21 Ekim 2011

Kaddafi'siz bir Libya

Yıllar önce Uykusuz'da başlık haline gelen şu yandaki söz zamanla benim hayat düsturum haline geldi. Misal, kim ki bana Arap Baharı hakkında ne düşünüyorsun diye sorsa "valla ben de bir şey anlamadım" diye cevap verme hissiyatı içerisine girdim ilk olaylar patlak verdiğinde. Daha sadece Tunus ve Mısır ana konuydu tabii o zamanlar. Ardından Libya düştü gündeme. Sonra da Suriye. Bu ülkelerin dışında sıralanabilecek diğerleri de var. Neyse konumuz kim güzel bir bahar yaşadı da değil.

Baktığımız zaman mantıklı açıklamalarla Arap Baharının nedenlerini sıraladık aylarca. İnsanlar senelerce bir diktatörün altında ezildi, eve götürecek katıkları yok dedik. Sosyal güvence yok dedik. Demokrasi yok dedik. Sosyal medya gelişti dedik. Dedik de dedik. O kadar dedik de bu şiddetin, nefretin doğuracağı yeni bir kimlikten hiç bahsetmedik.

Dün itibari ile Kaddafi dünyaya veda etti. Sosyal ağda bir kaç arkadaşın "R.I.P Kaddafi" adı altında paylaştıkları sözlere gülmek dışında dünyanın bu konudaki duruşundan bir bok anlamadım. Bu arada gülme nedenim de olaya değil bu R.İ.P kelimesinin çat diye sanki hergün kullanıyormuşuz gibi hayatımıza girmesinden kaynaklıdır ki bir kaç arkadaşım da durumun farkında olacak Kaddafi ile bu durumu güzel göstermişler. Evet bir bok anlamadım.

Dün itibari ile El Cezire (İngilizce) hemen özel bir yayınla Kaddafi'nin ölümünü tartışmaya başladı. El Cezire'nin Arap Baharı'na olan katkısını dünya alem aylardır takip ediyor. Yalnız bir konuda yanılmamamız lazım. Arapça yayın yapan El Cezire ile İngilizce yayın yapan El Cezire haber sunumu olarak birbirinden farklılaşıyor. Arapça yayın yapan da Kaddafi'nin ölmesi üzerinden hemen bir propaganda yoluna gidilerek 'evet sırada Amerika ve İsrail'in sonları var' şeklinde söylemler varken İnglizce yayın yapan El Cezire'de daha düzeyli ve kısmi olarak daha yansız bir haber anlayışına gidilmiştir. Kısmi olarak diyorum çünkü her medya kuruluşunun temsil ettiği bir ideolojik duruş vardır ve olmalıdır. El Cezire İngilizce kör göze parmak bir ideoloji ile karşımıza çıkmadığı için de her zaman takdir etmişimdir. Ancak dün onların da Kaddafi'nin ölüm video'sunu kabak gibi tekrar ede ede yayınlamalarına sinirlendim. Bu durumun ardından bir de Libya halkının sıra Besar Esad'ta ve de Saleh'te, onlar da ölecek demesi tüylerimi diken diken etti.

Ülkelerini 20 yıldan fazla süre yönetmiş (ki Kaddafi 42 sene) insanların ölümünün yine kendi insanı tarafından olması bence insaniyet adına işlenebilecek en büyük suçtur. Karşılıklı yaratılmış olan öfke ve nefret ile şiddeti devam ettirmek ise ancak zihniyeti benzer yapılardan çıkmaktadır. Kaddafi ölmüştür evet ama ben ölümünden yeminle bir şey anlamadım. Medya'nın ölmese daha mı iyiydi konuşmalarından ya da Suriye ve Yemen'i yönetenlerinin de sonunun ölüm olduğunu söyleyen propagandist söylemlerden de bir şey anlamadım.

Anladığım ufak ufak şeyler oldu bu son iki günde: 1- Libya'nın başına gelecek olan zat kendi sonunun da Kaddafi gibi olacağından korkacağı için karar almada bocalayacak ve ülkesinde dengeyi rahatlıkla kuramayacaktır. Maalesef analoji'ler karar alma mekanizmalarını derinden etkiler ve bu tarihteki bir çok olayda yapılan analojilerin etkileri görülmüştür. 2- Uluslararası düzen--Birleşmiş Milletler ve NATO-- Kaddafi'nin öldürülme ihtimalini kestirememiştir. Ve bu ihtimal üzerinden senaryo üretmekte zayıf kalmıştır. Kaddafi'nin ölümü Libya halkı tarafından övülerek anılsa da insanlık adına işlenmiş bir hatadır. Bu hatadan ders çıkarılması gerekir. 3- Medya'da yayınlanan Kaddafi'nin ölüm videosu maalesef iki farklı şekildedir. Birisinde halen yaşar haldeyken diğerinde ölmüştür. Linç mi edilmiştir? Üzerindeki kıyafetlere ne olmuştur? Bütün bunların uluslararası hukuk bünyesinde tartışılması ve aydınlatılması gerekir.

Ben Kaddafi'nin ölümünden bir şey anlamadım çünkü ölümü Libya halkının düşündüğü gibi anında değişim etkisi yaratmayacaktır. Maalesef bu durum bende Mısırlı gazateci arkadaşımın söylediği şu sözleri çağrıştırdı: "Evet Mübarek gitti ve halk zannetti artık her şey güzel olacak. Yeni bir gelecek var. Ama beklentiler bir kaç gün içinde söndü."

Mısır'da Mübarek'in gitmesine rağmen devam eden ve bünyesine mezhep farklılıkları gibi konuları da ekleyen "Mısır Mezhep Baharı" ile Libya aynı kefeye konulmalı mıdır? Hayır. Ancak iki halkın gözünde de diktatörlerin gidişi aynı etkiyi yaratmıştır: her şey çok güzel olacak. Libya'nın sonunun hayırlara vesile olması için geçmişinden çıkarması gereken dersler vardır. Bu sonuçların çıkması için de uluslararası örgütlerin ve de devletlerin Libya'ya yardım etmesi gerekir. Bu derslerden bazıları ise şunlardır: Kaddafi tarafından "statelessness" adı altında yaratılan düzen yerine kurumları çalışan ve şeffaf bir devlet yapısı inşa edilmelidir. Kaddafi'nin sembollerini taşıyor diye var olan binaları yıkmak ancak nefretten doğan bir sonuçtur ve uzun vadede Libya halkına katkı sağlamaz. Bu yüzden bu süreçte halkın nefret ve öfke duygularından arındırılması esastır. Libya'nın kurtuluşu petrolden elde edilen gelirin dağıtımında yatar. Rantiyer devlet sıfatı ile devam edecek bir Libya yeni diktatörler doğurmaya mahkumdur ancak petrol gelirini yeni bir devlet inşası için kullanacak olan Libya yeni umutlara gebe olacaktır. Libya'da bulunan petrol basta Avrupa ülkeleri olmak üzere bir çok devletin Libya ile ilgilenmesinin ana nedenidir. Petrol üzerinden siyaset gütmemek ise bu devletlerin çıkarması gereken bir derstir. İnsanlık adına güç siyasetinin durması gereken konular vardır. Libya'da yaşananlar bir insanlık ayıbıdır. İyi oldu ölmesi denilerek geçilmeyecek kadar önem arz eder. Bugün hukuki hiçbir yola gidilmeden Kaddafi'nin öldürülmesine sevinenler yarın hukuksuz hareket etme yoluna gideceklerdir. Siyasal kültür olgusu bir ülkenin geçmişi ile ilintilidir. Bu kültürü yoğurup şekillendirmedikçe farklı sonuçlar beklemek anlamsızdır. Bu şekillendirme ise ancak halk tarafından ve halk ile birlikte olur.

Son tahlilde dünya ile aynı duyguları paylaşıyoruz: Kaddafi'nin nasıl öldüğünden "bir bok anlamadık".

19 Ekim 2011

Gecenin Anlamlı Sözü: Roosevelt'ten Gelsin


"Somoza can be a son of a bitch but he is our son of a bitch"

(Roosevelt tarafından 1939 yılında Nikaragua diktatörüne ithafen söylendiği iddia edilir)

Vay didim.. Roosevelt siyasetin altın kuralını açıklamış o dönemde. Günümüz diktatörlerinin uzun süreli yönetimlerini anlatmak için de aynı cümleye başvurabiliriz. Misal bir Kaddafi ya da bir Mübarek de yeri geldiğinde birilerinin kucağına oturmuş birilerinin son of a bitch'i olmuştur. Diktatörlük bunu gerektirir.

Bu arada pek sevdiğim Bruce Bueno de Mesquita The Dictator's Handbook adlı yeni kitabını çıkarmış. Diktatörlerin demokratlara göre neden daha uzun süre görevde kaldığını anlatıyor kitabında. Vakit olduğu gibi okunacak ve hakkında bir kaç cümle buraya yazılacaktır.

Şimdilik kahkaha atma nedenim olan "he can be a son of a bitch but he is our son of a bitch" lafı ile geceyi kapatıyorum.

13 Eylül 2011

Doğumgünüm Üzerinden Bir Yazı

Küreselleşmenin tanımını buldum sonunda.

Kürselleşme dediğin doğumgününün yaklaşık 35+ saat sürmesiymiş arkadaş. Nasıl olduğunu ilk başta bende anlayamadım ama facebook denen gevur icadının doğumgünümü iki gün boyunca kutlamamda büyük etkisi oldu. İlk aldığım doğumgünü haberi yazın Bakude katıldığım work-shoptaki Azerbaycanlı arkadaşlar tarafından geldi. Ardından Türkiye döküldü ve bir kac saat sonra da Avrupadakiler. Hepsi peşpeşe olduğu ve kimin nerede yaşadığını bildiğim için de oluşan process i trace etmem fazla uzun sürmedi. Almanya'da kaldığım zaman tanıştığım insanlardan tekrar haber almak ayrı bir güzeldi. Ya da Ürdün-Petra'da tanıştığım Filistin Amerikanı olan bir kişi ile tekrar haberleşmek. Bir yabancı diyebileceğim ama her gün statüsünü okuduğum bir insan. Aslında hepimiz oradayız, facebook'ta, ve bir iletişim var aramızda. Dile geldiği nokta--küreselleşmenin doruğu, network'ün dibine vurduğun nokta doğumgünü ile oluyor sanırım.
İşte o anda oluşan duygu da şu oluyor:

Sanki ben mükemmelim. Öyle bir insandım ki herkes benim hastam.

Şimdi bütün bunlar olurken ben daha ayın 12'si akşamını yaşıyordum... Dogumgünüm olması için bir uyuyup uyanmam kendimi doğugünü düşüncesine sokmam gerekiyordu. Kaldı ki o gün 5 saat dersten çıkmış, ondan öncesinde oturmuş Afrika'ya kendimi atmıştım. Gece 23:30'da Avrupa'daki tebriklerle oluşan o mükemmel insan duygusu beni bira içmeye teşfik etmişti. İki birayı devirdikten sonra radyo (NPR) dinleyerek uyumuştum.

Ertesi gün uyandığımda ise doğumgünüm bitmiş gitmiş gibi bir hisse kapıldım. Pismillah diyerek yatakta parendeler atarak uyandım. Yerde sürünerek telefonuma ulaştım. Rüyamda yine sigara içtiğimi görmem üzerimde pişmanlık duygusu yaratmıştı. Hiç olmamış bir olguyu aylardır arada bir pişmanlık duyarak yaşıyordum. Bilinçaltı dedim, vay dedi. Neyse.

Bilgisayarın aç tuşuna komut verdim ve gerinerek kedi modundan çıkarken kapıya yöneldim. Kapıyı açtığım zaman yerde duran bir buket çiçek ve güzel bir kutuda tatlı dikkatimi çekti. Çiçeğin üzerinde United Nations kartı ile yazılmış bir not duruyordu. Kart BM'den alınmış olduğu için bir saçmaladım. Arkasını çevirip notu okudum. Gülümsedim kendi kendime. Süprizleri severim. Banyo'ya gittim ve yüzümü yıkadım. Evet doğumgünümdü bugün. İşte şimdi hissetmiştim. Geri dönüp yerden çiçeği ve cheesecake i kaptım. Aşağıdaki mutfağa inip vazoyu elime aldım. Her bir çiçeğin sapını verev verev kestim. Vazoya suyu koyarken pencereden de dışarı bakıyordum. Huzurlu bir gün gibi dedim kendi kendime. Evde gereksiz bir gürültü yoktu. Yalnızdım. Bu anı hatırlamalıyım hep diyerek işlem bittikten sonra salondaki masaya gittim ve çiçek ve cheesecake'i yanyana koyup fotografını cektim. Ahanda görüntü bu oldu:


Mutfağa geri döndüm ve kettle'a su koydum... Sabahları en sevdiğim şey kahvaltıyı düşünmeden kahveyi hazırlamak hala diye geçti aklımdan. Buzdolabını açıp ufak bir tost yaptım kendime... Su hala kaynamamıştı, dışarı çıktım. Posta kutusundan gelen faturaları aldım.. Bir de box vardı. Kendime aldığım doğumgünü hediyesi tam da doğumgünümde gelmişti. Israil-Filistin üzerine bir kitap. Aslında kendime yaklaşık iki haftadır ufak hediyeler aldığımı da itiraf etmeliyim. Mesela geçen hafta böyle 60'lardan kalma gibi gözüken, acayip ucuz ama nostaljik bir kolye aldım. Hani olur ya böyle iki yana açılır ve içine siyah-beyaz fotoğraf koyarsın senin ve sevdiğinin... İşte onlardan. Bu kendime aldığım ilk hediyeydi sanırım.

Neyse kitabım da gelmişti. Her şeyi toparlayıp odama geri döndüm. Facebook'ta onlarca mesaj... İlk atanlara cevap verdim. Sonrakilere like koysam dedim. Olmadı... Ayrımcılık yapıyormuşum hissine kapıldım. Oturdum tek tek ufakta olsa bir şeyler yazdım. Bir daha yapanı köpek ısırsın. Bir saatimden fazla zamanımı aldı. En son yazana cevap verdiğimde ufak bir rahatlamadan sonra tekrar bir mesaj geldi. Durdum, kahvemden son yudumumu aldım. Biriksin gece cevaplarım, dışarı çıkayım dedim.

Sanki ben mükemmeldim. Öyle bir insandım ki herkes benim hastamdı.


Annemler eksikti ama. Sanki bütün facebook'takiler benim için yarışıyordu da annemlerin umrunda değildi. Oysa skype'a da girmiştim kalktığımdan beri... Gelsinler diye bekliyordum. Bilirim ki annem unutmaz. Saat 14:30 olmuştu. Dayanamadım evi aradım ve babama "eee siz aramadınız ben arayayım bari dedim" diye bir söz söyledim ve güldüm. Annem arkadan daha yeni eve geldim, senin için kendime doğumgünü hediyesi almıştım dedi. Ufak bir sohbetten sonra evden çıkacağımı belirterek telefonu kapattım.

Doğumgünümün olduğu gün dersim vardı. Hayatımda ders aldığım son senedeyim, artık hiç bir doğumgünüm ders gününe denk gelmeyecek diye düşündüm. Sonra ya ders anlattığım güne denk gelirse? dedim kendi kendime. Yüzümde hafif bir gülümseme. Kendi kendimi sıkıştırmayı seviyorum. Evden dışarı çıktım. Her zaman gittiğim yere, Borjo'ya, oturup ufak bir kahve daha aldım... Kahveyi içerken ne garip dedim kendi kendime... Burada hayat çok farklı. Herkes birey olarak var oluyor. Birbiri ile değil. Ve ben bu durumdan bir nevi memnunum. Artık tanımadığım insanların nasılsın demesine bile alıştım. Hatta olması gereken buymuş gibi geliyor. Bir senede ne kadar da değiştim. Ben bunları sorgularken masama birisi tık tık diye vurdu... Amerikalı bir arkadaşım. Oturdu, sohbet ettik. Ben ders için kalktım.

3 saatin sonunda kesinlikle içmem gerektiğine kanaat getirdim. Geçen sene "burası benim barım olacak" dediğim ve bir daha gitmediğim bara gittik bir arkadaşla. Dışarıdaki masalardan birine geçip patates kızartması ve bira olayına girdik. Amerikalılar bu ikilinin öneminin farkında değiller kesinlikle. Shame on you demek gerekirse aha buna derim ben işte. Mal gibi ne var ne yok fıstık ezmesi koyuyorlar.. Hey maşallah.

Üç birayı içtikten ve arka masamdakilerin içtiği sigara kokusunu da fark ettikten sonra kalkalım mı dedim. Ona kalsa daha durabilirdik. Gerek yoktu. Daha fazla kalsam daha fazla konuşacak konu gerekliydi ki çoğu konudan konuşmuştuk. Kalktık. Saat 10:30 olmuştu. Gece çay/kahve için sözleştiğim arkadaşımı aradım yolda. Eve girdim. Huzurluydu. Kendi evim bana hep huzur vermiştir. Dışarı çıkma ihtiyacı gerektirmeyen evlerden diye düşünürken arkadaşım geldi bile. Oturduk, milleti çekiştirdik. O şöyle ve bu böyle... Kendimize bakmadık hiç.

Sanki ben mükemmeldim. Öyle bir insandım ki herkes hastamdı.

Facebook öyle bir yapaylık yaratmıştı ki ne gerçek ne suni ayırt edememiştim.Yüzden fazla mesaj ve bir çok milletten insandan tebrik almıştım. Aralarında sadece bir kere gördüğüm, her zaman birlikte olduğum, bir zaman iyi olduğum, artık konuş(a)madığım, tebrik etmek gerek diye düşünerek yazan, ya da çok vakit geçirmediğim ama samimi olduğunu bildiğim insanlar vardı. Suniydi ya da gerçekti ama ortada benim günümü oluşturmuş bir yapı mevcuttu. Herkes beni mükemmelleştirmişti o gün.

Sanki ben mükemmeldim. Öyle bir insandım ki herkes benim hastamdı.

Not: Bir de cuma günkü kalabalık eğlencesi olacak bunun! Artık onu yazmayacağım.

10 Eylül 2011

-ebilmek büzük ister!

Pek bir şey yapamıyorum.
İçebilmiyorum... Düzgün düşünebilmiyorum..
Uyuyabilmiyorum.
Kısacası Türkçemizin en anlamlı hali ile -ebilemiyorum

Not. Kieslowski'nin belgeselinin son kısmında dediği gibi I'm so so.

Ha bir de Pink Floyd seni yaratan yaradana kurban olayım ben beybi.

Son olarak: David Gilmore kapıyı çalsa mesela şimdi.. Kayboldum ben, çayın var mı dese? Buyur etsem içeri. Lokum ikram edip, kolonya serpsem eline. İki kelam etsek. İngiliz çayı da çay mı pehh gibi cümleler kursam.

Oy oy olsa bunlar ama bir olsa, Kieslowski'yi dünya ahiret tanımam yeminle! O vakit ebilirim..

8 Eylül 2011

Sünnah-Sünni Derken Geçti Bir Ömür Irkçılıkla

Norfolk'un sıcak ama bir o kadar da Londra benim yanımda halt etmiş, istediğim zaman süper haşin bir kadın imajına bürünebilirim tadındaki havasında yazıyorum bu yazıyı.. Kısacası hava yağmurlu arkadaş.

Kafamda geçen gün ev arkadaşımın siyahi olduğunu belirttiğim yazı mevcut. Aha o yazıdan beri gözüme uyku girmez oldu. Ne ara ırkçı oldum ben de milletin teninin rengini yazar hale geldim diye düşündüm. Amerika'ya geldiğimden beri gibi bir cevap bekliyorsan yanılıyorsun cicim. Aldım elime organik çayımı düşündüm. (Amerika'da organik olmayan bir şeye gözünü dikersen yeminle çükün düşer. Aman diyeyim çük önemli.) Neyse, ırkçı yapımı ve ötekileştirme ihtiyacını çocukluğumda yaşadığım iki önemli olaya dayandırdım. Hafızası bir balığınkinden hallice olan bir yapım olduğu için de öyle 6 yaşından öncesine gidemiyorum.

(*Safranbolu'da verdiği yemiş uzun boru şeklinde kamışlar olan çok kullanımlı ağaç)

Sene tahmini 1989 ya da 1990: Safranbolu'daki evimizin önündeki pazar yerinde oynuyorum. Aha yukarıdaki alan olur kendileri. O zamanlar en çok sevdiğim oyun pazar yerindeki ağaçlara uzanıp o uzun uzun yeşil saplarını koparmak ve sapların içlerini çıkarmak. Çıkarılan içleri taş yardımıyla ezmek ve sonrasında bunlardan yemek yapmak. Ben bir kız çocuğu olarak yemek pişirme derdindeyim. O sapların tadına da baktım bu arada. Abim bu sırada diğer erkek kuzenlerle o ağaç saplarından Kızılderili şapkası yaparak savaş oynu oynuyor ve aynı ağaç saplarını silah olarak da kullanıyor. Bir nevi bumerang ama geri dönmeyenini düşünün. Biz bunları yaparken dedemin pazar yerinin bitimindeki çay bahçesinde ya da yakınlarındaki bir yerde arkadaşlarından biri ile tavla oynadığını da hatırlıyorum. Ağacın saplarından bağımsız. Anlayacağınız herkesin kendi kendine oyunlar oynadığı bir ortam var belli ki burada.

Bir gün evdeyim. Dedem giriş katındaki salonda yatmış bana sesleniyor: "Gel buraya, gel. Sevcem seni!" Yok, diyorum... Mızmızlık yapıp gülüyorum. Dedem bu sefer tekrar sesleniyor: "Bak gelmezsen eğer yanımdaki Kürt kızını sevcem." Yorganı çekiyor dedem başına. Ne diyorum, Kürt kızını mı seveceksin... Atlıyorum dedemin üstüne: beni sev beni sev...

Bu şekilde tanışıyorum Kürt sözcüğü ile. Anlamsız. İçi boş. Beyza kızı... Kürt kızı.. Bir isim gibi.. Ama belli ki sevilmemesi gerekir. O varsa ben yokum ben varsam o olmamalı. Bir nevi Kürt kızını sevme/sevmeme oynu. Ah dedem, ne ettin bana! İçime bir ırkçı kaçırdın.

Sene tahmini 1992-3: Beni Kürt kelimesi ile tanıştıran dedem yok artık. Izmir'de ilkokula gidiyorum. Tenefüslerde oynanan oyun iki merdiven arasında zıplamak. Bir çocuğa aşığım okuldan. Peh. Ne aşk ama.. Birbirimizin peşinden koşturmaca oynuyoruz mesela. O kadar gerçek. Sonra yeni bir kız geliyor okula. A. olsun adı bu yazıda. A. pek güzel bir kız... Ama fişini çekmek gerek. Benim aşık olduğum çocuğa bakıp gülümsüyor sürekli. Gıcıklanıyorum uzun süre. Bir süre sonra A. yeni kız olma sıfatını kaybediyor. Aşık olduğum çocuk benim değil onun peşinden koşturmaca oynamaya başlıyor. Sonra bir gün ben merdivenlerde zıplarken Ze. geliyor yanıma. Diyor ki " A. var ya Alevi'ymiş." İlk Alevi kelimesi ile karşılaşmam bu oluyor. Bu sözün iyi olması ihtimali tamamen ortadan kalkıyor. Alevi kesinlikle kötü bir şey olmalı diyorum. Yeni olma sıfatını kaybeden A. bu sefer başka bir sıfat kazanıyor gözümde. Ve hep onunla kalıyor. Ah Ze, dedikoducu Ze. Ne ettin, içime ikinci bir ırkçıyı da sen kaçırdın.

Sene tahmini kendimi bildim bileli: Biraz daha büyüğüm artık. Yazın Yalvaç'a gitmişiz. Denizlerin dut ağaçlı evindeyiz. Aşağı kat biz çocuklara ve annemlere ayrılmış. Bu sefer oynadığımız oyun Orçun Kunek'in şarkılarına gülmek.. Oh Bebek kelimesini her cümlenin içinde geçirmek ve büyüdüğümüzü espiri anlayışımıza katmak. Babam o sene Sünnah kelimesine takmış durumda. Öğreniyorum ki annem Sünnah'mış... Babam şaka yapıyor belli ki ama Sünnah olmak böyle öcü gibi bir şey. Farklı bir şey. Sünni olmak değil Sünnah olmak, vay be.. Farklı olmak. Annem sünnah olduğuna göre ben de yarı sünnah olmuyor muyum diyorum babama. Ya da ablam diyor bunu. O demiştir kesin. İçime üçüncü bir ırkçı da böyle kaçıyor. Yöresel ırkçılıkla tanıştım daha da iflah olmam.

Sene mi? Yok geçenlerde: Yeni bir söylemle karşılaşıyorum: "Ehh. Sünni'nin kuyruğu olur." Şiiler'in Sünni'ler için kullandığı bir cümle. Sanırım Türkiye'de de Aleviler için kullanılıyor. Anlamını soruyorum Şii arkadaşıma. Bilmiyor. Annesine soruyoruz, bilmiyor. Ninesine soruyoruz bilmiyor. Ama kime sorsam: "yok yok öyle değil. Yalan o cümle" diyor. Yok diyorum alındığımdan değil ne anlama geliyor. Çıkmıyor anlamı. Bana sorarsan 'nerede puştluk orada Sünni' anlamına gelebilecek kapasiteye sahip bir cümle bu. İçime bir ırkçı daha kaçıyor. Kendi mezhebime bakıyorum. Ne mezhepsizim arkadaş diyorum.

Sene mi? Yok sene değil, günlerden bugün: Yatakta uzanmış gözlerimin altındaki şişlikleri indirmek için buzlukta bir süre dondurduğum iki dilim salatalığı gözlerime koyuyorum. Güzelleşme oyunu bu. Allah'ın vermediği güzelliği hıyardan beklerken yan odadaki kızın siyahi olduğunu belirttiğim yazıyı düşünüyorum ve içime Amerika'lı kaçacağına hıyar kaçsın diyorum. Bu sefer de Amerika'lıyı ötekileştirdiğime gülüyorum.

Salatalıklar iki yana düşüyor.

3 Eylül 2011

Virginia'nın Sesi Gazetesi: Bir Üçüncü Sayfa Haberi--Türk Kızı B.Ü Dehşet Saçtı

Dün gece Türkiye'deki gazetelerden ne bileyim bir Posta ya da Hürriyet'e falan üçüncü sayfa haberi olabilecek bir durum canlandı gözümün önünde. Kaldı ki ikinci sayfa ünlüler geçidi ya da son sayfa kapak kızı haberlerinde kendimi hayal edemiyorum. Benden iyi 3. sayfa haberi olur:

Virginia'da ev arkadaşını av tüfeği ile öldürdüğü iddia edilen BÜ (27)'ye neden yaptınız diye sorulduğunda kafam attı sıktım beynine diye cevap verdi.

Arkadaş o değil de ya ben ölcem ya da ev arkadaşım. Hani başka bir çözüm bulamadım ben şu iki günlük ev arkadaşlığımıza. Kendimi Amerika'ya eğitime gelmiş ve Amerikan kültürünü bozuk bulan bir Sayyit Qutb gibi hissediyorum. Aha radikalleşme semptomları da göstermeye başladım. Ev arkadaşım ise filmlerde gördüğümüz "hey Joe, wassup" diye konuşan Amerika'nın dejenere gençliği.

Oysa kızı görmeden önce şöyle hayal etmiştim: Saçlar en dipten kıvırcık, şarısın, en az 25 yaşı var. 80ler sonunda kalmış. Tozluk takarım, bol bir elbise ve üzerine salak bir kemer takarım, elbisenin kolları yarasa kol olmazsa da olmaz. Aklımda diskotek'e giden perma saçlı Türk kadını imajı ile bir Amerika'lı tarif ettiğimin de farkındayım. Ama buydu gelmesi muhtemel kız. Ya da en kötü bir Hintli falan gelecekti. Ama adam akıllı olacaktı. Öyle kendi halinde takılacaktı anlayacağınız. Eğlenmek istiyorsa diskotek'e gidecek ya da eğlence anlayışı benim gibi yoga yapmak falan olacaktı. Ben bir ev arkadaşı değil bildiğin kendimden yan odada da olsun istemiştim.

Gel gör ki kültürümüzün görsellik ve ses bakımından en hoş çıkan ifadelerinden "ahanda bunu alırsın, şırakkk" ile karşılaşmam uzun sürmedi.

Şöyle bir üçüncü sayfa haberi de yakışır bana:

Gürültü yaptığı gerekçesi ile ev arkadaşını damdan aşağı atan BÜ(27) bir daha olsa yine yaparım, üstüne Roma'yı da yakarım dedi. Bu sözleri üzerine akli melekelerinin yerinde olmadığından şüphenilen BÜ soruşturma için Virginia Polis Karakolu'na nakledildi. BÜ'nün yol sırasında Karakolda ayna var, ayna var diye türkü tutturması gözlerden kaçmadı.

Biri de bana 3 gün değil 3 ay değil 3 sene be Cevriye demedi şu ömrü hayatımda. Bu babamın "ömrü hayatımda iki kadın benim için kavga etmedi" demesi ile eşit tutulacak bir cümle. İçine oturmuş onun da zaar. Sabit bir konuda kalmasını öğrenemedi gitti şu aklım. Ne diyorduk. Evet son haberi beğendim.. Bana bu tarz bir 3. sayfa haberi yakışır. Gerçi esmere ne yakışmaz be arkadaş. Dur lan kumralım ben esmer değil. Ya esmer olacan ya sarışın.. Arada kaldın mı yeminle Mevlana gibi dönüp durun. Bir "Kumral'ın hastasıyım, yolların ustasıyım" gibi kamyoncu logoları ya da "Kumral dedim be dedim" gibi şarkı sözleri yazılmaz bize. Aha anca Rafet El Roman'ın "kumral bomba" adlı şarkısı olur ki o da zaten arak arkadaş. Hangimiz Raga Oktay'dan tamba tumba esmer bomba sözlerini hatırlamıyoruz ki. Raga Oktay'da araklardan arak beğenmiş olmalı ki Türkan Şoray'ın 1968 yılında çekilen "Dünya'nın en güzel kadını" adlı filminden almış bu sözleri.. Vay didim.. Ne gebeş milletiz. Herkes birbirinden götürmüş... Hayır Türkan Şoray'ın bu filmde Türkan Moray'ı canlandırması da ayrı bir husus. Sinemada self-plagiarism olsa bu kadar olur.

Ne diyordum evet kumral, esmer, sarışın falan derken mevzuyu sapıttık. 80'ler hadi bilemedin 90'lardan çıkma bir ev arkadaşı bekliyordum en son. Gele gele 17-18 yaşlarında, siyahi, diş telleri takan ama asi bir tip geldi karşı odama... Umut Sarıkaya olaydım da çizivereydim bu genç ergeni keşke.

Oysa ki ben kendisinin odasından all that she wants is not a beybe, she's gone tomorrow gibi sözlerin yükselmesini beklerdim. Olmadı, kısmette yoksa olmuyor, ne yapsın ya'rab. Ulen "ya'rab" kelimesi kafamda deh deh düldül, deh deh düldül, sen düldülsün ben bülbül sözlerini nasıl çağrıştırabilir. Oldu mu oluyor. Nereden çıktın sen Yılmaz Morgül, yerin yok bu yazıda. Yaaa de get.

3. sayfa haberine geri dönersek başka bir haber de şu olabilir:

Amerika'ya eğitim için giden Türk kızı içmeyerek esrara alıştı: Yan odasına yeni ergen bir Amerikalı siyahi kızın taşınması sonucu her gün koridoru kaplayan esrar kokusuyla güne başlayan Türk kızı bir ayın sonunda dumandan esrarkeş oldu. Bütün doktora hayatı kayan Türk kızı BÜ bunca sene içmedik de ne oldu gibi sözler sarfederken oda arkadaşının arada esrarı tütsü niyetine yaktığı ortaya çıktı. Türk olsa sana n'oluyor hacı diyebilecek kapasiteye sahip siyahi kızın: "Henüz 17 yaşındayım, istediğimle yatar istediğimle kalkarım.. İstediğimde esrar çeker istediğime çakarım" sözleri dikkat çekti. Türk kızı BÜ bu durum üzerine akıllı beni bulmaz deli dibimden ayrılmaz diyerek, yetkililere: "Kaçacak yer ararım görsem karanlıkta. Yeminle Kıl oldum abi" diye seslendi.

Hülasa, bir kaç gün daha esrar'lı geçerse hayat, bu doktora bitmez arkadaş. Ya ben giderim ya da bu kız, başka yolu yok bu işin. Zaten notu da çaktım buzdolabına: "Hey yavrum, azcık daha tüttürürsen ev sahibesi ile imzaladığın kontrat da kıçında tütecek" diye. Ama ne diyom, kime diyom... Bakıyom karşımda tam bir andavallı tam bir mal!

31 Ağustos 2011

Dönersen Islık Çal: Şeker Kutusu



Bundan seneler önce TRT 1'de yanı başımda Berfu ile izlediğim sonrasında hiçbir yerde bulamadığım "Dönerden Islık Çal" ruhumda yer etmiş olacak ki bir umut online var mıdır diye arattım yine filmi. (Senelerdir hiçbir şekilde bulamadığım bu filmi youtube a koyan sinemasever arkadaşa buradan selamı çakarım.)

Bir cüce ve bir travestinin arkadaşlıkları...

Dönersen Islık Çal bir dostluk filmidir. Hem de kör göze parmak, yeni nesil dostluk filmlerinden değil. Belki de normal koşullarda hiç yanyana gelmeyecek iki insanın dostluklarını anlatır. Sadece anlatmakla kalmaz bir de sorgulatır bize dostlukları. Tesadüfi bir başlangıçtır onların yaşadıkları. Kırgınlık, kızgınlık kalmadan tekrar geri dönmeleri gösterir... Fikret Kuşkan'ın travesti rolü ile gönüllerde taht kurduğu ve Mevlüt Demiryay'ın barmen bir cüce (küçük adam) rolünü oynadığı filmdir Dönersen Islık Çal. Demiryay öyle güzel cüce rolü yapmıştır ki, filmde söylediği sözlerle etkilemiştir bizleri... En beklenmedik anda şöyle demiştir mesela:

"Şimdi yönetmen Memduh Bey... Biraz sonra da Boy Profesörü Ahmet Bey... İnsanları kandırıyorsunuz. Artık boyumun uzamasını istemiyorum. Cüce olan ben değil sizsiniz."

Herkesin kendisine ait gizlileri olduğunu anlatır filmin başka bir kısmı... Açılmaması gereken bir kapı vardır. Oturur düşünürsüzün üzerine, kendi gizliniz nedir diye. Kendinizle barışmanız gerektiğini öğrenirsiniz, "boyunun uzayacağı yok istersen aklını uzat" dendiği sahnede. 1990'ların en karanlık hallerini anlatan bir buhran filmidir Dönersen Islık Çal. Dönemin Istanbul'unu ve insanlarını anlatır. Bir travestiye ve cüce'ye olan davranışları gösterir. Ufak gülümsemeler yaratır izleyicinin yüzünde arada. TRT'deki haber müziği ile mesela çocukluğunuza dönersiniz. Aklınıza TRT'nin günlük programını bitirdiği o siyah-beyaz ekranlı sahne gelir.

Cam cama can cana diye içilir rakılar bu filmde...

Ya da aşağılanmış ve travesti dostundan kötü sözler işitmiş bir barmen-cüce, çocukluğumuzun en dramatik tekerlemelerinden birini söyler bu filmde. Onun o yavaş yavaş ve tezat bir şekilde huzurlu sesi ile söylediği tekerlemeyi tekrar dinleyince bir çocukluk tekerlemesinin altında nelerin yattığını sorgularsınız siz de:

Üşüdüm üşüdüm
Daldan elma düşürdüm
Elmamı yediler
Bana cüce dediler
Cücelikten çıktım
Anneme gittim
Annem pilav pişirmiş
İçine cüce düşürmüş
Bu cüceyi ne yapmalı
Minareden atmalı
Minarede bir kuş var
Kanadında gümüş var...

Filmin ilk sahnesindeki cümleler içinizi ürpertir... Duramazsınız da.. Sonra gelecekleri bilmenize rağmen tekrar izlersiniz. Arkada çalan ufak türküler takılır aklınıza. Herkes yalnızdır da aslında ama arada oluşan ikili ilişkiler dikkat çeker. Derya Alabora orospu'yu canlandırır. Menderes Samancılar'ın travesti ile olan arkadaşlığı farklıdır. Yalnız bir ev sahibi temizlikçisi ile yalnızlık oynu oynar.

...ve Fikret Kuşkan'ın şalını arkaya doğru atıp yürüdüğü sahne kalır akıllarda geriye...



Ufak bir not:
Dönemin Kültür Bakanlığı'nın katkılarıyla çekilmiş olan filmin DVD'si ya da herhangi bir kaydı bildiğim kadarıyla satılmıyor. Bu yüzden de youtube'taki televizyon çekimi ile yetinmek durumunda kalıyor insan. Ancak hiç yoktan iyidir! İyi seyirler olsun Şeker Kutuları.



28 Ağustos 2011

Kasırga Irene ve Yanında Getirdiği Düşünceler Üzerine

Amerika'da olmak bazen dünyanın diğer bir ucunda salyangoz olmaya benziyor... Sümük sümük, yapış yapış... Yağmurlu havada...

Ertesi gün öğlen 2: Amerika'nın en adi birası olan Budlight elimde. Bir kasırgadan sonra açık olabilecek 3 mekandan birinde oturuyorum. Sushi'yi soya sosu için seven bir yapım var. Bozuk bir yapı.

Amerika'da kızlar kendiliğinden veriyormuş... Mantığa gel.

Güzel bir odam var... Çatı katında.. Yerde bir yatak, kırmızı çarşaf--siyah yorgan... Kasırga sırasında uçma ihtimali olan ilk yer: Benim odam...

Dün gece saat 19:30... Elimde Rilke'nin yazdığı "10 Letters to a Young Poet" var. Dışarıda büyük bir uğultu. Ağaçlar evin üstüne üstüne bükülüyor... Rilke, Edgar Allen Poe'nun hikayelerinden bahsediyor bir yerde. Çat. Bir gürültü kopuyor. Tam yerinde, Poe diyince ürkmemek olmaz zaten derken elektrikler gidiyor. İlk aklıma gelen şey: buzdolabındaki yiyeceklere ne olacak?Kadın olmaktan mı bu durum... Erkek olsaydım eğer "pehh maç gitti" diye düşünebilirdim oysa ki.. Koşullandık mı ne yaptık çocukken?

Amerika'da kızlar kendiliğinden veriyormuş. Mantığa gel.

Elektrikler gitti... Saat erken.. Mum yakmak için güzel bir neden... Mum ışığında kitap okuma işlemi.. Artizlik için olsa eğlenceli olabilirdi ama cool hatun edalarına girecek durumda değilim. Ağaçlar üstüme üstüme geliyor bak yine. Bir Tim Burton filmi çekilebilir miydi benim odamda.. Yok o da olmazdı. Aklımda bir kare var, gitmiyor... Evin yanında bulunan ağaca "Life Tree" adını takıyorum... Life Tree üstüme düşse aklımda bulunan bu kareyle ölmek istemiyorum.
Ertesi gün akşamüstü 6: Fransız şarabına geçtim, Rus arkadaşın evinde. Adi Amerikan birasından iyidir. Beş gündür karnımda bir ağrı. Geçmiyor... Geçer.

Nerede kalmıştım. Evet, elektrikler gitti. Evdeki güvenlik sistemi devre dışı. Her dakikada bir bip sesi geliyor... Hem de öyle böyle değil inletiyor evi... Lanet olsun. Yanına gidiyorum, kod girmemi söylüyor. Bilmiyorum ki ne kodu gireceğim. Ev sahibini arıyorum. Sakin ol, hiç bir düğmeye dokunma elektrik gelince kendi kendine tekrar devreye girecek sistem diyor. Sese alışıyorum. Çatı katında olmanın güzelliği sesi daha az duymam oluyor.... Öyle bir rüzgar esiyor ki bir ara tam uykuya dalmak üzereyken sıçratıyor beni yatağımdan. Mum yakıyorum tekrar. Yatakta yazı yazmaya başlıyorum... Aklımda yine o kare Türkiye'den. Git diyorum. Kovuşturuyorum, gitmiyor.

Amerikada kızlar kendiliğinden veriyormuş. Mantığa gel.

Yazı da bitiyor.. Muma üflüyorum.. Sönmüyor. Bir kere daha üflüyorum. Sönmüyor. Sinirleniyorum. Çok çabuk sinirlenir bir yapım da yoktur. Lanet kasırga. Hiçbir şey yaptırmadı bütün gün. Korkuyorum sanırım. Sevmiyorum korkmayı. Yalnızım diye mi korkuyorum. Deli gibi bir kasırga.. Adı üstünde.. Birisi çığlık atıyor sokaktan. Sonra ikinci bir çığlık geliyor. Yardım mı istiyor birileri diye düşünerek pencere kenarına gidiyorum. Life Tree üstüme doğru eğiliyor. Silah sesleri. 4 el ve ardından tekrar çığlıklar, ve gülmeler. Silah sesini duyunca pencereden bir adım geri atıyorum. Amerikan gençlerinin eğlence anlayışı.. Balkon'a çıkıp bağırmak, mümkünse havaya ateş etmek. İkinci kısım o kadar da yabancı gelmiyor bana.

Amerika'da kızlar kendiliğinden veriyormuş. Mantığa gel.

Tekrar uzanıyorum kırmızı çarşaflı yatağıma. Ölsem ne olacak.. Öleyim. Ölmeye yatayım o zaman. Tam uykuya dalacak gibi oluyorum. Telefonuma mesaj geliyor. Abim. Kiril alfabesi sanki, Turkce karakter kullanmış yine. Turkce karakter kullanmamalısın, okunmuyor diye cevap veriyorum. Arıyor bu sefer. Saat 3.30. Açıyorum. Beyza, iyi misin diyor? Telefonu kapatıyorum. Siyah yorgana sarılıp merdivenlerden aşağıya doğru iniyorum. Kırmızı çarşafım geride. Aklımdaki kare kırmızı çarşafımla birlikte geride kalıyor. Güvenlik kutusundaki ses kesilmiş. Elektrikler mi geldi diye bakıyorum. Hayır. Pili bitmiş olmalı. Kanepeye uzanıyorum.
Aklımda bir kare.. Ablamla İzmir'de yürüyoruz ve "yabancı kızlar kendiliğinden veriyormuş" cümlesi ile dalga geçiyoruz. Kafalar hafif dumanlı. Rüzgar aynı hızıyla devam ediyor ama kanepenin huzuru çöküyor üstüme. Sanki kollarının altına alıyor beni. Ankara'dan bir sahne geliyor aklıma. Tamam, uyuma zamanı artık.

13 Ağustos 2011

Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa'dan Ufak Alıntılar

"Bu seyahatin [Avrupa seyahati] iki faydası oldu:
1. ...
2. Bana hayatımın muhasebesini yaptırdı. Ben hiçbir şey yapmamışım, hiçbir iş görmemişim. Hiçbir eksiğimi tamamlamamışım.

Kabahatlerimi biliyorum. Kendime mühlet vermeyeceğim."

[27 Eylül 1953'te trende yazıyor Ahmet Hamdi Tanpınar bu sözleri... (Keyman & Enginün, Tanpınar'la Başbaşa, sy.108)]

...ve başka bir zaman şunları söylüyor:

"Hayatımda aşk yok. Beni yalnız o diriltebilir. Yahut da muntazam çalışmak. Bugün uyku ilacını bıraktığımın on ikinci günü. Fakat beraberce rakıyı da, çalışmayı da bıraktığımı unutmayalım." (sy.93)

31 Mart 2011

Amerikadaki Sekizinci Ayda (Davul ve Zurna Eşliğinde Kutlamalar)

Arada özlüyor insan ülkesini... Ahh diyorum Tunalihilmi'de yürüyüşe çıksaydım şimdi...

Sonra Cemal Süreyya geliyor aklıma. Ne de güzel yazmış, en sevdiğim üç şehir hakkında: Ankara, İstanbul ve İzmir...

Ankara, Ey iyi kalpli üvey ana.
Bu şehri bu kadar yalın anlatan başka bir şey olamaz sanırım. sorumluluklarını bilen, asla kötü davranmayan ama sonuçta bir üvey ana olan ankara. Bu şehirde insanlar bekler. Emekliliği, askerliğin bitmesini, rüşvetin gelmesini, gönderdiğiniz evrakın cevaplanmasını, suskun devletin konuşmasını beklerler. Taşı çatlatacak bir sabırla bir şeyleri beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır. Belki denizi görselerdi beklemezlerdi. denizi su sanırlar. Suyu görmek için göllerin kıyısına gidersiniz ama su ufka uzanmaz. Bir suyu deniz yapan ufuk yoktur ankara'nın göllerinde. Oysa ne önemlidir suyun hiç bitmemesi ve uysal bir sevgili gibi gökyüzüyle birleşmesi. O vaatker ufuk çizgisi, o nasıl güzeldir. her zaman ötelerde bir şey olduğunu fısıldayan o şehvetli çizgi. İnsanlar Ankara'da beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır.

İstanbul'da ise durum daha vahimdir. Hayat sanki bir adım ötede duruyor gibidir. Doğruya doğru, dünyanın en güzel şehridir istanbul, ama hayat eli çabuk davranır. Daha siz elinizi uzatmadan işveli bir kadın gibi kaçar gider. bu yüzden hırsla kovalarlar hayatı istanbullular. beklediği şeyin belki de hiç gelmeyeceğini söyleyen şeytani fısıltıya rağmen, Ankaralının dingin tevekküllü bekleyişinde bir huzur vardır. Ama istanbullunun hırslı kovalamacasında ne huzur vardır ne de tatmin. Dünyanın en güzel şehri hemen kol mesafesindeyken kendilerini yiyip yutan bir kovalamacanın içinde kaybolur giderler. Hayat kaçar, onlar kovalar.

Ama İzmir... İzmir'de hayat beklenmez, kovalanmaz da. o zaten sizinle beraberdir. Ufkun ötesini muştulayan bir deniz vardır. Mutlulukla dolu, sakin bir sevişmenin tadındadır körfez. Körfez vapurlarının sakin gidişinde hırslarınız yok olur, kovalamayı bırakırsınız, hatta martılara gevrek atacak kadar iyilikle dolarsınız. Ne varsa bu şehirde, bayatlamış vapur çayı bile nektar olur. Hafta sonları denize doğru bir göç başlar. "Ey hayat, biz çeşme'ye gidiyoruz sen de arkadan gel" der İzmirliler muzipçe. Ve ne gariptir ki hayat, uslu bir çocuk gibi onların peşinden gider. Ne garip, uçak biletinin üzerinde adımın hemen yanında yazan izm harflerine sevgiyle bakıyorum. sabırsızım, sevgilisine kavuşacak aşıklar kadar. (Cemal Süreyya)

Düşünüyorum Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 5 Şehir'i geliyor aklıma ve
"Beş şehir'in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı duyulan iştiraktır" demesi...
Bir hüzün kaplıyor içimi o vakit. Ne iyi kalpli üvey anaya olan hasret bitiyor ne de yeniye karşı duyulan iştirak. Bir nevi "Araf'ta" kalıyorum.

**"Başlıkta bahsi geçen davul ve zurna Tanpınar ve Süreyya'nın eserleri olarak algılanabilir... Gerçi hangisi davul hangisi zurna olmalı ona henüz karar veremedim" der bir İzmirli muzipçe.

15 Ocak 2011

Bireysel Silahlanma Üzerine


Normalde yapmam! Neyi mi? Birazdan başka bir blog'u ve web sitesinin adresini vereceğim ve kendilerini yerden yere vuracağım. Şimdiden davranışım için özür diliyor, düşüncenin açık anlatılmasından taraf olduğumu vurguluyorum.

Bloglarının ismi Bireysel Silahlanma ve Savunma Hakkı (BSSH). 2009 yılından beri blog yaşamındalar. Kendilerinin sivil bir hareket olduğunu söyleyen bir kesim. Geçen sene Today's Zaman gazatesinde kendileri hakkında haber de çıkmıştı. Ana amaçları Türkiye'de bireysel silahlanmayı sağlamak. Bu konu bu sene fazlasıyla gündemdeydi zaten. İlk başta sinire kesmemiştim ama durup düşündükçe hiçbir şey söylemeden geçemeyeceğime kanaat getirdim. Bu grubun yayınladığı ilk yazının başlığı "Tedbirli Ol Güvenliğini Koru" adını içeriyor. [Azıcık laf sokarak devam ediyorum]: Pardon ama tedbirden kastınız silah taşımak mı? Öhömmm.. Evet evet silah taşımayı tedbir olarak gören bir kesimle birlikteyiz. Bütün halk taşıyacak hem de... İsteyenler yani. Kolayca satın alıp beline takacak, evinde tutacak insanlar. Ha bir de diyorlar ki ruhsatlı olduğu sürece bu silahlar hiçbir soruna yol açmaz. Bakın cinayetlere hepsi ruhsatsız silahla oluyor. Öyle mi, aa ne güzel rahat olalım o zaman... Hemen silah hakkı verelim olmaz mı?

O zaman soruyorum kendilerine bizim ana sorunumuz ruhsatsız silahları ortadan kaldırmak değil midir? Şimdi siz hem ruhsatsız silahları ortadan kaldıracak bir çözüm sunmayın- aklı yerinde, olabilir bir çözüm- hem de kalkın isteyen silah alabilsin diyin. Pardon sivil bir girişim'im mi demiştiniz? Kime giriyorsunuz? Bir de bilinçsizce yazılan yazıları var ki babannem yaşıyor olsa "ah ah tüh tüh.. görüyon mu delilerin içinde kaldık" derdi. Bakın bir haberlerini direk koyuyorum:

Kadın şiddet görmüş, tecavüze uğramış devlet bir şey yapmamış tek çözüm alalım bireye silahı verelim. O başının çaresine bakar. Bu mudur sizin hak, adalet anlayışınız. Sivil bir girişim olduğunuzu söyleyip de bu konuda yardım sağlayabilecek sivil toplum kuruluşlarını da mı bilmiyorsunuz? Misal; verelim Ayten'e silahı öldürsün Osman'ı. Oldu başka bir isteğiniz var mı? İsterseniz bir de özel eğitim dersleri verelim nereden vurursak direk gebertiriz karşıdakini diye.. Vallahi iyiymiş muz cumhuriyeti zaten burası. Bir de faydalı siteler diye spor olarak silah kullanan insanların siteleri konulmuş. Zaten Türk milletinin ana sporu silahtır. At, silah, avrat anlayışından gelmekteyiz değil mi... Gazete haberinde de kültürümüzün içinde olduğunu söylemişler. Kültür dediğiniz olgu gelişen, değişen, dinamik bir yapıdır. Siz bundan 50-100 sene önceki döneme bakarak kültürümüz budur diyemezsiniz efendim. Hangi kültürden bahsediyorsunuz. Savaşçı toplum, barbar Türkler anlayışında mısınız?

Sinire kestim resmen okurum bu sefer. Neyse konuyu alaycı yazım tarzından teorik ve pratik noktalarına değinerek kapatacağım. Bilirsin güvenlik alanında uzmanlaştım. Hala da aynı konuda çalışıyorum. Şimdi güvenlik dediğimiz olgu kırılgan bir yapıdır. Birey, grup, devlet güvenliği gibi ana hususları vardır. Şu andaki yapıya devletler bünyesinde baktığımız zaman silahsızlanmaya doğru gidişi görürüz. En basitinden bu durum hem konvansiyonel silahlar hem de nükleer başlıkların azaltılması anlamında gerçekleşiyor. Bireysel güvenliğe baktığımız zaman ise çevre güvenliğinden tutun da bireyin sadece hayatta kalması değil aynı zamanda da güvenli bir yaşam yaşayabilmesi söz konusu. Bu çerçevede bir kaç kritik görüş ortaya atılmıştır. Bunlardan birisi bireysel silahlanmanın yararı ve zararı konusundadır. Benim görüşüm açıktır ki birey istediği kadar silahlansa da kendini güvende hissedemez çünkü aynı devletlerde olduğu gibi silahlanma karşılığında korkuyu ve daha çok silahlanmayı getirir. Hatta silahlanmanın birey üzerinde yarattığı korku yaşam kalitesini de etkileyecektir. Bu açıdan silahlanma konusuna sadece yaşamı idame ettirmek üzerinden bakılmamalıdır. Yaşam kalitesi ve insanların refah ve huzur içinde yaşayabilmesi de bir güvenlik konusudur.

Dünya'da silahlanmanın bireysel bir hak olduğu bir ülke olarak Amerika'yı görmekteyiz. Zaten silahlanma yasa tasarısı üzerine verilen örneklerde de "Bakınız Amerika'da bireysel silahlanma özgürlüğü vardır" gibi atıp tutulan laflar mevcut. Evet Amerika'da silahlanma bireysel özgürlük adı altında geçer ve anayasada da vardır. Ancak bahsettiğiniz anayasanın ne zaman yazıldığını biliyor musunuz? Amerika diye verdiğiniz örnek sivil savaş sırasında doğu blokta insanların silahlanarak kendilerini savunmasıyla oluşmuştur. Bu dönemde siyahi kesim üzerinde uygulanan politikalar silah kullanma ve sivil savaş işe gerçekleşmiştir. Ardından da eşitlik ilkesi ile bu madde ortaya çıkmıştır. Bireysel bir özgürlük olarak sunulan bu madde her eyalet tarafından da işlenmemektedir.

Amerika'daki pratiğe baktığımız zaman bireysel silahlanma sonucunda bir sürü deranged tipin eline silahı kaparak önüne gelene ateş ettiğini görüyoruz. Bir kaç sene önce Virginia Tech. Üniversitesinde bir öğrenicinin silahı ile önüne gelene ateş ettiğini unutuyoruz. Ya da daha bir hafta önce Arizona'da bir gencin kongre üyesini başından vurduğunu ve 6 kişiyi kendini kaybederek öldürdüğünü de görmüyoruz. Bu örnekler Amerika'da her gün oluyor. Bahsi geçen bireysel silahlanma hakkını savunan bir eyalette yaşıyorum. Bulunduğum yer Virginia'da her hafta polis alert adı altında mailler alıyorum. Bu haberlerin genelinde 3-4 kişilik grupların akşam saatinde silah zoru ile yoldan geçenlerin çantalarını almaları mevcut. Bahsettiğim durum öyle izbe bir yerde olmuyor. Kampus içerisinde bile olanlar var.

Şimdi siz bana hala silahlanmayı savunun. Hatta bir de ruhsatsız silahlar ana sorun diyin. Amerika'da bu durum ruhsatlı silahlarla yapılmaktadır. Siz cinayetten bahsediyorsunuz ben yaşam kalitemin düşmesinden, korkunun en büyük öğe haline gelmesinden bahsediyorum.

Bireysel silahlanma demek... Kime karşı? Sana, bana karşı öyle mi? Bravo cinayet, tecavüz, kapkaç gibi sorunlara daha güzel bir çözüm bulunamazdı zaten(!). Tebrik ediyorum. Dikkat edin de o sizi koruyacak olan küçük silahlar elinizde patlamasın efendim.