Dikkat! Çok uzun ve hatta biraz gereksiz bir yazı. Ortaokul günlüğü gibi, şuraya gittim buraya geldim filan yazdım. Amaç biraz da kayıt düşmekti aslında, zira yeni defterime ancak İzmir'de başlayabildim. Bu nedenle sıkılacak gibi olursan bırak gitsin, okuma len. (Belki en sondaki otobüs maceramı okumak istersin ama.) Güzel güzel şeyleri bu yazıdan sonra yazacağım, hele bir dur şunu yazayım da.
İş güç bitti malumunuz, ve hatta yazmadığım bu süre boyunca işsiz ilk günlerimin heyecanı da bitti. Sanki durumum hep buymuş, senelerdir aylak adam olarak takılıyormuşum gibi bile gelmeye başladı.
Sanki işten, şöyle rahat rahat gezeyim, tatilimi neyim yapayım diye ayrılmışım gibi, neredeyse o mutlu günden beri gezmelerdeyim, içmelerdeyim. Hadi içtiğim benim olsun (muhteviyatı malumunuzdur zaten) gezdiğimi anlatayım ben en iyisi. Yoksa başka türlü girişemeyeceğim yazıya.
17- 24 Temmuz 2009 Kaş - Ateş Pansiyon
İşten ayrıldığım 3 Temmuz Cuma ile 17 Temmuz Cuma arasındaki günlerimi, evde iş arayan kardeşimi "Yiğit len, gündüz evde ne yapılıyor? Şimdi televizyon mu izlememiz lazım? Yemekteyiz mi, bu ne be? Eveet, sanırım şimdi kanepeye uzanıp kitap okumalıyım, di mi? Ha, film mi izleyelim?" gibi sorularla bunaltarak geçirdiğimden kelli, 17 Temmuz'un gelmesine en çok Yiğit sevinmiştir diye düşünüyorum. Neyse ki son günlerde sabahın sekiz buçuğunda uyanıp, bir saat sonra geç oldu diyerek kendisini uyandırmalarım bitmiş, uyanma saatim gittikçe geçlere doğru çekilmeye başlamıştı.
Şimdi, Kaş tatilini anlatayım diye giriştim ama, o rüya gibi günleri nasıl anlatacağım, neresinden başlayacağım bilmem. Beyza'nın pis, gıcık tezi yüzünden gelemediği Yiğit-Berfu-Deniz üçlemesi ile katıldığımız bu müthiş etkinliği, orada tanıştığımız süper insanların katılımıyla toplamda on altı kişi olarak her sene tekrarlamaya karar verdik, o kadar söyleyeyim.
Önce biraz Ateş Pansiyon'u anlatmalı. Kaş'a her gittiğimizde kaldığımız Gülşen Pansiyon'da yer olmadığını öğrenince (aslında zaten artık farklı bir yer görmek istiyorduk.) özellikle Ekşi Sözlük'te ballandıra ballandıra anlatılmış Ateş Pansiyon'da karar kılmış ve yer ayırtmıştık. Bu karardaki en önemli etken, olumlu referanslar dışında, deniz manzaralı teras ve tabi ki merkeze yakınlık oldu. Ama gittiğimizde gördük ki, odaları oldukça temiz, klimalı, terasın manzarası ve ortamı süper, üç dakikada yürünen Lemonya adlı plajı (Ateş'ten geliyoruz deyince şezlong, şemsiye, havlu parası yok) müthişmiş. Tabii ki sahipleri Recep Abi ve Ayşegül Abla'nın içtenlikleri, diğer misafirlerin tam kafamıza uygun kişiler olması gibi etkenlerle Ateş, bizim şimdiye kadarki en güzel tatillerimizden birini geçirdiğimiz mekan olarak da hep aklımızda kalacaktır. Kaş sevici herkese tavsiyemizdir.
İlk gün, odamıza yerleştikten sonra hemen denize girdik. Geldiğimizde yorgunduk ve 'akşam yemeklerini geçiştirelim, tatil ucuza gelsin' planımızı unutup pansiyonda yemeye karar verdik. Ama ne yemek! Yiğit'in kızlar az yer genellemesini alt üst edercesine açık büfe mezelerden ikişer tabak yiyip doyduktan sonra, Recep Abi'nin mangalda pişirdiği sarımsak soslu çipuraları da bir güzel götürdük Berfu'yla, Yiğit'le yarıştık yani.
Sonra, saat dokuza geldi diye acele acele hazırlanıp çıktık, hastası olduğumuz şehir merkezine seyirttik. Fakat meydan ve barlar, yaşlı amcalar filan haricinde neredeyse bomboştu. Kaldırıma oturup biralarımızı içerken "bu sene gerçekten turizm cortlamış" içerikli konuşmalar yaptık. Halbuki, dokuz dediğin saat Ankara için geç bir adım, tatil dünyası içinse büyük bir tezcanlılık saatiydi. Bunu, saat on iki gibi her yer hınca hınç iken yorgun bir halde pansiyona döndüğümüzde fark ettik. Hatta ben bir ara "olm, bence bir otobüs insanı buraya atıverdiler, bu kadar aniden dolar mı yahu her yer?" diye bir iddiayı ciddi ciddi ortaya atacak kadar şaşırmıştım.
Ertesi gün kahvaltıda, bir gün önce tanıştığımız Sevinç Abla ve Esra Abi çifti, arkadaşları ve çocuklarıyla kaynaştık. Yaşlarına rağmen çok kafa ve hatta çılgın bir çiftti, süper insanlardı. Aynı günün akşamı Pınar-Tolga çifti ve baldızlarla tanıştık. O kadar iyi anlaştık ki, o akşamı terastaki çardakta muhabbet ederek geçirdik. Tabi, Recep Abi'nin de gazıyla ertesi günü pansiyonda topluca rakı balık yapmak üzere ayırdık. Bu arada, tamamen tesadüfi bir şekilde Yiğit'in dört arkadaşının da Kaş'ta olduğunu öğrendik ve onları hemen Ateş'e aldırdık. Hop, oldu mu sana kocaman bir grup? Oldu.
Ertesi gün, dalgıç teknesiyle denize açılıp, Kaş'ın akvaryum gibi denizinde altta teçhizatlı dalgıçlar, üstte şinorkelli bizler olmak üzere yüzdük, güneşlendik. Akşam, upuzun bir masa oluşturup rakı balık gecemizi düzenledik. Öyle güzel bir gece oldu ki, dostlar başına. Sanki hep beraber birimizin yazlık evine gelmişiz gibiydi. Tolga'nın bas sesiyle söylediği, Pınar'ın sufleleri sayesinde interaktifleşen süper şakılar söyledik. (Akşama Geleceğim ve Fes Başına.) Recep Abi arada bize bir tekila açtı, ikram. Sonra, polisin uyarısı sonucu o kadar kişi kalktık meydana gittik. Orada eğlenmeye devam ettik. Gecenin sonunda Lemonya'dan denize girmeye kalkışıyorduk ki, o iyi ki olmadı.
Kaş'taki günlerimiz hep bu minvalde devam etti. Ateş Pansiyon, Lonely Planet'te ve diğer sırt çantalı gezgin kataloglarında adı geçen Kaş'taki tek (sanırım) pansiyon olduğu için arada bir sürü yabancı turist ağırladık, yolcu ettik. En son gün biz giderken neredeyse tüm pansiyon aşağıya indi, arkamızdan su döktüler. Hep birlikte üzüldük. En son otobüsteyken üçümüzün 'gitmesek mi yaa' diye cama yapıştığımızı hatırlıyorum. Çok güzeldi, çook.
5-12 Ağustos 2009 Yalvaç
Tatilden döndükten bir süre sonra Berfu'yu ağlaya sızlaya Hollanda memleketine yolladık. Sonra bir gün "ben Yalvaç'a, annemlerin yanına gideyim bari" deyip, ertesi gün yola çıktım. Çıkış o çıkış.
Yalvaç'ta, üst komşumuzun torunun sünnet düğününü yaptık. Evin önünde yapılacağı için heyecanla beklediğim bu düğünün benim için en zor yanı, on üç ve on dört yaşlarındaki iki kuzen genç kızın gönül maceraları ve birbirlerini gizlice kıskanmaları arasında danışman ve gözlemci olarak atanmamdı. Bu iki kız da, sürekli bir biçimde gerçekleşen ergen faaliyetleri için beni akil kişi bellemişler ki, evin önünden geçen yakışıklı (!) çocuklar ve düğünde giyecekleri kıyafetler için verdikleri zıplamalı ve çığlıklı tepkilere katılmamı ısrarlı bir şekilde istediler. Bense, faytondaki sünnet çocuğunu, konvoyun en önünden giden münübüsün arkasından videoya çekmek gibi işler bularak hep kaçtım.
Yalvaç'ta analı kızlı, huzur içinde geçirdiğim günlerin en sonunda ise kendimi yaralayarak, tatilim bundan sonrasında sağ elimi kullanım dışı bırakmayı becerdim. Düğünün ertesi günü sabah, bulaşık makinesini yerleştirirken kırılan kase, sağ bileğimin iç kısmındaki "intihar etme bölgesi"nde iki milimetre bile olmayan minicik ama biraz derince bir delik açtı. Maalesef küçüklüğümden beri bu tarz şeylere hemen bayılıveren bir bünyeye sahip olduğum için o andaki dünya kararmasını filan pek önemsemedik. Zaten nokta kadar yara, nereye önemsiyorsun? Fakat akşam tüm parmaklarım uyuştu, bileğim bana hareket etmemi yasaklayan sancılar gönderdi, yine önemsemedim. Son olarak bu minik delik, ertesi gece İzmir'e yaptığım yedi saatlik yolculuk boyunca dirseğimden orta parmağıma kadar istikarlı ve yoğun bir şekilde ağrıyarak beni o koltuktan bu koltuğa atınca ciddi bir şeyler olduğunu anladım.
12- 19 Ağustos 2009 İzmir
Anladım da ne oldu? Bendeniz hastane sevmez, hele abuk sabuk kağıt işlerinden nefret eden kişi olarak "emaaan, n'olcak, geçer ki bu" dedim. Fakat Beyza the Hastane Uzmanı durmadı. Araştırdı etti, bir kliniği aradık. Ama gelin görün ki, işten çıktıktan sonra altı ay devam etmesi gereken SSK'mı kullanabilmek için her seferinde şirketten vizite kağıdı almam gerekiyordu. Tamam faks çektiririz filan dedik ama bir de orijinal olacakmış. En sonunda Beyza bile "hareket ettirme geçer" dedi. Bir hafta boyunca sürekli yer değiştirerek azalan bir ağrı ile bardakları Beyza'ya tutturdum, kapıları ve şişeleri Beyza'ya açtırdım, alışveriş poşetlerini ve hatta bavulumu Beyza'ya taşıttım. Yemek ve temizliği söylememe bile gerek yok sanırım, zira kendi elimi yıkamak için sabunu bile tutamıyordum. Beyzacım, o zaman söyleyemedin, şimdi söyle kuzum; gelmeyeydi daha iyiydi demişsindir içinden, çok da haklısın, ehe. Benim kendime göstermeyeceğim özeni, baskı yöntemi (hangi elin o? tutma onunla) ve "çek elini, kullanmasana len!" çığırışlarıyla elime gösterdiğin için çok teşekkür ederim.
Neyse, bu sağlık sorunu dışında bir de Çağatay'ın nişanlısı ile ayrılması ile ilgilendik. Zaten aslında İzmir'e Çağatay'ın yanında olalım diye de gitmiştik. (Hülya Teyze ve Muharrem Amca İzmir'de değillerdi.) Çok da iyi oldu, hem destek olduk, dert paylaştık, hem de uzun zamandır görüşmediğimiz için hasret giderdik.
Bostanlı'da, deniz kenarındaki bir apartmanın on birinci katındaki bu lojman dairesini her zaman çok sevmiş, hatta kıskanmışımdır. Ankara ve Yalvaç'tan sonra İzmir'i, bir de böyle bir manzaradan görmek bende estetik şoklar yarattı. "Allaaaam yalebbim yaaa, öf yaaa, bu ne be?" gibi olmayacak sözlerle hayranlığımı ifade etmeye çalıştım ama olmadı sanırım. İzmir için sözün bittiği yer diyorum bu yüzden, bitiyor hakikaten.
İzmir' gitmediğim son yedi senedir (sanırım) Bostanlı'da birçok mekan açılmış. Eskiden evden çıkar çıkmaz mutlaka gittiğimiz Alsancak yerine, Beyza'yla birçok gün Bostanlı'da takılmayı tercih ettik. Gündüzleri de, deniz kenarındaki çok güzel yerler olan Yasemin (sanırım bu isim yanlış, sonra sorar düzeltirim) ve Deniz Atı gibi yerlere gittik. Bir akşam ise Melek ile buluşup Sardunya'nın ikinci yeri olan Sardunya's'ta oturduk. (Gözlem: İzmir'deki barlarda garsonlar müşteriye 'sen' diye hitap ediyor ve hatta "ister misin bir bira daha" diye sipariş alıyorlar ehe.) Daha sonra Beyza ve Eda'nın katılımıyla hemen yandaki Kybele adlı canlı müzik mekanında geceyi bitirdik. Çok güzeldi. Gecenin sürprizi ise, saat ikide gelen belediye otobüsüyle eve gitmemiz oldu. Beyza ve Melek hep söylüyorlardı sabaha kadar otobüs var diye ama kadim bir Ankara gececisi olarak idrak edememişim demek ki. Gözünü sevdiğim gevur İzmir'i be!
İzmir'in insanlarının güzelliğine ve rahatlığına olan hayranlığımı tek bir olay zedeledi -ki aslında o kadar rahatlığın böyle sonuçları olması normal. Melek'in hep bahsettiği "Ankara'dan sonra İzmir'de yaşamak zor oluyor, gezerken iyi de işin varsa o rahatlıklarına katlanamıyorsun" durumunu postaneye işsizlik maaşımı çekmeye gittiğimde gördüm. Tek bir gişenin oldukça yavaş çalıştığı postanede aslında sırada bekleyen bir sürü insan muhabbete dalmıştı. Sanki postane iş yapılan bir yer değil gibi, sanki böyle kafe filan bir yermiş gibi kimse de şikayetçi değildi. Nasıl olur da tek bir kimsenin bile acelesi olmaz diye düşünürken İzmirlilerin her randevuya geç kalma konusundaki ünleri aklıma geldi. Ama benim acelem vardı, olmasa bile işler belirli bir hızda görülmeli ve bitmeliydi. Hırrlamaya başlayınca 'bu kadar insan sesinin çıkarmıyor, şimdi çıkışırsam olmaz' diye düşünüp paradan filan vazgeçip ortamı terk ettim. İçinde yaşarken fark etmesem de Ankara çok daha disiplinli bir yermiş gerçekten.
Gel gör ki, bu kadar söylendiğim şeyin aynısını, Bodrum'a giden otobüsün servisini ve tabii otobüsü kaçırarak ben de yaptım. Bir haftada İzmirli olunuyor yani, bir sıkıntı yok, ehe. Fakat bu kaçırmadan bir zararım olmadı zira zaten biletimi henüz almamıştım ve bir saat sonra başka bir otobüs vardı.
20 - 25 Ağustos 2009 - Bodrum
Bodrum'a, başka bir adla Berna'nın yanına, bir saat gecikmeyle saat dokuz gibi vardım. Berna'yla biraz hasret giderdikten sonra on bir gibi Kule'ye gittik. Fakat, hem yaz sezonu olması dolayısıyla çok hastası olan Berna yorgundu hem de artık ben yorgundum. Biraz durup geri döndük.
Ertesi gece ise (Berna akşam dokuz gibi eve gelebiliyordu.) rakımızı alıp elimizdeki malzemelerden mezeler yapıp, Berna'nın yedi cücelerin şirinlerden satın aldığını düşündüğüm süper evinde oturduk. Telefonla olmuyormuş arkadaş, 3G filan da kurtarmaz, illa ki görmek lazım. O kadar çok özlemişim ki Berna'yı, o akşamki muhabbeti unutamam. Çok güzeldi, çok.
Daha sonra İmge, Barış ve Berna'nın klinikten arkadaşlarının da katılımıyla Moonlight'a, Kule'ye ve Körfez'e gittik, içtik coştuk, eğlendik. Özellikle Moonlight denen, denizin dalgalarının ayağına değdiği mekanı çok seviyorum. Bodrum'un ünlü Sandoz'unu da ilk defa orada içtim.
Pazar gecesi on buçuk diye aldığım Ankara biletim, benim adamı doğru düzgün dinlememem ve bileti kontrol etmemem sonucu aslında sekiz buçukta olunca, koca bilet yandı. Bernacığım dişime dolgu yapmak, uykumda sıktığım çenemi rahatlatmak için gece plağı yapmak ve dişlerimi temizlemek için (Gördüğüm en iyi diş doktoru olan Berna'ma buradan kocaman öpücük gönderiyorum.) klinikteyken Kamil Koç adamı beni cepten arayıp otobüsümün kalkmak üzere olduğunu söyleyince başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Zira elimdeki son para da ikinci bilete gidecekti. Berna'ya teknisyen parasını vermek gibi hayaller kurarken kendisinden otogarda on lira da üstüne borç aldım. Bernam, sen de "gelmeyeydi iyiydi" diyebilirsin, hadi hadi de.
Gidip Pazartesi sabahına yeni bir bilet aldım. Gece Kule'ye gidip eğlendik. Yoğun ısrar sonucu biletimi Pazartesi gecesine değiştirme kararı aldım. Kule'de Barış ve Berna kardeşlere aynı anda yazan biseksüel Alman kızın yaşattığı dumur yüzünden bileti değiştirmeyi unutup eve döndük. Sonra gecenin dördünde Barış'la evden otagara kadar yürüyüp değiştirdik. Artık otobüsün iyi olup olmadığını soracak lüksüm yoktu, tabi ki kötü çıktı.
Pazartesi gününü Berna'ların Bağla'daki yazlıklarında denize girerek geçirdim. Bodrum'da sadece o gün denize girdim zaten. Birkaç gün önce, bir yıl önce yine Bodrum'da tanıştığımız süpersonik Amerikalı (Türkçe'yi senden benden iyi konuşuyor lakin) Mark ile Gümüşlük'te buluşmamıza rağmen denize girmemiştim, o hastaydı zaten benim de canım istemedi. Kaş denizi doyurmuş beni anlaşılan.
26 Ağustos 2009 - Nihayet Kürkçü Dükkanı Ankara
On iki saat sürecek olan Bodrum-Ankara arasındaki yolculuğumun ilk onuncu dakikasında "bu yolculuk biterse her yolculuk biter" dedim. Uzun otobüs yolculuklarını çok sevdiğimi bilenler bu cümleyi kurmam için ciddi bir zorluk yaşadığımı hemen tahmin edebilir.
Koltuk numaraları bile silinmiş bu eski otobüsün en arkalarında, kucağına aldığı üç-dört yaşlarındaki çocuğuyla Ankara'ya kadar gidebileceğini uman gudik bir anne ve kokan çocuğunun tam yanına oturdum. Otobüsün yola çıkmasının beşinci dakikasında çok doğal olarak koltuğa bir türlü sığamayan kadın benden, arkadaki cadı görünümlü teyzenin yanına geçmemi rica etti. İki ucu boklu değnek olan bu teklif yapıldığında, yolculuğun iki ucu bir ortası kalmıştı. Mecburen teyzeyi tercih ettim. Cadı saçlı ve sokaklarda yaşayanların kıyafetleri gibi kıyafetler giymiş bu teyze de kokuyordu. Üstelik dizini bana yaslayıp yayılarak uyuyordu.
Eğer, sabaha kadar muavinin on beş dakikada bir gelip "hanımefendi, tüm otobüs şikayet ediyor, horluyorsunuz, lütfen ama" uyarısını yapacak horlama olayı yaşanmasaydı bunlara katlanabilirdim belki. Tüm kulağımı tıkayan süpersonik kulanlıklarım ve akşamdan kalmalığım sayesinde, teyzenin yanında oturmama rağmen, kamyon frenine benzeyen horlamalardan en az rahatsız olan bendim sanırım. Arada sadece teyzenin her uyardan sonra muavine verdiği cevap olan "horlamıyorum ben, boğazım rahatsız, hiç de horlamam ben"i duyuyordum. Fakat, bir kez, sanıyorum içine kamyon kaçma rahatsızlığı olan boğazını rahatlatmak için sıcak su isteyip, salak muavinin getirdiği kaynar suyun bir kısmını benim üzerime dökünce tamam dedim, zebaniler, kaynar suyla haşlamalar, iğrenç kokular filan, tamam, cehennem burasıymış demek ki.
Kitap okumak için ışığı yaktığımda çocuk uyanıyor ve zırlıyor diye kitap da okuyamadım, zaten bana kalan alan kitap okumak için çok dardı. En sonunda, öndeki koltuklarda (üst sosyoekonomik sınıf koltukları) oturan yakışıklı bir çocuğu gözüme kestirip ne yapıyor ne ediyor diye izleyerek onunla oyalandım. Arada biraz uyudum sanırım.
Evet, sonunda Ankara'ya geldim. Sonraki günlerde Beyza'nın evini taşıdık. Fakat bu başka bir macera, bu yazıyı burada bitireyim ben en iyisi. Buraya kadar okuyan canım okuyucularımı, baştaki uyarıyı dikkate almayıp da bana "bu ne be, iki saattir ne okutturdu bana gudik" dese bile seviyorum. Öpüyorum.
En son olarak, bu kadar gezdin fotoğraf yok mu derseniz, Kaş dışında yok derim. O kadar yollar boyunca bavulumda ve dahi çantamda pili bitik bir fotoğraf makinesiyle gezdim. Ama bir pil alamadım arkadaş, bir kare fotoğraf yok yani. Neyse, hem aklımızda, hem şimdi artık bir de burada, ehe.
* Bu tekerlemeyi bilmeyenler için başlığa açıklama getireyim dedim. Çocukken yaptığımız gezilerde babamın her leylek yuvası gördüğünde tekrar ettiği bu derin anlamlı tekerleme şöyledir efendim: Leylek Leylek Havada /Yumurtası Tavada / Geldi bizim hayata/ Hayat kapısı kırılmış / Boynu kapıya (?) kısılmış. Yardımları için Yiğit'e teşekkürler.