13 Eylül 2011

Doğumgünüm Üzerinden Bir Yazı

Küreselleşmenin tanımını buldum sonunda.

Kürselleşme dediğin doğumgününün yaklaşık 35+ saat sürmesiymiş arkadaş. Nasıl olduğunu ilk başta bende anlayamadım ama facebook denen gevur icadının doğumgünümü iki gün boyunca kutlamamda büyük etkisi oldu. İlk aldığım doğumgünü haberi yazın Bakude katıldığım work-shoptaki Azerbaycanlı arkadaşlar tarafından geldi. Ardından Türkiye döküldü ve bir kac saat sonra da Avrupadakiler. Hepsi peşpeşe olduğu ve kimin nerede yaşadığını bildiğim için de oluşan process i trace etmem fazla uzun sürmedi. Almanya'da kaldığım zaman tanıştığım insanlardan tekrar haber almak ayrı bir güzeldi. Ya da Ürdün-Petra'da tanıştığım Filistin Amerikanı olan bir kişi ile tekrar haberleşmek. Bir yabancı diyebileceğim ama her gün statüsünü okuduğum bir insan. Aslında hepimiz oradayız, facebook'ta, ve bir iletişim var aramızda. Dile geldiği nokta--küreselleşmenin doruğu, network'ün dibine vurduğun nokta doğumgünü ile oluyor sanırım.
İşte o anda oluşan duygu da şu oluyor:

Sanki ben mükemmelim. Öyle bir insandım ki herkes benim hastam.

Şimdi bütün bunlar olurken ben daha ayın 12'si akşamını yaşıyordum... Dogumgünüm olması için bir uyuyup uyanmam kendimi doğugünü düşüncesine sokmam gerekiyordu. Kaldı ki o gün 5 saat dersten çıkmış, ondan öncesinde oturmuş Afrika'ya kendimi atmıştım. Gece 23:30'da Avrupa'daki tebriklerle oluşan o mükemmel insan duygusu beni bira içmeye teşfik etmişti. İki birayı devirdikten sonra radyo (NPR) dinleyerek uyumuştum.

Ertesi gün uyandığımda ise doğumgünüm bitmiş gitmiş gibi bir hisse kapıldım. Pismillah diyerek yatakta parendeler atarak uyandım. Yerde sürünerek telefonuma ulaştım. Rüyamda yine sigara içtiğimi görmem üzerimde pişmanlık duygusu yaratmıştı. Hiç olmamış bir olguyu aylardır arada bir pişmanlık duyarak yaşıyordum. Bilinçaltı dedim, vay dedi. Neyse.

Bilgisayarın aç tuşuna komut verdim ve gerinerek kedi modundan çıkarken kapıya yöneldim. Kapıyı açtığım zaman yerde duran bir buket çiçek ve güzel bir kutuda tatlı dikkatimi çekti. Çiçeğin üzerinde United Nations kartı ile yazılmış bir not duruyordu. Kart BM'den alınmış olduğu için bir saçmaladım. Arkasını çevirip notu okudum. Gülümsedim kendi kendime. Süprizleri severim. Banyo'ya gittim ve yüzümü yıkadım. Evet doğumgünümdü bugün. İşte şimdi hissetmiştim. Geri dönüp yerden çiçeği ve cheesecake i kaptım. Aşağıdaki mutfağa inip vazoyu elime aldım. Her bir çiçeğin sapını verev verev kestim. Vazoya suyu koyarken pencereden de dışarı bakıyordum. Huzurlu bir gün gibi dedim kendi kendime. Evde gereksiz bir gürültü yoktu. Yalnızdım. Bu anı hatırlamalıyım hep diyerek işlem bittikten sonra salondaki masaya gittim ve çiçek ve cheesecake'i yanyana koyup fotografını cektim. Ahanda görüntü bu oldu:


Mutfağa geri döndüm ve kettle'a su koydum... Sabahları en sevdiğim şey kahvaltıyı düşünmeden kahveyi hazırlamak hala diye geçti aklımdan. Buzdolabını açıp ufak bir tost yaptım kendime... Su hala kaynamamıştı, dışarı çıktım. Posta kutusundan gelen faturaları aldım.. Bir de box vardı. Kendime aldığım doğumgünü hediyesi tam da doğumgünümde gelmişti. Israil-Filistin üzerine bir kitap. Aslında kendime yaklaşık iki haftadır ufak hediyeler aldığımı da itiraf etmeliyim. Mesela geçen hafta böyle 60'lardan kalma gibi gözüken, acayip ucuz ama nostaljik bir kolye aldım. Hani olur ya böyle iki yana açılır ve içine siyah-beyaz fotoğraf koyarsın senin ve sevdiğinin... İşte onlardan. Bu kendime aldığım ilk hediyeydi sanırım.

Neyse kitabım da gelmişti. Her şeyi toparlayıp odama geri döndüm. Facebook'ta onlarca mesaj... İlk atanlara cevap verdim. Sonrakilere like koysam dedim. Olmadı... Ayrımcılık yapıyormuşum hissine kapıldım. Oturdum tek tek ufakta olsa bir şeyler yazdım. Bir daha yapanı köpek ısırsın. Bir saatimden fazla zamanımı aldı. En son yazana cevap verdiğimde ufak bir rahatlamadan sonra tekrar bir mesaj geldi. Durdum, kahvemden son yudumumu aldım. Biriksin gece cevaplarım, dışarı çıkayım dedim.

Sanki ben mükemmeldim. Öyle bir insandım ki herkes benim hastamdı.


Annemler eksikti ama. Sanki bütün facebook'takiler benim için yarışıyordu da annemlerin umrunda değildi. Oysa skype'a da girmiştim kalktığımdan beri... Gelsinler diye bekliyordum. Bilirim ki annem unutmaz. Saat 14:30 olmuştu. Dayanamadım evi aradım ve babama "eee siz aramadınız ben arayayım bari dedim" diye bir söz söyledim ve güldüm. Annem arkadan daha yeni eve geldim, senin için kendime doğumgünü hediyesi almıştım dedi. Ufak bir sohbetten sonra evden çıkacağımı belirterek telefonu kapattım.

Doğumgünümün olduğu gün dersim vardı. Hayatımda ders aldığım son senedeyim, artık hiç bir doğumgünüm ders gününe denk gelmeyecek diye düşündüm. Sonra ya ders anlattığım güne denk gelirse? dedim kendi kendime. Yüzümde hafif bir gülümseme. Kendi kendimi sıkıştırmayı seviyorum. Evden dışarı çıktım. Her zaman gittiğim yere, Borjo'ya, oturup ufak bir kahve daha aldım... Kahveyi içerken ne garip dedim kendi kendime... Burada hayat çok farklı. Herkes birey olarak var oluyor. Birbiri ile değil. Ve ben bu durumdan bir nevi memnunum. Artık tanımadığım insanların nasılsın demesine bile alıştım. Hatta olması gereken buymuş gibi geliyor. Bir senede ne kadar da değiştim. Ben bunları sorgularken masama birisi tık tık diye vurdu... Amerikalı bir arkadaşım. Oturdu, sohbet ettik. Ben ders için kalktım.

3 saatin sonunda kesinlikle içmem gerektiğine kanaat getirdim. Geçen sene "burası benim barım olacak" dediğim ve bir daha gitmediğim bara gittik bir arkadaşla. Dışarıdaki masalardan birine geçip patates kızartması ve bira olayına girdik. Amerikalılar bu ikilinin öneminin farkında değiller kesinlikle. Shame on you demek gerekirse aha buna derim ben işte. Mal gibi ne var ne yok fıstık ezmesi koyuyorlar.. Hey maşallah.

Üç birayı içtikten ve arka masamdakilerin içtiği sigara kokusunu da fark ettikten sonra kalkalım mı dedim. Ona kalsa daha durabilirdik. Gerek yoktu. Daha fazla kalsam daha fazla konuşacak konu gerekliydi ki çoğu konudan konuşmuştuk. Kalktık. Saat 10:30 olmuştu. Gece çay/kahve için sözleştiğim arkadaşımı aradım yolda. Eve girdim. Huzurluydu. Kendi evim bana hep huzur vermiştir. Dışarı çıkma ihtiyacı gerektirmeyen evlerden diye düşünürken arkadaşım geldi bile. Oturduk, milleti çekiştirdik. O şöyle ve bu böyle... Kendimize bakmadık hiç.

Sanki ben mükemmeldim. Öyle bir insandım ki herkes hastamdı.

Facebook öyle bir yapaylık yaratmıştı ki ne gerçek ne suni ayırt edememiştim.Yüzden fazla mesaj ve bir çok milletten insandan tebrik almıştım. Aralarında sadece bir kere gördüğüm, her zaman birlikte olduğum, bir zaman iyi olduğum, artık konuş(a)madığım, tebrik etmek gerek diye düşünerek yazan, ya da çok vakit geçirmediğim ama samimi olduğunu bildiğim insanlar vardı. Suniydi ya da gerçekti ama ortada benim günümü oluşturmuş bir yapı mevcuttu. Herkes beni mükemmelleştirmişti o gün.

Sanki ben mükemmeldim. Öyle bir insandım ki herkes benim hastamdı.

Not: Bir de cuma günkü kalabalık eğlencesi olacak bunun! Artık onu yazmayacağım.

10 Eylül 2011

-ebilmek büzük ister!

Pek bir şey yapamıyorum.
İçebilmiyorum... Düzgün düşünebilmiyorum..
Uyuyabilmiyorum.
Kısacası Türkçemizin en anlamlı hali ile -ebilemiyorum

Not. Kieslowski'nin belgeselinin son kısmında dediği gibi I'm so so.

Ha bir de Pink Floyd seni yaratan yaradana kurban olayım ben beybi.

Son olarak: David Gilmore kapıyı çalsa mesela şimdi.. Kayboldum ben, çayın var mı dese? Buyur etsem içeri. Lokum ikram edip, kolonya serpsem eline. İki kelam etsek. İngiliz çayı da çay mı pehh gibi cümleler kursam.

Oy oy olsa bunlar ama bir olsa, Kieslowski'yi dünya ahiret tanımam yeminle! O vakit ebilirim..

8 Eylül 2011

Sünnah-Sünni Derken Geçti Bir Ömür Irkçılıkla

Norfolk'un sıcak ama bir o kadar da Londra benim yanımda halt etmiş, istediğim zaman süper haşin bir kadın imajına bürünebilirim tadındaki havasında yazıyorum bu yazıyı.. Kısacası hava yağmurlu arkadaş.

Kafamda geçen gün ev arkadaşımın siyahi olduğunu belirttiğim yazı mevcut. Aha o yazıdan beri gözüme uyku girmez oldu. Ne ara ırkçı oldum ben de milletin teninin rengini yazar hale geldim diye düşündüm. Amerika'ya geldiğimden beri gibi bir cevap bekliyorsan yanılıyorsun cicim. Aldım elime organik çayımı düşündüm. (Amerika'da organik olmayan bir şeye gözünü dikersen yeminle çükün düşer. Aman diyeyim çük önemli.) Neyse, ırkçı yapımı ve ötekileştirme ihtiyacını çocukluğumda yaşadığım iki önemli olaya dayandırdım. Hafızası bir balığınkinden hallice olan bir yapım olduğu için de öyle 6 yaşından öncesine gidemiyorum.

(*Safranbolu'da verdiği yemiş uzun boru şeklinde kamışlar olan çok kullanımlı ağaç)

Sene tahmini 1989 ya da 1990: Safranbolu'daki evimizin önündeki pazar yerinde oynuyorum. Aha yukarıdaki alan olur kendileri. O zamanlar en çok sevdiğim oyun pazar yerindeki ağaçlara uzanıp o uzun uzun yeşil saplarını koparmak ve sapların içlerini çıkarmak. Çıkarılan içleri taş yardımıyla ezmek ve sonrasında bunlardan yemek yapmak. Ben bir kız çocuğu olarak yemek pişirme derdindeyim. O sapların tadına da baktım bu arada. Abim bu sırada diğer erkek kuzenlerle o ağaç saplarından Kızılderili şapkası yaparak savaş oynu oynuyor ve aynı ağaç saplarını silah olarak da kullanıyor. Bir nevi bumerang ama geri dönmeyenini düşünün. Biz bunları yaparken dedemin pazar yerinin bitimindeki çay bahçesinde ya da yakınlarındaki bir yerde arkadaşlarından biri ile tavla oynadığını da hatırlıyorum. Ağacın saplarından bağımsız. Anlayacağınız herkesin kendi kendine oyunlar oynadığı bir ortam var belli ki burada.

Bir gün evdeyim. Dedem giriş katındaki salonda yatmış bana sesleniyor: "Gel buraya, gel. Sevcem seni!" Yok, diyorum... Mızmızlık yapıp gülüyorum. Dedem bu sefer tekrar sesleniyor: "Bak gelmezsen eğer yanımdaki Kürt kızını sevcem." Yorganı çekiyor dedem başına. Ne diyorum, Kürt kızını mı seveceksin... Atlıyorum dedemin üstüne: beni sev beni sev...

Bu şekilde tanışıyorum Kürt sözcüğü ile. Anlamsız. İçi boş. Beyza kızı... Kürt kızı.. Bir isim gibi.. Ama belli ki sevilmemesi gerekir. O varsa ben yokum ben varsam o olmamalı. Bir nevi Kürt kızını sevme/sevmeme oynu. Ah dedem, ne ettin bana! İçime bir ırkçı kaçırdın.

Sene tahmini 1992-3: Beni Kürt kelimesi ile tanıştıran dedem yok artık. Izmir'de ilkokula gidiyorum. Tenefüslerde oynanan oyun iki merdiven arasında zıplamak. Bir çocuğa aşığım okuldan. Peh. Ne aşk ama.. Birbirimizin peşinden koşturmaca oynuyoruz mesela. O kadar gerçek. Sonra yeni bir kız geliyor okula. A. olsun adı bu yazıda. A. pek güzel bir kız... Ama fişini çekmek gerek. Benim aşık olduğum çocuğa bakıp gülümsüyor sürekli. Gıcıklanıyorum uzun süre. Bir süre sonra A. yeni kız olma sıfatını kaybediyor. Aşık olduğum çocuk benim değil onun peşinden koşturmaca oynamaya başlıyor. Sonra bir gün ben merdivenlerde zıplarken Ze. geliyor yanıma. Diyor ki " A. var ya Alevi'ymiş." İlk Alevi kelimesi ile karşılaşmam bu oluyor. Bu sözün iyi olması ihtimali tamamen ortadan kalkıyor. Alevi kesinlikle kötü bir şey olmalı diyorum. Yeni olma sıfatını kaybeden A. bu sefer başka bir sıfat kazanıyor gözümde. Ve hep onunla kalıyor. Ah Ze, dedikoducu Ze. Ne ettin, içime ikinci bir ırkçıyı da sen kaçırdın.

Sene tahmini kendimi bildim bileli: Biraz daha büyüğüm artık. Yazın Yalvaç'a gitmişiz. Denizlerin dut ağaçlı evindeyiz. Aşağı kat biz çocuklara ve annemlere ayrılmış. Bu sefer oynadığımız oyun Orçun Kunek'in şarkılarına gülmek.. Oh Bebek kelimesini her cümlenin içinde geçirmek ve büyüdüğümüzü espiri anlayışımıza katmak. Babam o sene Sünnah kelimesine takmış durumda. Öğreniyorum ki annem Sünnah'mış... Babam şaka yapıyor belli ki ama Sünnah olmak böyle öcü gibi bir şey. Farklı bir şey. Sünni olmak değil Sünnah olmak, vay be.. Farklı olmak. Annem sünnah olduğuna göre ben de yarı sünnah olmuyor muyum diyorum babama. Ya da ablam diyor bunu. O demiştir kesin. İçime üçüncü bir ırkçı da böyle kaçıyor. Yöresel ırkçılıkla tanıştım daha da iflah olmam.

Sene mi? Yok geçenlerde: Yeni bir söylemle karşılaşıyorum: "Ehh. Sünni'nin kuyruğu olur." Şiiler'in Sünni'ler için kullandığı bir cümle. Sanırım Türkiye'de de Aleviler için kullanılıyor. Anlamını soruyorum Şii arkadaşıma. Bilmiyor. Annesine soruyoruz, bilmiyor. Ninesine soruyoruz bilmiyor. Ama kime sorsam: "yok yok öyle değil. Yalan o cümle" diyor. Yok diyorum alındığımdan değil ne anlama geliyor. Çıkmıyor anlamı. Bana sorarsan 'nerede puştluk orada Sünni' anlamına gelebilecek kapasiteye sahip bir cümle bu. İçime bir ırkçı daha kaçıyor. Kendi mezhebime bakıyorum. Ne mezhepsizim arkadaş diyorum.

Sene mi? Yok sene değil, günlerden bugün: Yatakta uzanmış gözlerimin altındaki şişlikleri indirmek için buzlukta bir süre dondurduğum iki dilim salatalığı gözlerime koyuyorum. Güzelleşme oyunu bu. Allah'ın vermediği güzelliği hıyardan beklerken yan odadaki kızın siyahi olduğunu belirttiğim yazıyı düşünüyorum ve içime Amerika'lı kaçacağına hıyar kaçsın diyorum. Bu sefer de Amerika'lıyı ötekileştirdiğime gülüyorum.

Salatalıklar iki yana düşüyor.

3 Eylül 2011

Virginia'nın Sesi Gazetesi: Bir Üçüncü Sayfa Haberi--Türk Kızı B.Ü Dehşet Saçtı

Dün gece Türkiye'deki gazetelerden ne bileyim bir Posta ya da Hürriyet'e falan üçüncü sayfa haberi olabilecek bir durum canlandı gözümün önünde. Kaldı ki ikinci sayfa ünlüler geçidi ya da son sayfa kapak kızı haberlerinde kendimi hayal edemiyorum. Benden iyi 3. sayfa haberi olur:

Virginia'da ev arkadaşını av tüfeği ile öldürdüğü iddia edilen BÜ (27)'ye neden yaptınız diye sorulduğunda kafam attı sıktım beynine diye cevap verdi.

Arkadaş o değil de ya ben ölcem ya da ev arkadaşım. Hani başka bir çözüm bulamadım ben şu iki günlük ev arkadaşlığımıza. Kendimi Amerika'ya eğitime gelmiş ve Amerikan kültürünü bozuk bulan bir Sayyit Qutb gibi hissediyorum. Aha radikalleşme semptomları da göstermeye başladım. Ev arkadaşım ise filmlerde gördüğümüz "hey Joe, wassup" diye konuşan Amerika'nın dejenere gençliği.

Oysa kızı görmeden önce şöyle hayal etmiştim: Saçlar en dipten kıvırcık, şarısın, en az 25 yaşı var. 80ler sonunda kalmış. Tozluk takarım, bol bir elbise ve üzerine salak bir kemer takarım, elbisenin kolları yarasa kol olmazsa da olmaz. Aklımda diskotek'e giden perma saçlı Türk kadını imajı ile bir Amerika'lı tarif ettiğimin de farkındayım. Ama buydu gelmesi muhtemel kız. Ya da en kötü bir Hintli falan gelecekti. Ama adam akıllı olacaktı. Öyle kendi halinde takılacaktı anlayacağınız. Eğlenmek istiyorsa diskotek'e gidecek ya da eğlence anlayışı benim gibi yoga yapmak falan olacaktı. Ben bir ev arkadaşı değil bildiğin kendimden yan odada da olsun istemiştim.

Gel gör ki kültürümüzün görsellik ve ses bakımından en hoş çıkan ifadelerinden "ahanda bunu alırsın, şırakkk" ile karşılaşmam uzun sürmedi.

Şöyle bir üçüncü sayfa haberi de yakışır bana:

Gürültü yaptığı gerekçesi ile ev arkadaşını damdan aşağı atan BÜ(27) bir daha olsa yine yaparım, üstüne Roma'yı da yakarım dedi. Bu sözleri üzerine akli melekelerinin yerinde olmadığından şüphenilen BÜ soruşturma için Virginia Polis Karakolu'na nakledildi. BÜ'nün yol sırasında Karakolda ayna var, ayna var diye türkü tutturması gözlerden kaçmadı.

Biri de bana 3 gün değil 3 ay değil 3 sene be Cevriye demedi şu ömrü hayatımda. Bu babamın "ömrü hayatımda iki kadın benim için kavga etmedi" demesi ile eşit tutulacak bir cümle. İçine oturmuş onun da zaar. Sabit bir konuda kalmasını öğrenemedi gitti şu aklım. Ne diyorduk. Evet son haberi beğendim.. Bana bu tarz bir 3. sayfa haberi yakışır. Gerçi esmere ne yakışmaz be arkadaş. Dur lan kumralım ben esmer değil. Ya esmer olacan ya sarışın.. Arada kaldın mı yeminle Mevlana gibi dönüp durun. Bir "Kumral'ın hastasıyım, yolların ustasıyım" gibi kamyoncu logoları ya da "Kumral dedim be dedim" gibi şarkı sözleri yazılmaz bize. Aha anca Rafet El Roman'ın "kumral bomba" adlı şarkısı olur ki o da zaten arak arkadaş. Hangimiz Raga Oktay'dan tamba tumba esmer bomba sözlerini hatırlamıyoruz ki. Raga Oktay'da araklardan arak beğenmiş olmalı ki Türkan Şoray'ın 1968 yılında çekilen "Dünya'nın en güzel kadını" adlı filminden almış bu sözleri.. Vay didim.. Ne gebeş milletiz. Herkes birbirinden götürmüş... Hayır Türkan Şoray'ın bu filmde Türkan Moray'ı canlandırması da ayrı bir husus. Sinemada self-plagiarism olsa bu kadar olur.

Ne diyordum evet kumral, esmer, sarışın falan derken mevzuyu sapıttık. 80'ler hadi bilemedin 90'lardan çıkma bir ev arkadaşı bekliyordum en son. Gele gele 17-18 yaşlarında, siyahi, diş telleri takan ama asi bir tip geldi karşı odama... Umut Sarıkaya olaydım da çizivereydim bu genç ergeni keşke.

Oysa ki ben kendisinin odasından all that she wants is not a beybe, she's gone tomorrow gibi sözlerin yükselmesini beklerdim. Olmadı, kısmette yoksa olmuyor, ne yapsın ya'rab. Ulen "ya'rab" kelimesi kafamda deh deh düldül, deh deh düldül, sen düldülsün ben bülbül sözlerini nasıl çağrıştırabilir. Oldu mu oluyor. Nereden çıktın sen Yılmaz Morgül, yerin yok bu yazıda. Yaaa de get.

3. sayfa haberine geri dönersek başka bir haber de şu olabilir:

Amerika'ya eğitim için giden Türk kızı içmeyerek esrara alıştı: Yan odasına yeni ergen bir Amerikalı siyahi kızın taşınması sonucu her gün koridoru kaplayan esrar kokusuyla güne başlayan Türk kızı bir ayın sonunda dumandan esrarkeş oldu. Bütün doktora hayatı kayan Türk kızı BÜ bunca sene içmedik de ne oldu gibi sözler sarfederken oda arkadaşının arada esrarı tütsü niyetine yaktığı ortaya çıktı. Türk olsa sana n'oluyor hacı diyebilecek kapasiteye sahip siyahi kızın: "Henüz 17 yaşındayım, istediğimle yatar istediğimle kalkarım.. İstediğimde esrar çeker istediğime çakarım" sözleri dikkat çekti. Türk kızı BÜ bu durum üzerine akıllı beni bulmaz deli dibimden ayrılmaz diyerek, yetkililere: "Kaçacak yer ararım görsem karanlıkta. Yeminle Kıl oldum abi" diye seslendi.

Hülasa, bir kaç gün daha esrar'lı geçerse hayat, bu doktora bitmez arkadaş. Ya ben giderim ya da bu kız, başka yolu yok bu işin. Zaten notu da çaktım buzdolabına: "Hey yavrum, azcık daha tüttürürsen ev sahibesi ile imzaladığın kontrat da kıçında tütecek" diye. Ama ne diyom, kime diyom... Bakıyom karşımda tam bir andavallı tam bir mal!