30 Ağustos 2009

Tıkh Tıkh!!

İnsanın içinden yazmak gelmez mi? Gelmiyor bu ara... Bir yorgunluk hali ki baya uzun sürdü. Aslında İzmir'e tatile gittim. Ankara'ya geldim evimi taşıdım... Taşıdım derken bir yere taşımadım aslında sokakta yatcam bundan sonra. Ev eşyalarını Safranbolu'daki eve yolladık. Kendi eşyalarımı da İzmir'e götürmek üzere şimdilik kuzenlerin evine yığdım. Ne yapacağım belli değil. Bi ucundan teze aslınmam gerek ama yorgunum hala. Bir de yurt çıkacak mı çıkmayacak mı bana onunla uğraşıyorum.

Sanırım bir süre daha olmayacağım. Bu sürede deniz hanımın içinden yazmak gelirse sizleri onun kollarına teslim ederim...
İyi Günler Şanslı Günler

22 Ağustos 2009

Dünya Olimpiyatlari Berlin 2009


(Nihayet internete kavusarak gecikmiş bir yazı yayınlıyorum)

Bütün günü kitap okuyarak ve Dünya Şampiyonasını izleyerek geçirmiş bir insanım. Bu manyak atletler normal bir insanın yapmayacağı ya da yapsam ne olacak yahu dediği yok efendim çekiş atma yok efendim gülle gibi bir şeyi fırlatma gibi zamazingoları eğlenerek yapıyorlar. Sırıkla atlama nedir yahu? Hangi insanoğlu ilk başta ben elime bir sırığı alayım da atlıyım demiştir mesela. Zannımca eski zamanların savaş taktiklerinden biridir bu sırıkla atlama. Ne yiğitler bu uğurda duvara çarparak canlarından olmuştur kim bilir. Yazıktır efendiler!

Artiz bir de bu atlet milleti. Bakın mesela bayanlar yüksek atlamada 2 metreden yüksek zıplayış yapan hatunlar var bu dünyada. Düşünün kendi boyundan 10-20 santim yukarı atlıyosun… Yerde de Malkoçoğlu’ndaki gibi yaylı bir sistem de yok. Arianna Friedrich adlı Alman çiyan ortam olsa yan tarafta sırıkla atlayanlardan bir koşu sırığı kapıp Hırvat güzeli Blanca Vlasic’in (fotoğraftaki hatun. 1.92 boyu var) uygun taraflarına sokardı o sırığı. Ha zaten Hırvat güzeli daha yükseğe atlayıp aldı kupayı (2.04 sanırım zıplaması).

Bir de cirit atma nedir? Bu da avcı-toplayıcı zamanlarından kalma, karşıdaki geyiği ya da ayıyı vurma adına çıkmış bir spor değil midir? İzlemişseniz görmüşsünüzdür, adamın teki ciriti atar ve stadyumda 70-80 metre arası gider bu cirit. Bir bakarsınız cirit daha düşmeden yakınlardaki iki adam havaya baka baka cirit yönünde koşmaktadır. Bu adamlar da işte kıçlarına ciriti yemek isteyen görevliler. Yazık efendiler!

Hüseyin Bolt’tan bahsetmeye bile gerek yok zaten. Adam tam bir artiz. Yok efendim 100 metre de koşarım, 200 metre de koşarım havalarında. Koşuyor bir de Allahın delisi. Dünya rekorunu kırdı daha ne. Geçen sene Pekin’de adamı olay haline getirmiştik şimdi Berlin'deki koşusuna bakınca adamın rüzgardan bir farkı kalmadı gözümde.

Erkekler engelli koşusu ise tam bir at yarışı havasında gitti. Adamlar 300 Spartalı filminden çıkmış gibi kaslılar zaten bir de koştukları yolun üstüne engel koyunca tam oldu. Bacakları kaldırdıkları anda da bir attan farksız oldular.

Neyime benim olimpiyatları izlemek efendim. Koşuların hepsini Kenyalı, Jamaikalı, Afrikalı tipler kazanıyor. Bu insancıkların kas sistemi niye benimkinden farklı mesela ona bile kızıyorum. Ayıptır günahtır.

Son sözüm tipe de +/-1 puan verilsin. Biz, bu işten anlamayanlar, adamların artist hareketlerine, kıçlarına başlarına bakıyoruz. Madalyalar niye altın, bronz ve gümüş ayrıca? Birinci, ikinci olmak yetmez mi? Satacak mı mesela Melaine Walker o aldığı madalyayı.

Kimse bana kıçı kırıkta olsa madalya vermedi oysa ki.


11 Ağustos 2009

Recycling on the Human Brain System


Ankara'da çöp ve/veya kağıt dönüşümü için kutular ararsanız nerede bulacağınızı bilmiyorum. Bilkent'te fakülte içlerinde mevcut olan bu mekanizma, şehrin içinde bulunmamakta varsa bile güzel bi şekilde gizlenmektedir. Oysa ben gözünü sevdiğim İzmir'de çocukluktan beri bu tip kutularla karşılaşmakta, hatta çocukken onları kanalizasyonun içindeki atıkların toplantığı yer olarak düşünmekteydim. Değilmiş.

Ancak şu an bir sinir hali mevcut bünyede. Odamı ve içindeki bir milyon gereksiz kağıdı, makaleyi atmam gerektiği kanaatına vardım. Öncelikle evde kağıtları doldurduğum karton kutular bitti. Şimdi ise şu an için 5 poşet olan bu kağıtları ne yapacağımı düşünüyorum. Eskiden vurdumduymazın tekiydim ben, kabul ederim. Aman kağıt mı, kağıttan bol ne var be şu dünyada diye bakardım olaya. Hangi ara böyle oldum bilmiyorum. Savaşlarla ilgili şeyler okumak belki de bünyemde büyük sıkıntılar yaratmaya başladı.

Odayı der top ederken eskiden yaptığım çizimlerle, keseserek biçerek yapıştırdığım fotoğraflarla ve gazete haberlerini topladığım defterlerle karşılaştım. Mesela yıl 2003 yılında El-Kaide'nin Türkiye ayağı ile ilgili gazete küpürleri kesmiş, Siyasal İslam ile ilgili makaleleri deftere yapıştırmışım. Şimdi teröre ilgimin 2003 yılında kesin olarak ortaya çıkmış olduğunu ve Türk Siyasal Hayatı'na da yakın derecede ilgi duyduğumu anlamış oldum. Mezuniyet sırasında Siyaset Bilimi dersleri veren doktoradaki Bahadır'ın (şu an hoca olmuş) sen IR'a kayma, kaybetmeyelim seni demesini de hatırladım. İyice gözlerim doldu.

İçinde bulunduğunuz an hiçbir şey anlamıyorsunuz bunu da algıladım bi anda... Bir ödev yapmışım mesela. "Bir etnik milliyetçi aynı zamanda liberal olur mu?" başlığı altında hazırlamışım ödevi ve teoride hardcore liberalizm'i savunmuşum. Gerçi dayanak noktalarım baya sağlam, sistemi de oturtmuşum ama düşününce çok saçma bir savunma len. Teori ile pratik zaten uymuyor ki bizim bölümde. Ben teoride olamaz desem ne olacak, pratikte oluyor işte. Bakınız liberal muhafazakar A.K. Partisi var Türkiyemizde gene teoride iki grup birbirine fizan.

Daha neler çıktı neler? Bunalım bunalım yazılar mı dersiniz mesela? Ben Deniz gibi her senenin ayrı günlüğünü tutmuyorum. Eskiden sadece bad trip'te yazan bir insandım ama bu yüzden de yazdığım şeyler genelde "allahuteala neden beni bir böcek olarak yaratmadın, insan olmak çok zor" şeklindeki serzenişler olunca onları da yırtıp atıverdim. Valla hafifliyorum.

Ancak aklım hala bu recycling mevzusunda. Çok mu zor yahu bu sistemi Türkiye'ye getirmek? Almanya'da 2005 yılında yapıyorduk biz bunu. Ya da İzmir'de annemler ayırıyordu çöpleri. Her gün ayrı tip bir çöp atılıyodu. İzmir sistem Türkiye'de olur mu acaba diye seçilmiş olan örneklemdi. Ancak bizim gevur İzmir'in tüm Türkiye'ye genelleyebileceğiniz bir örnek olduğunu da düşünmüyorum.

Kafamda bir de Kongo'da olan olaylar var hala. Ada Basini'na yazdığım konu beni derinden etkiledi. Değişiyorum ben sanırım. Dönüşüyorum da. Humanism'in doruklarına doğru gidiyorum. Bir arkadaşımın Beyza El-Kaide hala bir atak yapmadı kaç ay oldu, bizim iş sallantıya girdi dediği zaman ki gülmem bir anda keşke sallansa benim meslek de Afrika çalışmaya başlasam diye vücut buldu.
Değişim lazım bu ülkede. Bir çok konuda değişim lazım! Kafamızı kaldırıp dünyanın sadece Türkiye'den ibaret olmadığını uluslararası değişimlerin gerektiğini gösteren siyasetçiler lazım. Kimlik denen mevzunun bitmesi lazım. Değişim ve değişime ayak uyduracak bireyler lazım bu ülkede.

7 Ağustos 2009

Eski sevgiliden bi nane olur mu?


(Okura Yorgi diye sesleniyorum bu yazıda, bi heta olmasın)


Ayrıldıktan sonra arkadaş kalanları hep takdir etmişimdir, Yorgi. Var mı böyle bi şey tam olarak bilemiyorum. Ama ben yapamıyorum işte olmuyor. Kahve içmeler felan beyhude olaylar. Kimi kandırıyoruz olm, bizden bi nane olmuyo işte demek istiyorum. Zaten ayrıldıysam ya da ayrıldıysa bi nane olmadığı bellidir, ne kascaz.

Ama mecburiyetten ya da bir sıkıntı dahilinde görüşmeleri anlıyorum tabi ki de. Benim de hayatımda var öyle bir eski erkek arkadaşım mesela. Kendisi ile üç buçuk sene birlikte olmamızdan dolayı, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmediği için ve her bir haltı birbirimize danıştığımız için ayrıldıktan sonra da bir süre birbirimize sorular sormuştuk. Ben ki pilgisayardan anlamayan insan olarak yaa nasıl CD çekcem şimdi diye onu arayarak danışmışlığım olabilir mesela. Kaldı ki hala bi sıkıntı var bu tip pilgisayar işlemlerinde. Ya da onun beni arayarak hani Avrupada okullara bakıyoduk ya benim için, İspanya'da okul var mıydı hatırladığın diye sorması da mümkün olabilir. En uç noktası da benim NaTo'nun elektronik mihendisi aradığını görmem ile ona mail atmam ya da onun İzmir hakkında bir köşe yazısı okuması ve bana mail atması olabilir. Bu kadarla sınırlıdır yalnız. İş kahve, çay, bilumum meşrubat ve alkol tüketimine geldi mi bi duracan işte... Biz duruyoruz zati orda, sıkıntı yok.

Diğer bir eski erkek arkadaş mevzumda ise tee seneler geçmiş üstünden biz çıkalı, zaten senelerce konuşmamışız, artık konuşmakta bi kusur yok diyorum ama burnumdan geliyor. Kendisi benim ilk sevdicegim olur. Lisede Davsıns Krik modeli bir kaç arkadaş grubu saçmalamasından sonra bir buçuk senemiz birlikte geçip, 2-3 sene konuşmayıp, sonradan tekrar konuşmaya başladığım bir insan. Düşününüz Yorgi, aradan 10 sene geçmiş sular durulmuş diyosunuz amma gel zaman git zaman bi kaç sene sonra da olsa bi yerden patlak veriyo. Misal karşı taraf bi anda parlayıp "benim tanıdığım kıza ne olmuş böyle" gibi bir laf edebiliyor. Sonra üstüne uzun uzun yazılar yazıyor. Diyemiyosun ki aradan 10 sene geçti farkında mısın? Tanıdığım kız dediğin insan lisedeydi yahu... Ben lisede işte okula gider, okuldan çıkar, parkta salıncakta sallanırdım (yalan diil sallanırdım gerçekten). Haftasonları ya Alsancak'a gider Logos'ta otururdum ya da Hatay'a giderdim en eski erkek arkadaşım olan bu kişiyle. Acaba insanların değişmeyeceğini mi savunuyor kendisi onu da bilemedim ama ben değişimin en açık kanıtıyım işte onun önünde. Bunu bile mi kötü bir şey olarak görüyor onu da anlayamadım. Değişim ne güzel bi şey halbuse.

Bu iki örnekten birinci olanı takdir ettiğimdir Yorgicim. Zaten karşılıklı saygı sayesinde bi şeyler devam edebiliyor. Haa dersen ki ne devam etmesi birebirde konuşmuyorsunuz haklısın ama en azından kanlı bıçaklı değiliz. Ben ki bi erkek arkadaşımdan "ben artık bilmem kimden hoşlanıyorum, ayrılalım" demiş salak bi insanım. Kanlı bıçaklı olabiliyosunuz bazı durumlarda onun için şey ettim.

Bir de ben isterim ki sevdiğim insan bana güvensin azcık ama o da olmuyo bu dar zamanda Yorgi. Her ettiğim laf kafama taş olarak dönüp başımı yarıyor. Sanırsın ki taş değil bumerang. Ben mesaj atmışım mesela güzel güzel sözler içeren, "pardon?" diye cevap alıyorum, heba mı bu bana (heba değildi sanırım, veba da değildi, anladın Yorgi sen o kelimeyi). Cevap atıyosun geri bu sefer "neye pardon" diye, tekrar yazıyosun özlü sözü ve gelen cevap "ben kimim" oluyor? Ha işte böylelerini buluyorum ben. Sana bi şey çiziyorum bekle diyip, itü sözlükten araklama şekille geleni (şekli de şimdi bu yazıya fotoğraf ararken buldum anasını satayım. Kalakaldım şöylecene). Böylelerine aşık oluyorum işte ben...

Olmaz Yorgi, bu rakı bizi çarpar. Ne balık olmak kaldı ne rakı olmak...
Ama mutluyum beya yine de... Şekil mekil umrumda mı sanki...Baya mutluyum hem de!

3 Ağustos 2009

Tablo Gibin Değil Gibin #1

Elinde terazisi ile gördüğünüz adam Hacı Bekir olmakta. Kendisi pek bi bilindikmiş mereğimin. Türkiye'nin bir çok ilinde lokumcu tükkanı varmış. Onunla ilk tanışmam Ankamall'de annem ve berf ile yürürken annemin "aa meşhurdur hacı bekir, bilmiyo musunuz?" demesi ile oldu. Ardından da bir Murfy kuralı gibi bir hafta içinde kendisi ile ikinci bir münasebete girince bu blog yazısı mecburi hale geldi. Adam meşhur da nasıl meşhur olmuş, ne zamanın adamıymış?

Yukardaki resim İtalyan ressam Amedeo Preziosi'ye ait. 1858 yılında İstanbul'a gelen ressam Hacı Bekir'in lokumlarını tadınca bir de resmini yapmak istemiş ve oryantalist ressam Preziosi'nin bu suluboya çalışması ortaya çıkmış. Ben illa bu tablonun orijinal'ini görecem yetmedi diyosan, Louvre Müzesine doğru uzanman gerekiyor.

Osmanlı döneminde lokumun yaygınlaşmasını sağlayan ve dünyada bile tanıtan insan işte şu sarıklı ve belinde beş dolamalı kuşak takan Hacı Bekir'den başkası da değil. Ayrıca tablodan
anladığımıza göre kediler bile onun lokumunun hastası arkadaş.

Anlatılana göre Hacı Bekir sarayda baş şekerci (confectioner) ünvanını bile almış. Ününe ün dememiş, Mısır'da ve Kahire'de tükkanlar açmış. İngiliz bir gezgin ise o dönemde lokuma Turkish Delight ismini koymuş.

Yoğurttan sonra aklımda kalacak ikinci Türk yiyeceği oldu kendisi.