminim.


Eh, daha ne ayrıntılar.. Sürekli poşetlerle oynayan, Evahalipisi'nin "pisi"si Cavidan kedimiz; anneler içeride otururken Beyza'yla yaptığımız gizli muhabbet sırasında cilası aşınan lavabo deliği; Berfu'yla birbirimize gizlice gösterdiğimiz öykü ve şiirlerimizin iş yapıp yapmayacağına dair muhabbetlerimize tanık olan mutfak masamız; bir cigabayt bellekli, kimbilir vindovs kaçlı, ablamın eski bilgisayarının başında ödev yaparken sabahladığımız, aynı zamanda ütü masası olan, eski evimizin mutfak masası; annemin bir tanıdıktan ablama aldığı koyu renk kenar desenli yemek takımı..

Ey yazıda adı geçen tüm canımın içleri. Hüzünsel bir durum oldu, farkındayım. Ey adı geçmeyen okurlarım, biraz fazla kişisel oldu, tamam, onun da farkındayım. Fakat hatırlayınız ki ben, iyiye bağlamayacağım hiçbir yazıyı klavyeme almam.

Nostalji'yi bir karakter özelliği olarak ele alıyorum. Halamın eski ahşap evini, şu anda yaşadığı beton apartman dairesinden daha çok hatırlıyorum. Yaşadığım her yeri, her ortamı, iklimi, gözümün ucuyla gördüğüm her gereksiz (görünen) ayrıntıyı; okula giderken yolun kenarında top oynanan fakat şimdi yüksek apartmanlar haline gelmiş arazileri; mahalleden Ümmühan'la buzdolabı haline getirdiğimiz tuğlayı; kuzenlerle yaptığımız el yazısı dergileri ve tiyatro oyunlarını; Karabük'ün fabrika kokan yoğun, pis havasını; acımasız (başka) kuzenlerimin leğende boğarak öldürdüğü kara kedi yavrusunu hepinizden daha çok hatırlıyorum.


Çünkü tarihe bir "tanık" lazım. Hafızası az biraz daha güçlü, nesnelere, olaylara, ortamlara ve dahi iklimlere az biraz daha fazla değer veren; biriktirmekten ve biriktirdiklerini arşivlemekten her şeyden daha çok zevk alan; yazan, yazabilen, yazmayı, onu bırakamayacak kadar tutkuyla seven; kendini bildiğinden beri en çok hatırlatmaktan keyif alan biri mutlaka gerekli. Çünkü siz hepiniz, her bir insan, aslında yaşadığı hayatı hep biriktiriyor. Ama işte heyhat, unutup gidiyor; unutmasa da sonunda ölüp gidiyor. Halbuki insan kültür yaratır; kültürler medeniyetler oluşturur. Çok biriktirecekleri olan insanlar hayatı özellikle hızlı yaşıyor, hızlı bitiriyor, hatırlamaya vakit bulamadan ölüp gidiyor. Yönetenlerin yaşadıklarıyla ilgili değilim, ilgili olduğum tam olarak senin yaşantın. Alelade olan, tekrarlanıyor gibi görünen ama aslında biricik olan..

Elbette benim kendime ait hızla ve hırsla yaşayıp durduğum bir hayatım var. Bunu seviyorum, geçmişe takılmadan yaşıyorum, biriktiriyorum ve kaydediyorum. Fakat sen eğer, bana teğet geçersen yahut hayatımın tam ortadan girersen emin ol, hiç bilmediğin anların tanığı ben olacağım.

Saime Teyze hiç tahmin eder miydi acaba uçaklar ve dev yarasalarla savaşılan bir oyunun bölüm sonu canavarını yenen kahramanı olacağını?

Dipteki Not: İşbu yazı Beyza'nın Amerika semalarına uçuyor olmasına dair bir içeriğe sahip olacaktı fakat iş bu noktalara geldi. Beyza'nın son yazısına isitinaden yarasadan çıkayım yola dedim, çıkmaz olaydım. İyi yolculuklar, uzaklarda iyi hayatlar küççük kuzenim. Ben seni pek çok pek çok severim.

14 Ağustos 2010

Yarasa Yarasa Bacaksiz


Bundan seneler once, ben lisedeyken, eve yarasa girmisti. Isikli ortama dalan olan bu yarasanin can havli ile duvarlara carpa carpa uzerimize dogru gelmesi aile icerisinde buyuk panige bende kici kurtarma sevdasina yol acmisti.

Bunun uzerine hepimiz salona dogru kosarak kapiyi arkamizdan kapattik. Yalniz bir kisi eksikti, babam. Kendisi kostur kostur pesimizden gelmesine ragmen adamcagiza kapiyi acmadik. Arkadan ittirdik. Babamin acin kapiyi demesine annemin "sen once yarasayi cikar, biz kapiyi acariz" demesi bir oldu. Insafsizlik degil de nedir bu yaptigimiz diye de hala dusunuyorum.

Ancak evde olusmus bir baba olgusu var sanirim uzerimizde. O baba olgusu tamamen yaratilmis ve babaya buyuk bir sorumluluk yukleyen bir durum. Olusan bu algida da baba her zaman korur, kollar, isleri halleden insan . Guclu olmayan baba yoktur mesela. Her zaman dik durmasi, kuyrugunu indirmemesi gerekir.

Benim babam da onlardan. Arada gozleri de dolsa soylemez bir sey. Sesi kisilir gibi olur bazi konulardan konusulunca ama belli etmemeye calisir. Yarasalari cikarmak onun gorevidir. Ya da mutsuzsam beni mutlu etmek de onun gorevi.

Ayni baba bugun aksam yemeginde seneler once Berfunun 20 gun boyunca kendisine biber dolmasi yedirdigini gule gule anlatti mesela.
-Sabah, aksam biber dolmasi.. Biber dolmasi az mi kaldi mesela, Berfu hemen soruyor:
-"Baba biber dolmasi yapayim mi?"
-Yap kizim.
Ardindan ekliyor babam "ne diyeceksin.. kiz kucuk, bir biber dolmasi yapmayi biliyor. Ama onu da bir yapti... Kus uzumlu falan. Inanmazsin. Berfu bir gitti bitti uzumlu dolmalar."
Seneye geldigimde ayni balkonda ayni kahkaha esliginde oturup:
- Baba, hatirliyor musun gecen sene de burada oturduk... Bak bir sene daha gecmis kizlarin gelmis demek istiyorum.
Der miyim? Derim..
Baba baba diyince aklima su sozler geldi: "baba ben dervis miyem kürkümü giymis miyem." Eee hadi o zaman
Fatih Kisaparmak tan gelsin Odam Kirec Tutmuyor

31 Temmuz 2010

Ahtapot Kollarımın Sekizi de Dolu

Buraya şu anda yazabileceğim iki tip yazı mevcut ve ikisi de daha önceden Berf tarafından yazılmış şeyler.. Biri bu yazı diğeri de bu. Aynı durumda kalıp aynı hisleri yazmak isterken zaten yazılmış olan bir konuyu tekrar yazmanın bir anlamı yok aslında... Birazdan onun yaptığı şekilde anlatacağım mevzuyu.

Tezimi bitirdim. Akademik bir çalışma yapıyorsanız eğer karşınıza gelen ilk soru neden bu konuyu aldın oluyor? İkinci soru ise literatüre olan katkın nedir? Seçtiğim konu "winning hearts and minds" (kalpleri ve akılları kazanmak). Literatüre yok bir katkım.

Diyeceğim odur ki bıktım ben kalpmiş akılmış.. Ne kalp kaldı ne akıl bu süreçte... Her baktığım yazıda iki kelimeyi yanyana görünce rahatsızlanmaya başladım. Evet jüriyi geçtim. Evet zorluydu ve hayır geçtiğime nedense pek sevinmedim... Çünkü bir sürü kaygı ve huzursuzluk yaşıyorum bünyemde okurum...

Bu konuda çalışıp kendi hayatında ne kalpleri kazanmış ne de akıllara oynamış bir insan olarak hissediyorum kendimi. Ve şu anda bulunduğum yerde her gün uyandığımda bir gün daha geri sayıyorum. Kaldı 16 diyorum kendime.... 16 gün sonra bütün yaşadığım stres ve sıkıntı sanki gidecekmiş gibi.

Ama şu an için en büyük problemim sanırım uyku sorunu çekmem ve her güne ağlayarak başlamam... Berfu'nun Bay Uyku Bozukluğu ve Bayan Kaygı ile konuşması gibi:

Merhaba diyor Bay Rüya, her gece ve her gece... Amacım senin bilinçaltını ortaya çıkarmak. Korkuyor musun? Kork B. Amacım korkup uyanmanı sağlamak...

Yok diyorum korkmuyorum... Yalnız hissediyorum sadece. Hapsolmuş gibi bir his ama aynı zamanda da kendi seçtiğim bir his... Ama neden hep aynı tip rüyalarla karşıma çıkıyorsunuz Bay Rüya? Biraz huzur verseniz içime... Tamam desem bugün güzel uyandım, güzel rüyalarla...

Olmaz diyor Bay Rüya. Olmaaz B. Her gün bir sürü iş için koşturuyorsun. Bir de ben gidersem kiminle kalacaksın. En azından sana eşlik ediyorum. Takdir etmen lazım. Her gece rüyanda gördüklerin hissettiklerin B. Bunlar için ben bir şey yapamam. Ayrıca tezini bitirmiş olabilirsin ama farklı bir hayat seni bekliyor. Hem de taa nerede... Neredeydi gerçekten?

Konuşmasak şu farklı hayat konusunu. Sanki içime bir şeyler oturuyor Bay Rüya. Siz en iyisi ben hafifte olsa uyuyunca gelin, olmaz mı?

Tabii olur B. Yalnız ara lambasını bu sefer açmayı unutma. Seni senden iyi tanıyorum B. Her gece bir kaç saat yatakta kıvranıp en sonunda huzur bulamadığın için o lambayı açıyorsun... Yanında birisi olsun istiyorsun değil mi? Üzülme B. istemediğin rüyalarla ben her gece yanındayım zaten.

Peki Bay Rüya. Sizin kalbinizi kazanmış olmak ve beni bırakmayacağınızı bilmek hiç rahatlatıcı değil biliyorsunuz değil mi?

Biliyorum ve bu yüzden yanındayım. Sana katkıda bulunuyorum. Bu gece nasıl bir rüya istersin B? Yine aynı insanı karşına getireyim mi? Son dört aydır bunu yapıyorum ve belli bir yol kat ettik bence bu konuda. Seni nasıl üzsün bu sefer? Ya da kaybolduğunu, yolunu bulamadığını, eşyalarının çalındığı bir rüya mı istersin? Bunda da epey yol kat ettik.

Bilmem Bay Rüya. Siz bilirsiniz. Artık düşünemiyorum. İzninizle. Birazdan tekrar görüşürüz.

Görüşürüz B. Lamba'yı unutma.

Resim: Modern Kadınlar

11 Temmuz 2010

N'oluyor Olm Niye Yazılmıyor Bloga (diye kızarak kendime...)

Ne kadar da uzun zaman oldu yahu bir şeyler yazmayalı..
Gezdik tozduk, yazdık ettik derken yarım kaldı bir çok şey.. Bilmem neden öyle oldu... Sorma okurum sen de... Beklete beklete ancak gelebildim vallahi.

Tez beni benden aldı da denilebilir bu son 5 aylık süreçte... Tek yaptığım iş asistan odasından çıkıp pıtır pıtır kendi odama dönmek oldu sanıyorum. Arada içtim tabii.. Salı günü de pismillah diyerek hocanın odasına bırakacağım tezlerin şahını (Aslında teze olan inancım bir tezeğe olan inancım kadar kaldı ama olsun.)

Peki, bu arada neler oldu hemen onlara değineyim:

Kesinlikle kitap okuyacak vaktim olmadığı için sıkıldıkça kafam dağılır diye Lost'u bitirdim. Fringe adlı yeni bir diziyi arada izler oldum...Fringe biyolojik silahları yok efendim teknolojinin bokunun çıktığı bir dönemi anlattığı için de ilgimi çekti aslında... Tek bir dileğim daha olabilirdi o da konunun siyasi arenadaki yerini incelemeleri.. Bir dahaki sezona inşşallah diyoruz.

Bir ara terk edildim. Tam olarak ne zaman olduğunu bilmiyorum. Söylemeden çekti gitti. Kendisi ile tek bir cümle konuşmuyoruz ve konuşmayacağız da. Her gün görmek zorundayım tek derdim o. Bir de geriye sürekli yazdığım ve verilmeyecek mektuplar kaldı... Biraz kızgın, biraz kırgın, biraz geri gelmesini ister, biraz aşık... En çok da buruk ve hala yanımdaymış gibi hissettiğim bir his kaldı... Ve tabii gitti.. Kabul edemedim o kadar.

Gevur arkadaşım J. ülkesine geri döndü. Ona üzüldüm. Pakistanlı canım ciğerim Reza bir dünya kupası maçı sırasında Tavuk Biryani yaptı. Hapur hupur yumuldum. Pilav üstü tavuk len bu diye düşünebileceğim bir yemeğin pek de leziz olduğunu fark ettim. Tarifini aldım hemen ancak içinde milyon baharat olması ve de o baharatların doğru ayarlanması gerektiği hususu biraz içimi burktu. Bir de pirincin renklerinin farklı baharatlardan dolayı birbirinden farklı olması muazzamto bir şey arkadaş.

Bir başka ara-terk edildiğim ve her şeyi bıraktığım uzunca bir dönem- yemek yemeği fiilen bıraktım. Hiçbir zaman acıktığımı hissetmemem yakın dostlar tarafından sert bir müdahale ile engellendi. Önüme profiteroller pastalar konularak zorla yemek yedirildim. Berf'in geçen yaz Ankara'ya gelişini hatırladım o ara... İnsan yemeyince yemiyor n'apalım.

Neyse işte durum budur gülüm okur... Benim şimdi izninle tezime dönmem lazım... Bu ara takıldığım bir şarkı var bir de.. Kendisine gelsin.İncesaz.. Mazi kalbimde bir yaradır




16 Mayıs 2010

Bir yolculuk hikayesi: Suriye/ Palmira

Şam-Palmira:
Palmira'ya gidiş yolu ile dönüş yolu her nasıl oluyorsa farklı. Yani biz önünden geçtiğimiz sarı cami ya da bakkalı dönüş yolunda da görmek istedik ama olmadı. Kastık, başaramadık. Meğer adamlar yeni yol yapıyorlarmış. Suriye'liler biraz şakacı zaten. Turistin kaybolması için yoldaki tabelaları saniyesine değiştirebiliyorlar. Mesela araba ile giderken bir tabela Damascus (Şam) sağ derken hemen 1 dakika sonrasında Damascus düz gösterebilir. Ardından bir yol ayrımına gelirsiniz Damas sağ der. Eğer sağa girerseniz hatalısınız Damas diye bir köy vardır. İlk tabeladaki sağ işareti de tamamen turisti çileden çıkarmak adına yapılmıştır. Anlayacağınız üzere yanınızda bir izci arkadaş getirirseniz pek bir güzel olur.

Palmira, diğer adıyla Tadmur, Suriye'de çölün ortasında kurulmuş antik bir kenttir. 1. yüzyılda varlığı fark edilmiştir. İpek Yolu ticaretininde de Tadmurlular başarılıdır. (Bu arada İpek yolundan arta kalan yolu gördüm...Hatay Halep arasındaki yolda görebilirsiniz). Neyse Palmira Prensi'ni alçak yeğeni öldürünce prensin eşi Zennube (Zeynep) şehri yönetmeye başlar. Zennube isminden de anlaşılacağı gibi ticaretten anlayan, akıllı bir kadındır. Tadmur'u Roma İmparatorluğu bünyesinden çıkarır, Busra'yı kendine katar, üstüne Antakya'ya kadar ilerler... Gönlü boldur, aldıkça alır aldıkça alır...Tabii Roma İmparatoru olaya müdahale etmek üzere gelince de Zennube ve oğlu esir alınır. Kontrol Roma'lıara geri dönmüştür. İmparatorluk yıkıldıktan sonra ise bu ticaret kenti eski şanını bir daha koruyamayacaktır. Zaten şehir iki kez istilaya uğramıştır. Bizans döneminde sessiz bir şehir olarak kalmış ancak İslamiyet ile tekrar azıcık da olsa önem kazanmıştır. Halid bin Valid şehri ele geçirmiş ve ilk defa Müslümanlar şehre gelmiştir. Osmanlı ve Fransız yönetiminde de şehir bulunumuştur.

Bu kadar çok el değiştiren bir şehir olduğu için de her döneme ait kalıntılar mevcuttur. Bizans döneminde kilise yapılmıştır mesela ama yanı başında çok daha eski antik tiyatro bulunmaktadır... Her işgal eden kendinden bir şeyler katmış da denilebilir.

Son olarak UNESCO tarafından korunmakta olan kente gidilmesi caizdir der Stv'deki Ayna muhabirliğini bir kenera bırakırım artık.




(Palmira yolunda durduğumuz bir Bedevi Çadırı'nda aldığım ilk evlenme teklifinin bütün ömrüm boyunca bir lanet olarak üzerime yapışacağını henüz bilmiyordum.) Amcanın ne yaptığını tam olarak anlayamamakla birlikte başımı "bak bu da geleneksel Bedevi kıyafeti, giy giy" diyerek kapatması ben de bir kıllanma yaratmaya başlamıştı. Yanımdaki Polon kızı J.ye "kızım bir ayaklar var bu adamda" demem bir oldu. Ama geç kalmıştım çünkü Bedevi'm ellerimi tuttu, zorla gözlerinin içine baktırmaya çalıştı. Beni ise gülme krizi tuttu ve J.'ye dönüp çıkalım artık dedim. Ama J. kendini fotoğraflara verdiği için pek benimle ilgilenmedi. Bedevi'm bunun üzerine: "Take me as your husband and live with me in this tent" dedi. İşte gördüğünüz çadırı kastediyor. Arabada gelirken Bedevi çadırlarının özel bir malzemeden yapıldığını kışın soğuğu yazın ise sıcağı geçirmediğini okumuştum. Ama kafamdaki o kocaman sarık vari nesne, ve de bir çadırın içinde hayatımın ilk evlenme teklifini almış olmak beni germiş olacak ki ağzımdan tek bir kelime çıktı "no, no, no". Evet evlenme tekliflerini reddetmek aslında kolay işmiş. Hele bir de bıyıklı, koca göbekli, kafasında kefiye ile dolaşan bir Bedevi'den olunca işim daha da kolaydı. Çadırdan kendimi attığımda aklıma bir tek soru takılmıştı. Evlenseydim... Evet diyip kalsaydım ne olurdu. Bir kere tez konumu terör'den "Bedouin Life in Syria and its Complexities" yapar iki sene o adamla yaşardım. Alan çalışmasının dibine vurur güzel bir tez çıkartırdım. Tezin alt başlığını ise "From a Turkish Woman Perspective- The 5th Wife" yapabilirdim. Ama olmadı. Güzel hayatım ağır bastı. Hatta ağır falan da basmadı kaçtım direk adamın yanından.

Ve işte bütün hayatımı değiştiren olay, hayatımın ilk ve tek ciddi evlilik teklifi. Bu arada bir çok kadına aynı muhabbeti çekiyorlarmış. Haberiniz olsun. Evlenmeye karar verirseniz de ev, at, deve falan isteyin.

Bir sonraki yazı:




Busra ve Busra'dan Ürdün'e giden yol..
O sıcakta deri ceket giymiş bir taksi şoförü...
Suriye-Ürdün sınırında 5 madde ile kolay kaçakçılık...

11 Mayıs 2010

Bir yolculuk hikayesi: Suriye/ Şam



Aklımda oluşan "ne Şam'ın şekeri ne Arap'ın yüzü", "Şam'da kayısı" gibi atasözlerimizi yerinde gözlemleyebildiğim şehir...

Öncelikle Şam şekeri dediğimiz şeker gerçekten pek bir güzel... Şeker diyince aklımıza nane şekeri vari şeyler gelse de Şam'daki şeker daha çok baklava ayarında olan çeşit çeşit yapılan ve de az şerbetli bir tatlı... Annemin "kızım Şam şekeri getirmeyeceksen dönme" vari sözleri üzerine de parayı şeker'e yatırdım zira azıcık pahalı... Ee tabii o kadar para gidince de ne Şam'ın şekeri ne Arab'ın yüzü anasını satayım atasözümüzü kullanma yeri de buldum. Ancak bu Şam şekeri gerçekten güzel yahu.. Denemeden gelmeyin. Bu şekeri alabileceğiniz en ünlü yer ise Semiramis'tir. Buradan da didim.

Kayısı'ya gelecek olursak da evet gerçekten de Şam'da kayısı var balım okur. Adamların kapalıçarşı gibi yerleri var.. İçeride işte çay, bitki çayı, kuru nane, yok efendim abuk subuk, bilumum ismini bilmediğim ot, kurutulmuş meyveler ve bir de kayısı var.

Yemeği içmeyi bir yana bırakırsak Şam bence Halep kadar güzel bir yer değil. Daha kozmopolitan... Herkes işinde gücünde.. Bir insan bulamıyorsun, oturup sohbet edebilecek. Gerçi Sudi Arabistan'a Konya'dan hacı götüren otobüs şoförünü saymıyorum.

Bıdı bıdıyı bir yana bırakırsak Şam'da görülesi yerleri hemencecik aşağıya sıralıyorum, efendim:

(Külliye'ye 2 dakika uzaklıktaki hanın içinden)
  • Emevi Cami (içinde kilise de mevcut. Cami ve kilise iç içe)
  • Selahaddin Eyyubi'nin mezarı
  • Eshat Paşa Hanı
  • National Museum (ve içerideki kafede oturup çay-kahve takılmak)
  • Süleymaniye Külliyesi (Külliye'yi şu anda Türk Büyükelçiliği ve Suriye birlikte düzenlemektedir.) Külliye'nin içinde Abdülhamit'in sülalesinin mezarı var.. Yok efendim Abdülhamit'in torunu, halasının oğlu, dayısının bilmem nesi hepsi birlikte orada bulunuyorlar. Sanırım Türkiye'den sürülünce orada ölmüş ve gömülmüşler. Daha da önemlisi Vahdettin'in mezarı da burada bulunuyor. Şaşalı bir mezar bekleyenlere hayır değil diyebilirim. Bildiğin mezar. Ama o kadar çok Osmanlı zatını bir arada görünce insan bir garip oluyor. Külliye'nin içi yapım halinde olduğu için kapalı ancak Türküz falan derseniz girmeyi başarabilirsiniz. Mezarlar da içeride, kapalı bir alanda.. Bu kısmı da açtırmanız gerekecektir.
  • Citadel (eski şehir) e de gitmeyi unutmayın...
Bunlar dışında bilinmesi gereken en önemli nokta Şam'ın Halep'ten pahalı olması ve de turist mantığıyla herkesin kazıklama moduna girmesi... Bir poşuya 10 dolar isteyenlerle açılışı yaptım, en son 4 dolara aldım. Dikkat edin. Paranız bolsa, ne diyeyim verin veriştirin.

Yemek kısmına gelirsek eğer, akşam yemeği için gidilebilecek iki yer sunuyorum. Ancak bu iki yer de biraz lüks yerler. Hani bana kalkıp poşuyu 4 dolara almış ama maşallah midesine de ne düşkünmüş arkadaş demeyin sonra. Arkadaşlarım götürdüğü için bu iki yerdeki ücretleri bilmiyorum ancak tahminimce benim yediğim kadar yerseniz kişi başı 25-30 dolar gibi bir ücrete kalkarsınız.

İlk yerinizin adı Naranj.. Eskişehrin içinde, Rum-Ortodoks Patrikanesinin karşısında kalıyor. Üst kesimin gittiği bir mekan. Her şeyi yiyip içtikten sonra bir zini (sini ya da tepsi) şam şekeri getirip önüne koyuyorlar. O kadar baklavayı yiyecek yeriniz kalmıyor tabii. Burada ne yemeli:
  • Ana yemek: Babagannush: Fırında yapılıyor. Bulgur pilavının, ama baharatı ve de tadı daha farklı, içine bir dolu et ya da tavuk var. Ahanda yana fotoğrafını koydum... Tadı güzel, aldanma fotoğraf kötü...
  • Kıbbeh (içli köfte)
  • Bolo (naneli limonata)!!!! Benim gezideki favorim Bolo'ydu.. İnanılmaz güzel yapıyorlar.. Denemeden dönerseniz konuşmam.
  • Salata olarak Fettuş (en güzel salata da bu zaten
  • Aperatif olarak da etli humus ve de sucuk roll (bu da iyiydi)

İkinci yemek yeri ise şehri ayaklarınızın altına aldığınız, yandaki fotoğraftan anlayıverin bir zahmet gari, Ahla Talleh Restaurant- Kasseun'da. Buraya akşamüstü gittiğimiz için ağır yemekler yemedik. Patates kızartması ve bira favorim oldu.. Tam da yeriydi, süper gitti... Ayrıca restorana çıkarken geçtiğiniz uzun bir yol var, tırmanıyorsunuz tepeye.. Söylenene göre Beşar Esad'ın abisi bu yolu sevgililerin geceleri takılabileceği yer olarak ilan etmiş. Dönüş sırasında bir kaç araba da görmedik değil...

Şam'da otel fiyatları hakkında bir yorum yapamayacağım çünkü arkadaşımızda kaldık. Kendisi kocaman evini bize açtığı için de ayrı bir rahat ettik diyebilirim. Şam'da kaldığımız süre boyunca da onunla gezdik.

Şamda kalırken günübirlik gidip geldiğimiz Palmyra (Bir Bedeviden aldığım evlilik teklifi) ve Bosra (Sigara kaçakçısı taksi şoförü) ise bir sonraki yazıya artık... İyi gezmişim ama değil mi balım...

*İlk Fotoğraf: Vahdettin'in mezarı

17 Nisan 2010

Bir yolculuk hikayesi: Suriye/ Halep

(*Great Mosque of Aleppo)

Geçenlerde Orta Doğu keşfi içimde biraz daha arttı... Ve bunun üzerine dört arkadaş "niye Suriye'ye gitmiyoruz?" diye düşündük. Tez danışmanımı kafalayarak dokuz günlük bir yolculuğa çıktım. Ana amaç Halep, Şam, Palmyra, Ürdün, Petra ve de Beyrut'u görmekti. Yine de fazla plan yapmamaya karar verdik.

Ankara-Halep:
Ucuz ve zevkli bir tatil nasıl yapılabilir sorusunun cevabını uçak yerine otobüsle Halep'e gitmektir derim ey balım okur. Has Turizm ile Ankara'dan Hatay'a yaklaşık 10 saatte geçtik. (Bilet fiyatı 35 tl) Yolculuk keyifliydi, bir sürü sohbet döndü... Hatay'a vardığımız zaman yine Has'ın Halep'e olan dolmuşlarına binerek devam ettik. Ufak ve havasız bir dolmuş da olsa Cilvegözü sınır kapısına geldiğimiz zaman sonunda sınırı geçiyoruz diye düşünerek sevindik. Ancak sınırı geçmek maalesef o kadar da kolay olmadı.. Bunun en önemli nedeni ticari araçların çokluğu ve kelli felli amcaların sıraya girmeyerek kaynak yapmaları. Hafta sonu gitmemizin gazabı da denilebilir buna...

Halep:

(*Kale'nin içinden bir görüntü)

Halep'te Fındık-ül Siyah ya da diğer adı ile Tourism Hotel'de konakladık. Hemen meydanda olması ve de en üst kattan bir oda ayarlamış olmamız da keyfimizi yerine getirdi. Otelin iki kişilik odada kişi başı kalış fiyatı 35 dolar, biz tanıdık araya sokunca 25 dolar'a kaldık. İki günlük Halep gezisi sanırım dokuz günlük gezinin en güzel ve keyifli kısmıydı. Her yere yürüyerek gidebiliyor olmak da şehrin içine iyice girmemi sağladı.

Halep'te araba ile gittiğimiz tek yer gümüşçülerin, eski eşya satan dükkanların bulunduğu alandı. Kesinlikle gidilip görülmesi gereken bir yer olduğunu belirtmek isterim. Bunun dışında yaklaşık 4-5 saatinizi Halep Kalesini gezmeye ayırdık. Biz yok orada da bir yol var, yok burada mağara var diyerek yaklaşık 4 saatte bitiremedik kaleyi... Kaleden içeri girdiğim zaman Malkoçoğlu filmlerinin çekildiği yerler gözümde canlandı. Daha tarihi konuşmak gerekirse Haçlı Seferlerinin geçtiği bir kalede bulunmak ve yerdeki taşlara basıyor olmak beni fazlasıyla etkilemişti. Halep Kalesi'nin dış bölgesini çeviren hendek ise lise tarihinde öğrendiğim Osmanlı savaş stratejisinin gerçek olduğunu gösterdi...

Kale'nin yakınında bulunan Beroua (Beyrüya) adlı restorana gittiğimizde ise sanırım en keyif aldığım anları yaşadım... Karşınızda kalenin ışıkları, bir terasta oturmuş Halep'in değişik kebaplarının tadına bakıyorsunuz... Daha ne olsun... Ne mi yenmeli? Kesinlikle Kebab with Cherry Souce alınmalı.. Adana kebabı misket misket yap, vişne sosu dolu bir tabağa boca et, tabağın en alt kısmına ise ince hamurdan lavaş tarzı ekmek dilimle... Sonra Macuka adlı mantarlı biberli kebab da benim favorilerim arasındaydı. Toshka (sarımsaklı ekmek içinde et) yemezsen de nankör olursun dediler.. Ee ne yapalım yedik... Tabii ortaya bir Kürt salatası ya da değişik salata çeşitlerinden biri, ve de humus söylemezseniz Beyruya'nın sahipleri kızıyor, o da olmaz... Bu mekandaki tek sorun bir sürü meze, mükemmel et çeşitleri, güzel bir manzara olmasına rağmen içkinin olmaması arkadaş.. Oysa alacaksın orada rakını (Suriye rakısı da olur hiç mühim değil), Güzel bir Göz Attı Beni Bu Derin Sevdaya'yı söyleyeceksin. Olmadı, söyleyemedim.

(*Kaser Al Wali)

Ertesi gün bir önceki gecenin acısını manzarası olmayan ama yine Halep'in en pahalı (!) mekanlarından birinde bu sefer içkimle yaşadım. Gidilen mekanın adı Kaser Al Wali. Burası biraz kel alaka bir yerde maalesef ( Al Jdaideh diye geçiyor ismi. Sokağın adı ise sanırım Al Arbaaeen Lane. Yukarıda bahsettiğim gümüşçüler de bu alanda).

Diyorsunuz ki lüks mekanlara gidip yemekler yemişssin, para bok herhalde sende. Hayır efendim değil. Beyruya'da kişi başı 10-12 dolar arası bir para harcadık. Kaldı ki masa tıklım tıkış dolmuştu. Kaser al Wali biraz daha pahalı ama yine de Türkiye ile kıyaslayınca yiyecekler ucuz kalıyor. Yemekten sonra çay keyfi bile yaptık. Bu arada çay konusunda da herhangi bir yerde Mahmood ve Ahmed Tea'yi değişiklik olsun diye denemenizi öneririm.

Halepteki katedralleri, kiliseleri, camileri tek tek gezdik.. Her girdiğimiz kilisede bir ayin ile karşılaştık. Ortodoks kilisesi ile Musevi kilisesindeki ayinlerin ne kadar da farklı olduğuna şahit olduk...

Yandaki fotoğrafta ise artık yorgunluktan kendinden geçmekte olan vücudumu taze meyve suyu ile serinletiyorum. Kiliselerin yan yana ve çoğunlukta olduğu bu bölgede (haritadan bakarsanız hemen burası dersiniz emin olun) Turtles Burger isminde, Ermeni bir adamın oğlunun işlettiği bir mekan. St. George'un yakınlarında olması gerek. Ermeni Amca'nın ki kendisi Türkçe konuşuyor çatır çatır, "1915 olayları sırasında babam Halep'e taşınmış, ben de 1920 de doğmuşum" demesine şahit oldum. Siyasi korkutmalar ve söylemler gerçeklerden ne kadar da farklı aslında. Irak Kürt Bölgesinde yaşadığım aydınlanmaya benzer bir aydınlanmayı Ermeniler ile konuşunca da yaşamış olmak gezinin en güzel kısımlarından biriydi sanırım.

Ayrıca Halep insanı diğer gezdiğim yerlere kıyasla fazlasıyla cana yakındı. Türk olmamız Ermeni mahallesinde sorun yaratmadı. Hatta başka bir Ermeni Amca (Emille) bizimle tren garına gelip Şam biletlerimizi aldı. Gece 12'deki en ucuz trene binmemiz (1 dolar) ise Kayserili olup olmadığımızı kendimize sorgulattı. Gece yolculuğunu trende yapmak da bizi bir gecelik hostel parasından kurtarmıştı. Ancak eşyalara birisinin göz kulak olması gerekiyordu ve beni de uyku tutmadığından gönüllü oldum. Bir ara tren durduğunda aşağı inip sigaramı yaktım. Kompartıman görevlisi yanıma yaklaştı, çay içmek ister misin diye sordu Arapça.. İsterim, istemem mi, saatlerdir trendeyiz tın tın gidiyoruz. Aldı beni yemek salonuna oturttu, çayımı doldurdu. Halep-Sirkeci arasındaki ray hattında çalışmış bir süre. 47 saat sürüyormuş tren ile... Onları anlattı. Eşim olup olmadığını sordu, sevgilim olup olmadığını sordu.. Arapların tipik sorusu evli olup olmadığınız üzerine zaten.. Çayımı içtim.. Bizimkilerin yanına geri döndüm ve uykuya daldım. Artık Şam'a gelmiştik.

11 Mart 2010

Burada Glossa Lasso, Evahalipisi'ne Merhaba Der

Efendim, yazılarımın durup duracağı yeni bloğuma, ilk göz ağrım Evahalipisi'nin elini bir öptürmek istedim.

Glossa Lasso.
Git teyzenin bir elini öp yavrum, yabani olma.

Aslında adı, bilinmeyen/uyduruk bir dilde şarkı söylemek manasına gelen Glossolalia olacaktı ama o Blogger'da sahibini bulmuş. O an düştüğüm "o kadar da beğenmiştim, şimdi ne koyacağık ya adını" boşluğuyla, şurada gördüğüm Glossa Lasso kelimelerini uygun gördüm. Glossa "dil" Lasso ile "konuşmak" anlamına geliyor.

Bir nevi müşterek blog olacak burası. Yazar olarak katılmak isteyen olursa -benim editörlüğümü kabul ederek- çok hoş karşılanacak, kendisine şarap ikram edilecek.

Yeni başlangıçlar candır, böyle gerekir arada işte. Ne zamandır yazmadı bu Deniz de be, tembel mi ne diye düşündüyseniz, böyle bir bahane sunabilirim; tembellik de var tabi, ehe. Bir lütufta bulunarak ziyaret edecek, takip edecek va hatta sevip de paylaşacak herkese şimdiden bol teşekkür ederim.

26 Şubat 2010

Orada Uzaklarda: Haminneme Mektuplar


Söyleniyor gibi olacağım ama söyleneceğim işte... Uzun süre bekleyip Berf'in bloguna giriyorum bazı sabahları... Bir kaç yazı birikmiş oluyor, seviniyorum önce... Müzik var mı müzik, diye gözüm arıyor.. Sonra başlıyorum okumaya. Sonra başlıyorum ağlamaya. (Salağım ben sevgili okur.. İnsan güzel başlayabilecek bir sabahını bu şekilde mahvedebilir...) Ve bu durumlarda acı çekmenin ya da üzülmenin hafif hazzı oluyor bünyemde.

Bugün de Reha Muhtar haberlerini dinliyormuş gibi onun blogunu açınca (kaldı ki Berf aslında hop hop zıp zıp, eğleniyor muyuz okurum şeklinde yazan bir insan. Bir bana anasını sattığımın cilvesi) hüzünlendim işte. Gözümden yaşlar süzülmeye başladı... Aklıma bir yazısında anlattığı odası/ odam/ odamız/ annemin oturma odası geldi...

Sonra düşündüm:

Özledim ben Berf'i...
  • Gülmemizi özledim... Akşamları karşılıklı sigara yakıp elimize kahvelerimizi almamızı...
  • Nasıl geçti günün bıdık demesini...
  • Eve geç gittiğimde, apartmanın kapısındayken kafayı yukarıya çevirip ışık yanıyor mu diye bakmayı...
  • İnsanların siz kardeş misiniz, yok artık demesini.. Ve benim bundan aldığım güzel hazzı...
  • Haftasonu olduğunda Mango'ya doğru bir yürüsek mi, diye düşünmemizi...
  • Gece oldu mu karnımızın acıkması ile günü kurtaran zeytin, domates, peynir üçlüsünü ama özellikle zeytini...
  • Onun eve şaraplar almasını...
  • Uyuyamadığım zaman yanına sokulmayı...
  • Hık hık diye ağlarken bir anda beni güldürebilmesini...
  • Ona evin içinde "halay çeken mikropların dansını" yapmayı...
  • Haminnem adı altında başlattığım saçma öyküyü çamaşırları asarken ona anlatmayı... (Bkz. Haminnem ve ben bir günün sonunda yine çamaşır asıyorduk...)
  • Haftasonu gazete, kahvaltı, çay, sohbet...
  • Sülaleyi çekiştirmeyi...
  • İşten geldiğinde beni hep aynı masada ve aynı konumda çalışırken bulmasını ve buna söylenmesini...
  • Evin aşağısındaki kazıkçı bakkalı çekiştirmeyi...
  • Kapıcımız Hasan Abi'ye her zaman güler yüzlü olmasını ve halini hatırını sormasını..
  • Nadir de olsa sabah işe gitmeden önce pfff diyerek odama girmesini, olmuyor olmuyor saçım demesini... Saçına dağınık topuz yapmayı...
Ve daha sayamadığım bir çok şeyi...

İleride Mozart'ın Konstanze'ye yazdığı mektuplar kadar değerli olamayacak bu yazıyı da bitirirdikten sonra Ankara'nın hafif soğuk, rüzgarlı havasına karışacağım... Haminnem'in bu şehirden gitmiş olduğuna sevinecek, belki bir 4-5 sene sonra İzmir'de diye düşüneceğim...

17 Şubat 2010

Ballantine's with Valentine's

Yok efendim sevgililer günüymüş...
Kime ne? Ne zaman kutlamışız ki şimdi kutlayacağız.. Zaten kafam olmuş bi tirilyon..
Yanıma almışım Ballantines'ımı :) Viskiyi sevmeyen bir insan olarak b/v/alentines ı nasıl aldığımı anlatayım isterseniz:

Şimdi efendim son zamanlarda bir hatunla takılıyorum. Çok tatlı bir İstanbullu kendisi. Geçen hafta şehre inelim hadi dedik... Kendisinde çantaya atmalık Macar likörü vardı.. Biz serviste likörü indirdik tabi... Kaldı mı sana hiçbir şey.. Ertesi gün gidip Ballantines almış kendisi. Hem de o gün olsun mu sana 14 Şubat? Olsun... Mesaj geldi şahsıma... Sonunda hepi valentin, viski aldım birlikte bitireceğiz dedi... Oh bee birisi de valentinimi kutladı diye sevindim...

Bugün ise dayanamayıp ben de aldım aynısından... İki gün gecikmeli....

Peki Valentine ile Ballantines'in uyuşması nerede geliyor onu söyleyeyim... Baktım ses seda yok benim yarimden 15 Şubatta bastım evini... Baskın basanındır dedim (aslında ben demedim o dedi bu lafı)... Zaten küsmüşüz, aralar açık... Telefonlarıma cevap vermiyo paşa... Küsmemişiz de sonradan anladım.. Neyse kedi gibi gecenin birinde kapısına dayandım... Şu an düşünüyorum da yanımda Ballentines olmalıydı... Ah İstanbullu niye akıl edemedik bunu?

Neyse (sarhoşum biraz kusura bakmayın, abuk subuk bir yazıysa) kapıda kaldım mı? Aradım tekrar... Açan olmadı.... İçeriden öksürdüğünü duydum... Özlemişim yahu öksürmesini. Olabilir mi böyle bir şey? Oluyor efendim... Salak mısın demeyin? Neyse gittim oturdum merdivene... Bekledim bir süre.. Telefon son 5 gündür açılmıyor... Kapıya gelmişim hala açan yok! Yazık değil mi bana? Yazık ulen okurum.... Hani o kadar okuyorsun beni, azıcık hak ver lütfen...

Oturdum merdivene.. Ağladım ağlayacağım.. Son üç gün rezil olmuş... Tezle ilgili okumalarda bir bakıyorum ki adam aklımda ve 10 sayfa okumuşum sözde. Mesaj attım: kapıdayım, lütfen açar mısın? Konuşmak istiyorum artık diye... Onca gün cevap vermemiş kendisi.. Umutsuzum tabii ben. Bir dakika sonra açtı kapıyı...

Heyyyoo mu dedin? Ben mi öyle duydum, beni düşünen okur seni... Evet açtı... N'apıyosun orada dedi? Oturuyorum dedim. Çatlak mısın dedi? Evet dedim. Gel içeri dedi. Kedi gibi girdim... Gecenin biri tabii... Yüzümü yıkayacağım geliyorum dediği anda ben mesajımda 5 dakika konuşacağım sadece dememi düşündüm. Ayakkabıları çıkarırken de "ulen 5 dakikada ne derdimi anlatacağım şimdi" diye içlendim. İçeri geçtim... Her şey yerli yerinde.. Kadın kokusu yok evde (ya beni adam yan masadan aldatsa ruhum duymaz bu arada. O kadar da kıskanç olmayan bir kişiliğim var).

Konuştuk... Hallettik gibi oldu.. Uyuyacağım dedi. İyi ben gideyim dedim. Yok kal bu gece. Sabah beni uyandır hatta olmaz mı dedi? Ballı börek olur diyecektim diyemedim. Kaldım... Gece Rus mafyasıyla ilgili bir filmi izlerken kanepede sızdım... Sabah uyandığımda saat tam istediği saatti. Gittim odaya... Sen kanepede mi yattın dedi? Uyuyakalmışım diye cevap verdim...İşe geç kalıyordum koştur koştur sabahın 8'inde taksi ile odaya geçtim..

Neyse efendim... Valentines with Ballantines oldu mu? Oldu...
Bir de sanırım iyi bir dost kazandım....

Bana ne mi bundan diyorsun? Lütfen, deme.. Dur bir yudum İskoç viskisi iç, isli ve malt olsun..
Hak verdin di mi bana? Yerim seni okur...

P.S. Hafif çakırkeyif yazılmış bir yazı oldu bu geceki...Bakmayın kusuruma...
İlla bir kitap okumak istiyorum derseniz Pascal adlı Hristiyan gevurun kitaplarını öneririm... Her şeyi nasıl din ve kalp ile bağdaştırıyor bilemezsiniz...

16 Şubat 2010

Değişmeyen Tek Şey


“…Birbirimizi yeniden görene değin aradan çok uzun zaman geçebilir. Ama Alaska’dan tek parça dönebilirsem, benden haber alacağına emin olabilirsin. Sana önerdiğim şeyi tekrarlamak istiyorum; yaşam tarzında köklü bir değişiklik yapmalı, daha önce hiç duymadığın ya da yapmakta kararsız kaldığın türden şeylerin tamamını yapmaya başlamalısın. Çoğu insan onları mutsuz eden koşullarda yaşıyor ve gene de bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyorlar. Çünkü güvenli, rahat, rutin bir hayata koşullanmış durumdalar. Tüm bunlar huzur veriyor gibi görünse de insanın içindeki maceracı ruh için kesin olarak belirlenmiş bir gelecekten daha yıkıcı bir şey düşünemiyorum. İnsanın yaşama arzusunun özünde macera tutkusu yer alır. Yaşamın keyfi yeni deneyimlerde yatar, bu yüzden sürekli değişen bir ufuktan daha büyük keyif olamaz.”


diyor* Alexander Supertramp.

(...)
Mekan tutmak ve her akşam aynı ufukta
Güneşin batışını seyretmek ölümdür biraz
Ölümdür biraz hep aynı yatakta
Aynı kadınla sevişerek sabaha varmak
Kitapları hep aynı raflara sıralamak
Aynı eşyayı kullanmak eskimektir biraz
Soluk soluğa yaşamalı insan
Her sabah yeni bir şeyler görebilmeli
Ve cehenneme dönse de bir ömür
Mutlaka bir şeyler değişmeli her/gün
(...)


diyor** Ahmet Telli.

Hayır yani, ben söyleyeyim de sonradan demedi demeyin.

* Tam istediğim yeri alıntılayan buradan alıntıladım. Film Into the Wild.
** Soluk Soluğa I

3 Şubat 2010

Halımı Duygulamaya Verdim

Özgün işler her zaman candır. Hele ki bir de bir takım kafası güzel insan tarafından yapılıp da surreal humour tadında olunca izleyicisine unutulmaz anlar yaşatır. Son yıllarda bunun gerçek hayattaki en güzel yansıması bence Duygusal Halı Yıkamacılarıdır efendim. Fakat asıl dumur, gerçek olmasında değil, gayet ciddi olmasında imiş, ben dün bunu gördüm.

Birkaç sene önce posta kutumuzda hemen aşağıdaki flyer'ı gördük:


Durumun ve yaşattığı dumurun daha iyi anlaşılabilmesi için içeriği yazayım:

Son dizeyi gümüş tepside müşteriliği severek yaşayan dünyadaki tüm müşterilere
ve insanlarını hayvanlarını ve bitkilerini severek sonsuza dek mutlulukla
yaşayacağımız insanlığa hizmetin bir parçası olmak için hizmet ediyorum
O halde varım diyerek varolmak isteyen Asyalı, Avrupalı, Amerikalı, Afrikalı
tüm hizmet gönüllü kahramanlarımıza saygı sanatımızla sunuyoruz:

TANRIM, SENİ DUYGULUYORUM

Liderlik, uzmanlık ve tescilli markamızla
ve söğüt dalıyla sembolleştirdiğimiz toplam kalite yönetimimizle
ve erdemli ruhun izinde uçarken bestelediğimiz
Nerede lekeler, nerede kirler. Sevimli değilsiniz.
Halılar seviyoruz biz sizi diye huşuyla söylediğimiz sevgi marşımızla
Evrende eğiliyoruz canlıların ve cansızların önünde
Yaşasın tüm dünyanın halı yıkayıcıları
yaşasın dünyanın en duygusal halı yıkayıcıları
Yaşasın parlayan aşk
İlk tepkinin herkeste benzer olduğuna eminim: "Bu ne lan böyle? Ehi ehi ehi"

Açıkçası ben uzun zamandır bunun oldukça özgün bir Viral Marketing kampanyası olduğuna emindim. İşinin ehli bir ajans tarafından, isimden içeriğe, fotoğraflardan baskı kalitesine kadar ince ince düşünülmüş; absurdism, kitsch, bahsettiğim surreal humour filan gibi kavramları yemiş yutmuş bir grup süpermen tarafından ortaya konduğunu, işin aslının ileride çıkacağını zannetmiştim. Duygusal Halı Yıkayıcıları bu konuda ne kadar elitist bir yaklaşımım olduğunu yüzüme vurarak beni utandırdı. Lafta hep her şeyin kaynağında halk vardır, elit takım halkın oluşturduğu kavramları isimlendirir, çerçeveler, devamını sağlar filan desem de demek ki derinden derimin altına işlemiş böyle şeyler. Gerçi kendime haksızlık etmeyeyim, olaya basitçe reklamcı bakış açısından da yaklaşmış olabilirim.

Neyse efendim, ne diyordum. Bu tarz flyerlar bir süre gelmeye devam etti, her defasında daha da taze bir -mizah amacı gütmeyen- mizah duygusuyla!

Yeni İnsanlar
Duygusal halı Yıkayıcılar
Dünyanın En Duygusal Halı Yıkayıcıları
İş bayramı: 26 Ağustos 1998 - Saat 05:30

EY YÜCE JAPON İMPARATORU
SEVGİMİZİ KABUL ET
HALKINIZI SEVİYORUZ

Taşkın Yüksek - Metin Yüksek - Serkan (?) Yüksek

Sofort olan firmamızın adı, yerli malı kültür kullandığımız için Türk diline saygı gereği Duygusal olarak değiştirilmiştir. İş Bayramı, iş adamımız Özdemir Sabancı'nın anısınadır.

Ne Süpermen Ne Örümcek Adam Ne Yarasa Adam
Tek Güç O..!
SEVEN ADAM
Gelen insanlar - Duygusal Halı Yıkayıcılar

Dünyanın tek terbiyesiz halı yıkayıcıları
Dünyanın tüm terbiyesiz insanları
etrafımızda birleşin..!

Korku Bayramı: 26 Ağustos 1998 Saat 05:30
GELEN İNSANLAR tabirimiz MEVLANA'nın anısınadır.
Adres: Ege Mah. 232. Sok. No:2 Natoyolu/ ANKARA
Tel: 390 29 61 - 0 532 671 05 21
www.duygusalhaliyikama.com
İSTANBULLU KIZ
Semadayım şimdi
Sen gittin İstanbula
Yalnız değilim
Acılar Klübündeki arkadaşlarla burada
Reklamlarımızın Kamuoyundaki Şifaları
TDK Onur Ödülü, Show Tv Ana Haber, Flaş Tv Ana Haber, Kanal A Ana Haber, Polis Brifingi, Vatan Gazetesi, Ankara Magazine Dergisi, Hayvan Dergisi, Komikaze, Ekşi Sözlük, Bilgisayar Dergisi Cip, Selahatin Duman'ın Köşe Yazısı, Gazi, Ankara, ODTÜ, Hacettepe Üniversiteleri vs.
Yahu, yazarken yine çok güldüm. Ama öyle müstehzi filan değil, baya takdir ederek. Hani, saçmalık, yalan, kötülük gibi şeylerin bir üst sınırı vardır; o sınırın da üzerine çıkanlar için "kaliteli" denir ya -kaliteli kazık gibi- öyle bir takdir. Tamam, dünya vatandaşısın, evrensel ruhu sevgiyle uyandırmaya çalışıyorsun filan da, neden Japon İmparatoru mesela? Mevlana'nın çağrısını "Gelen İnsanlar" olarak adlandırıp, olaya bir de ne olursa olsun gelenler tarafından bakmak nasıl güzel bir kafanın eseridir? İşte o güzel kafaları ben dün akşam gördüm.

Haftasonu Ankara'ya uğrayan annemin önerisiyle, İstanbul'a taşınan Yiğit'in odasındaki halıyı yıkatmaya karar vermiştim. Uzunca zamandır adlarını duymadığım halde aklıma ilk gelen halı yıkayıcıları bu duygusal arkadaşlar oldu. Yine de duygusallıkla halı temizlenmiyor, bakalım işlerini iyi yapıyorlar mı diyerek internette biraz araştırma yaptım. Malum, insan Google'da neyi bulmak isterse onu buluyor aslında. Ben de, adamları görmeyi çok istediğim için, işlerini iyi yaptıklarına dair birkaç yazı buldum. Hemen telefonla aradım. Açan kişiyle gayet olağan bir ticari diyaloğa girdik, ta ki ben "ama fiyat araştırması yaptım, siz diğer firmalara göre 0.50 lira daha pahalısınız, indirim yapın" deyinceye kadar. "Ben ilacını bol koyuyorum" dedikten sonra "ayrıca biz sevgiyle, duyguyla yıkıyoruz halıları, kırmadan. Bizim firmamız ODTÜ'de, Gazi'de tez konusu oldu, derslere seminerle çağırdılar bizi" dedi. Hah dedim, şimdi oldu.

Akşam 7 gibi solda görüdüğünüz iki kişi halımı almaya geldiler. Ama, aynı anda sürpriz ziyarete gelen Erkut ve Fatih'le birlikte biraz karambol yaşandı. Neyse, çocukları içeri alırken Duygusal kardeşlere halımı verdim. Az biraz muhabbet edip bunların pazarlama profesyonelleri mi yoksa harbiden işlenmemiş hayal gücü sahipleri mi olduğunu görmek istediğimden broşürlerini çok sevdiğimden, ne kadar orijinal çalışmalar olduğundan bahsettim.

Sağdaki arkadaş, önce sitelerine girip girmediğimi, hangi broşürü daha çok sevdiğimi, sonra Fatih'le Erkut'a hangi bölümden mezun olduklarını sordu. Endüstri Mühendisliği cevabını alınca "hah, bizim işimiz de mühendislik gibi, tasarım gibi aslında. İçinde sevgi olmadan, duygu olmadan yapılamayacak bir iş. Biz bu yüzden olaya bu şekilde yaklaştık, sonuçta insanların asıl ihtiyacı olan bu" dedi heyecanla.

Ben Japon İmparatoru ile ilgili olan broşürlerini özellikle çok sevdiğimi söyleyince Duygusal Halı Yıkama'nın asıl yüzü olan soldaki adam devreye girdi: "Aslında yazdığımız, yayınladığımız her şeyin daha derin bir anlamı var. İnsanlar bunları gördüklerinde farklı farklı yorumluyorlar. O da güzel. Ama tüm o çalışmalarla bizim demek istediğimiz bir şey var, o da anlaşılsın" dedi. İkisi de konuşurken, dertlerini anlatırken o kadar heyecanlı ve içtendiler ki, tüm bu işleri son derece ciddi ve hayati bir yaklaşımla yaptıklarına bu kez gerçekten inandım.

Şimdi, birkaç gün sonra gelecek halılarımı bekliyorum. Eğer iyi iş çıkarmamışlarsa onlara karşı bu sempatim ışık hızıyla kaybolacaktır kesin; hatta "bunlara bu kadar emek harcayacağınıza işinizi iyi yapın be" bile diyebilirim. Sonuçta tüm bu olayın ortasında yıkanması gereken bir halı var öyle değil mi?

Burada bu kadar bahsedebildim ancak, duygusal kardeşlerin sitelerinden diğer çalışmalarına da mutlaka göz atmanızı tavsiye ederim. Belgeler kısmındaki belgelerin adlarını sıralayarak, yine 'helal olsun'lu bir gülümsemeyle bitireyim yazımı:

Duygusal Müşteri Belgesi, Ey Yüce Japon İmparatoru, Müşteri Şarkısı, Seni Duyguluyorum, Beyin Kullanma Kılavuzu, Ruh Üreten Şirket, Müşteri Çağı, Müşteri Ahlakı Belgesi, Mor Müşteri Belgesi, Müşterinin Yeni Adı 'İşletme Sever', Duygusal Müşteri Fıkraları.

Son olarak ekleyeyim; Müşteri Şiddetine Son, Satıcıya Saygı, Müşteri Müzayedesi gibi çalışmalarıyla Müşteri Odaklılık'ın yanlış kullanımlarına karşı bir tavır geliştirmişler, bu da enteresan bir nokta.

25 Ocak 2010

Eski Yunan'dan Bir Kaç Kitap

Ankara çok soğuk... Hala kar yağmadı gitti.. Gerçi yağmasını da istemiyorum.. Her yer çamur olacak sonrasında. İki günü odamda geçirerek hastalandım desem inanır mısınız? Ben böyleyim işte, odadan çıkmayınca hastalanıyorum. Öğleden sonraya doktora yeterlilik sınavının gözetmeni olmasaydım daha da çıkmazdım...

Aslında söyleyecek çok lafım var ve hiç lafım yok... Balmorhea adlı bir grubu keşfettim, kahve eşliğinde onları dinliyorum. Önümde The Classical World adlı kitap açık duruyor. Makedon kralı Philip'in oğlu Alexander the Great (Büyük İskender)miş mesela. Ve Alexander'ın hocası Eski Yunan filozofu Aristoteles'miş. Kitabımızın yazarı Layne ise bu konuda güzel bir söz söylemiş:

....[Aristoteles]the most wide-ranging mind teaching the world's greatest conqueror-to-be.
Eski Yunan tarihi ve epikleri de çok ilgi çekici aslında. Geçen gün okuduğum Homer(os) ile ilgili olan bir kitapta da Homer'in kahramanlarının hiçbir zaman düşünmediklerine ve bilinçsiz bir şekilde hareket ettiklerine değiniyordu. Herakles'in o kadar güçlü bir şekilde yakıp yıkmasının nedeni de düşünmemesiydi sanırım.

Oysa ki biz insanoğlu hiçbir epikten çıkmadığımız için düşünüyoruz. Düşünmeden yakıp yıkmak mı daha doğrudur bilemedim şimdi...

Elimde olan ve henüz incelemediğim bir diğer kitap/oyun ise Aristophanes'in Lysistrata'sı. Sizin için google books'ta buldum efendim. Ama bu tip oyunları internet ortamından okumanızı tavsiye etmem... Bana sorarsanız işin eğlencesi yavaş yavaş ve her cümleyi sindirerek okumaktır. Kitabı incelemediğimi söylesem de yalandı, kabul ediyorum. Azıcık ucundan baktım geçenlerde. Ve hafif erotizm içerikli yazılar olduğunu gördüm, ancak ne kadar doğrudur bilemiyorum. Oyunun üzerine bir araştırma yaparsanız da Lysistrata'da kadının rolü/ kadının önemi gibi yazılarla karşılaşabilirsiniz. Şimdilik tesadüfen bulduğum bir kısım ile yetinin:

What'll I do? No one to screw!
I've lost the sexiest girl I knew.
My cock is an orphan,
it couldn't be worse.
I've just have to get him
a practical nurse.

16 Ocak 2010

Nasıl Acı Çekilmez?

Yaklaşık dört beş aydan beri, belki de daha fazla süredir, nasıl içime dönebilirim, özü yakaladığım zaman nasıl bir hayat yaşamam gerekir diye düşünüyorum? Hatta bunu Berfu ile bir kaç kez konuşmuşluğumuz bile var...
İnsanların yaptıklarına ve kendi yaptıklarımıza üzülmeme noktası nasıl sağlanabilir? Fiziksel acıyı bir şekilde atlatabiliyor insan ama duygusal ya da vicdani acıyı atlatmak çok uzun zaman alıyor. Bütün bu arayışlar sırasında, Budizm'e olan yatkınlığımla, google'da ve Ted Talks'ta araştırmalar yapmıştım.

Mesela Ted Talks'taki Habits on Happiness adlı konuşmanın ilk 10 dakikası tamamen benim arayışımı anlatıyordu. Nasıl mutlu olabilirdim? Mutluluk önemli miydi? Haz ne zaman vardı, ya da haz neydi? Acı çekmek doğada var mıydı?

Doğa'da olan bir olaydan arınmanız çok zordu. Matthieu Ricard bu konuda "hiç kimse sabah kalkıp da bugün acı çekecek miyim?" diye düşünmez diyor. Evet, genelde ben de düşünmüyorum. Ama canınızın gerçekten sıkkın olduğu ve bir türlü içinizden atamadığınız, atlatamadığınız bir durum varsa, o zaman güne hiç sorgulamadan kötü başlayabiliyorsunuz. Ricard'a göre ne hayal ediyorsak o bizim mutluluğumuzla ilgilidir. Ve Doğu ile Batı arasında mutluluğun tanımları farklıdır... Bazılarına göre mutluluk muhafazakar bir duruşla geçmişteki Altın Çağı temsil ederken diğerleri için mutluluk geleceği ve bazıları için ise şimdiki zamanı temsil edebiliyor.

Bundan aylar önce dinlediğim Ricard'ın konuşması somut bir şekilde "nasıl içe dönmeliyim?" sorusunu kavrayabilmemi sağlaMAmıştı. Ta ki, çok akıllı ve başarılı bir arkadaşım olan Esra'nın yeni blogundaki şu yazıyı görene kadar... Esra kısa bir şekilde, kendi çıkarımlarıyla bir makaleyi özetlemiş. Makalenin aslı için buraya bakabilirsiniz. The Zen of Eating adlı yazı "yeme alışkanlığından" yola çıkarak Budda'nın hayat felsefesine giriyor... Daha da öteye gidip herkesin kendi kendine soracağı sorulara cevaplar veriyor.

Benim aylardan beri kendime sorduğum soru: Nasıl üzülmeyi engelleyebilirim? Nasıl mutlu olabilirim? Ve nasıl kendimi tanıyabilirim'di.

Bütün bu sorulara yanıt olarak Ricard'ın videosuyla birlikte bir çok sonuca ulaştım. Bunlardan belki de ilk ve en önemlisi:
  • İnsanlar her zaman ve her koşulda mutlu olmayı isterler, ancak sürekli bir mutluluk yoktur. Bu yüzden de uçlarda hareket etmemek gerekir. Çünkü uçlarda dolaşırsanız batarsınız. Buddha'ya göre en iyi yol "Middle Path" diye tabir ettiği yoldur. Ve bu yoldaki ana amaç şimdiki zamanı, o anı yaşamaktır.
Bu sabah kalktığımda aklımda iki gün öncesinden olan bir kaç olay mevcuttu. Kafada kurmayı, üzerine düşünmeyi ve hatta insanların ağzından konuşmayı çok seven bir insanım. Ve gene karşımdaki insanların ağzından konuşmaya başladım... (Eğer yaşadığınız olaylar trajikse, neden böyle oldu, nerede hata yaptım gibi sorgulamalar bu konunun içine giriyor.) Fark ettim ki farklı bir zaman diliminde gidip geliyorum. Kendimi durdurdum ve bu ana dön, n'apıyorsun? Geçmişi ya da olabilecekleri bırak... Geçmiş de gelecek de aslında iki uçta duruyordu... Mutsuzluğu engellemek için bulunduğunuz anı fark edin!!! Tadını çıkartın demiyorum, fark edin!!

  • Buddha'ya göre "tadını çıkartmak" da bir şekilde uç'a gitmektir. Ona göre haz/zevk nasıl bir uçtaysa acı çekmek de diğer uçta duruyor, anladığım kadarıyla ve makalede diyor ki:
Unlike you and me, the Buddha did not bounce back and forth between the 
extremes of indulgence (overeating)and deprivation (restricted eating). 
He realized that either extreme was a painful and unproductive path. 
Yes, he did have some glorious moments, but they didn't completely dispel 
his desire for lasting peace and security. You've probably had your share of 
blissful moments too (great food, great sex, vacations, etc.). 
But when it's over, it's over, and you find that the same old empty feeling 
is still there.

Makaleye göre Buddha kendisini bütün bu acıdan ya da hazdan sadece olayları gözlemleyerek ve

hiçbir şekilde müdahale etmeyerek kurtulmuş. Amerika'nın ikincidünya savaşı öncesi izolasyon

politikasına çok benzettim ben bu olayı. Kendi içinize dönün ve acı çekmek ya da zevk almak

istediğiniz zaman durup kendinizi izleyin... O gelen acının nasıl ve kim tarafından geldiğine bakın...

Sessiz olun ve konuşmayın... İç huzuru yakalayın...

Ne bileyim, yapın işte bir şeyler.. Verdiğim linkleri okuyarak başlayın isterseniz.


P.S. Bu yazıda bile bile bir bütünlük sağlamak istemiyorum. Yazı karakterlerini de bile bile

bozdum... Belki de ilk defa böyle bir şey yapıyorum. Düzgünlük konusundaki hassasiyetimi

yenme çabaları diyebiliriz buna.

P.S. #2: Uzun zamandır yazmıyordum, affola!

12 Ocak 2010

Günün Okuması ve Çağrısı #4 - Katili Tanıyoruz Adalet İstiyoruz

19 Ocak'ta üçüncü öldürülme yıldönümü olacak Hrant Dink'in. Bu nedenle bir anımsatma yazısı yazmayı düşünüyordum zaten. Ama bunun yerine, Hrant'ın Arkadaşları'nın Hrant için Adalet için sitesinde yaptıkları, her bir kelimesini yine içim yanarak okuduğum çağrı metni, burada hem çağrı hem de günün okuması olarak dursun istedim. Adaletin, kardeşliğin hüküm sürdüğü, onurlu bir hayat istiyorsak bu sesi duyurmalı, bu hayatı isteyenlerle bir arada olmalıyız. Lamı cimi yok.


19 OCAK'TA HRANT İÇİN ADALET İÇİN

Hrant Dink katledileli üç yıl oldu ve onu öldürtenler hâlâ elini kolunu sallayarak dolaşıyor.

Ayak işlerini gördürdükleri üç-beş adamı mahkemenin önüne attılar. Görevlilerinin doğru dürüst soruşturulmasını önlemek için devlet valisiyle, komutanıyla, siyasetçisiyle, yargıcı ve savcısıyla seferber oldu. Attıkları manşetlerle cinayete zemin hazırlayanlar, pişman olacakları yerde pişkin pişkin görevlerini sürdürdü. Cinayete yol açan veya göz yumanlar, katilleri yetiştiren, onlara resmî görevler verenler, katili bayrağın önüne koyup kahramanlık görüntüleri çeken ve dağıtanlar... Hepsi korundu, kollandı ve hepsi hâlâ devlet görevlisi.

Hrant için adaleti çok gören devlet onlara yeni rütbeler, terfiler bile verebilir.

Bütün bunlara bakarak soralım:

Hrant'ın katili kimdir?

Ve cevap verelim:

Hrant'ı kollektif bir "resmî" irade öldürdü.

Bu iradenin sahipleri gaddar, korkak ve hilebazdır. Ortaya çıkamaz, kendilerini gösteremezler. Derin devletin dehlizlerinde ele geçirilen "Kafes" planını hatırlayın. Hrant'ın katledilmesinden "operasyon" diye söz edildiğini hatırlayın.

Onlar bizi de, Hrant'ın arkadaşlarını, sevenlerini, adalet arayanları da kendi karanlıklarına çekmeye çalışıyorlar. Mahkemelerin tozlu dosyaları arasında tıknefes olalım, duruşmalara gidip gelmekten usanalım, adalet aramaktan umudu keselim istiyorlar. Kesmeyeceğiz. Kesemeyiz.

Çünkü Hrant Dink cinayetinin arkasındaki "devlet eli" tereddüde yer vermeyecek şekilde yargı önüne çıkarılmadıkça, katillere yardım eden, göz yuman, raporları hasıraltı eden, katile kahraman muamelesi yapan polis amirlerinden, jandarma komutanlarından, valilerden, soruşturmaları engelleyen yargı üyelerinden hesap sorulmadıkça, hiçbirimizin geleceğinin güvence altında olmadığını biliyoruz.

Hrant bize her şeyden önce onurlu bir kardeşlik ideali bıraktı.

Onurlu ve güvenli bir kardeşlik için,
Hrant için adalet için,
19 Ocak'ta onun öldürüldüğü yerde buluşacağız.

Adaletin, kardeşliğin hüküm sürdüğü,
onurlu bir hayat istiyorsanız bizimle olun.

19 OCAK'TA HRANT İÇİN ADALET İÇİN

14 : 30 - Agos Gazetesi önü



*Evahalipisi'ndeki diğer Hrant yazıları 1, 2