16 Temmuz 2008

Bir Heves Fotoğrafçı

Yıl 2003. İkinci sınıfın ikinci dönemi başında, uzun süredir istediğim bir şey yaptım: seçmeli fotoğrafçılık dersine kaydoldum. Oldukça erken gittiğimi düşünmeme rağmen kontenjanın dolmuş ve hatta taşmış olması karşısında hayal kırıklığına uğramıştım. Hayatımda ilk kez, benim için bir ayrıcalık yapılmasını istemiş, tezimi 'sadece bir kişi hocam, noolcak ki?' şeklinde, en sağlam yoldan savunmuştum. Ablamın, artık İran'da olduğunu öğrendiği ve bir türlü ulaşamadığı bir arkadaşının farkında olmadan ablama (ondan da bana) miras bıraktığı bir Canon A1'im de vardı üstelik. Edebiyat Fakültesi'nin dehlizlerindeki minik odada, başındaki bir sürü sakal ve sanatsever öğrenciye rağmen, hayret verici bir biçimde hoca, önündeki listeye benim de adımı eklemişti. Yanına bir de not: makinesi var.

Bu makineyi, az yukarıda bahsettiğim gibi miras olarak aldığımdan mütevellit, (ki Berfu, benzer bir makine için lise sonrası üniversite öncesi dönemde İzmir'de, Logos Cafe'de ter dökmüştü -gerçi ben de gitarım için yapmıştım aynısını sonradan) uzun süre pek kıymetini bilememiştim. Zamanında AFSAD'da takılmış ablamdan, ve o zaman hala takılmakta olan Berfu'dan bir şeyler öğrenmiştim. Enstantene vardı, pozometre vardı, ışık çok önemliydi, bir fotoğraf sırf siyah beyaz çektin diye süper sanatsal filan olmuyordu gibi önemli meseleler.

Dersin başlamasıyla benim 'dur azıcık öğreneyim' demeden boynumda makineyle gezen bir özenti genç haline gelmem bir oldu. Birinci level, hiçbir bilgiyi kullanmadan, el yordamıyla ayarlarıyla oynadığım makinemle sokaklarda gezerek geçti. İkinci levele geçtiğimde, ışık ayarını pozometrenin bana dediği ayara getirmekten başka hiçbir şey yapmadan fotoğraflar çektim, kolayını bulduğumu düşünüyordum herhalde. Bunun nedeni, başlarda kör köbelek çektiğim fotoğraflardan birkaçının pek de fena olmaması olabilir. Üçüncü ve son levele geldiğimde ise, karşıma bölüm sonu canavarı çıkmıştı: İğrenç ve ötesi fotoğraflar. Bu canavarı şöyle bir uzaktan görmemle, oradan koşarak uzaklaşmam bir oldu. Bu konudaki hissiyatımı ancak şiir üzerinden anlatabilirim sanırım:

Hüsn-i Zan: (Böyle bir şey çıkacağını zannederken...)
Ve demek ki benim odamda hiç kimseler yoktur
Odamın düşünülmesi halinde bile
Kimseler yoktur
Biri sanki çarşıya çıkmıştır sürekli bir biçimde*
Hakikat: (...ortaya çıkan bu olmuştu.)
Diyorsun sen üzülme
Ben yanarım senin yerine
Alev alev düştün kalbime
Unutamıyorum inanmasanda sevgime**
Olay yerinde bırakıp kaçtığım makineyi uzun süre elime almadım elbette. Şiir örneğinde de gördüğünüz üzere, insanın sanata dair tüm birikimini sorgulayacağı bir durum söz konusuydu. Yemedi tabi, yese iyi olurmuş gerçi.

Herkesin deneyip de birbirine anlattığı bir şeyi benim denememiş olma durumundan ölesiye nefret ettiğim bir çağdaydım. (O çağı daha atlamamış olabilirim, bilemedim.) Birileri sürekli İstanbul'a gidip geliyor ve İstiklal Caddesi'ni anlatıyor, biz İstiklal görmemiş eziklerin ağzını sulandırıyordı. Ben de bir gece atladım trene, sabah İstanbul'a vardım. Akşama kadar İstiklal'i gezdim. Ara sokaklara girmeye korktuğumdan, daha doğrusu bu hususta fazlasıyla korkutulmuş olduğumdan, hep cadde üzerindeydim ve tabi acayip sıkılmıştım. İşte o gün, fotoğraf makinemle tekrar samimi olduk, bir sürü fotoğraflar çektik. Bilin bakalım içerik neydi? Ahaha elbette tramvay ve sokak çocukları! Her biri üzerinde elimden geldiğince çabaladığım bu fotoğrafların bazıları pek fena değildi. Gerçi esnafın, fotoğraf çeken kişiye olan yoğun ilgisinin (başına toplanacak kadar) baskısı olmasa belki daha güzel bir şeyler çıkabilirdi. Aynı durum, yine tek başıma çıkıp gittiğim (ouv çok çılgınsın) Şanlıurfa Gençlik Kampı'nda da başıma gelmişti. Çocuklar, hanlar, eski binalar çekmiştim orada da.

O zaman çektiğim fotoğrafların nerede olduklarını bile bilmememden de anlaşılacağı üzere, fotoğrafla aramdaki ilişkinin hep bir hevesti geldi geçti heyhat modunda olduğunu düşündüm. Bu konuda övündüğüm tek şey, iyi bir fotoğraf seyircisi olduğumdu. Fakat son zamanlarda kendim, bana çaktırmadan, içten içe kaynamaya başladı. Bir yolculuk esnasında kırılmış olan lensin yerine aynısından arıyor, iki senedir kafamda dönüp duran bir konsepti iyice oturtmaya çalışıyor, Ankara'daki mekanlara iş çıkar mı çıkmaz mı gözüyle bakıyor, geziler için yanıma yandaş arıyor, fotoğrafla ilgili siteleri eskisinden daha sıkı takip ediyorum. Tamamen unuttuğum teknik bilgileri tazeleme çabam da, teknik bilgilerin kendisiyle birlikte, hiç bitmiyor. Işıkla ilgili ayarlamayı asla yapamayacakmışım gibi gelen o korku ise, içimde giderek büyüyor. Ama biliyorum ki, bu kez de pat diye bırakmazsam elimden, çalıştıkça güzel şeyler ortaya çıkacak. Ayrıca, şaşkın ördek gibi ne çeksem diye dolaşmanın pek işe yarar bir yöntem olmadığını da anladım. Amaç fotoğraf çekmek değil, gözlem yaparken veyahut aklımdaki mesele için algıda seçici olmuşken, gördüğümün resmini kendi güzel görüşüme uygun şekilde kayda geçirmek olmalı. Resim gibi.

Hadi bakalım.

* Edip Cansever - Çağrılmayan Yakup IV
** İnternetten buldum. Bu ne len? dedim. Bari dahi anlamındaki da'yı ayrı yaz.