8 Ağustos 2007

Bursa İlimiz Hakkında

Gecenlerde bir haftasonu - ama yakınlarda bir haftasonu - Bursa'ya gittik. Ben hala otobüslerde hiç uyuyamıyorum. Üstüne üstlük Kamil Koç'un yeni satın aldığı ve şu bir tarafı tek kişilik koltuklardan oluşan süper lüks otobüsleri, nedense koltuk ergonomisi bağlamında SIFIR. Özellikle de iki kişi, böyle kucak kucağa yayıla yayıla gitmek istiyorsanız hiç heveslenmeyin. Zira koltukları birbirinden ayıran bir kol var. Hadi o kolu aşağıya indirdiniz, bu sefer de koltukların arasından tren gecebilecek kadar boşluk oluşuyor ve birinizin kıçı muhakkak o boşluğa geldiğinden bir türlü uyuyamıyorsunuz, sıkıntılı, hatta yanda rahat rahat uyuyan insana hırlayan bir bünyeye dönüşüyorsunuz. Bu arada muavinden yastık isterseniz size boru gibi birşey verecektir.

İlk başta bunu kafanızın altına koymaya çalışacaksınız, ama bir türlü başaramayacaksınız. Sonra ben bunu nereme sokayım bre muavin gibisinden söylenmeye başlarken o borumsu yastığın aslında koltukların arasındaki boşluğu kapatmak amacıyla verildiğini düşüneceksiniz. Yastığı oaraya koyup kıçınızı yerleştireceksiniz. Fekat yanıldınız. Yastığın işlevi o bile olsa - malesef - aradaki boşluğu kapatmaya yetmeyecek. Boşuna direnmeyin. İlla ki herkes kendi koltuğunun sınırları içinde uyuyacak. Öyle sevgilinin, kardeşin felan üstüne yatmak yok. Cısssss.

Neyse efendim, ben devam edeyim. İşte böyle bir gece yolculuğundan sonra, ancak sabahın ilk güzel ışıklarıyla Bursa'ya bir saat kala uykuya dalabilen bendeniz muavinin "Şirin Bursa'mıza hoşgeldiniz" gibisinden anonsuyla irkilerek bir gözüm kapalı dışarı baktım. Bir sürü ev ve bir kısım sanayi bölgesi gördüm. Gözümü tekrar kapattım ve otogara gelene kadar bir yarım saat daha uyudum (Buradan anlıyoruz ki Bursa büyük şehir. Öyle Bursa il sınırını gördüm diyince Bursa'da olunmuyor). Otogara vardığımızda kendimizi bir belediye otobüsü deryasının içinde bulduk. Düğüne gelecekler için oda oda ayrilmis olan Turizm Meslek Lisesi Uygulama Oteli’ne – ki bu otelle ilgili anilarimizi ayri bir paragrafta analatacağız – gitmek için hangi otobüse binmemiz gerektiği bir muammaydi. O gece evlenecek olan Damat Yiğit Paşa da sabahın yedisinde tabiiki uyuyordu. Böylece biz önce bir kısım otobüs şoförüne, sonra merkez amirliği tabir edilen yerdeki amcalara, biletçiye ve yetkili gibi görünen her kişiye otelin yerini ve bineceğimiz arabanın numarasını sorarak otogar içinde bir miktar yürüdük. En sonunda bir amca “96” dedi. 96 numerolu otobüsün de o anda önümüzden geçip gitmesi bir oldu. Ne yapalim bilader diyerek 96 numerolu otobüsün durağına yayıldık ve hemen sigaralarımızı yaktık. Bursa ile ilgili ilk izlenimlerimizi paylaştık ve bunlar genelde “olm burada kimse yer yön bilmiyo” şeklindeydi ki bu görüşümüz orada bulunduğumuz süre içinde başka vesilelerle de perçinlenmiştir efendim. 96 numerolu otobüs durağa geldiğinde emin olalım diye otobüsün şoförüne tekrar oteli sorduk ama adam yüzümüze alık alık bakmakla ve omzunu silkmekle yetindi. Sonradan öğrendik ki Bursa belediyesi şoförleri her nedense her hafta güzergah değiştiriyormuş. Sanırım tüm şoförler Bursa’yı avcunun içi gibi bilsin maksadıyla yapılan bu uygulama, motivasyonu düşük Bursa şoförlerinde direk ters tepmiş:)

Velhasıl, o sırada otobüse binmiş olan genç ve muhtemelen yeni evli çiftimizin erkek olanı imdadımıza yetişti ve ben gideceğiniz yeri biliyorum, doğru otobüs bu otobüstür diyerek yüreklerimize su serpti. Böylece bu güzel insanların da yardımıyla – ki Bursa’da adres bilen bir o bir de sonradan bahsi geçecek Taksici Ali vardır- kendimizi otelin yakınlarında bir yere attık. Fakat otel, adeta bir serap gibi dik bir yokuşun sonunda dikiliyordu. Ağır ağır çıktığımız bu yokuşu sonradan kuaför sonrası düğüne yetişmemek için koşa koşa çıkacaktık.

Otelin güzel bir bahçesi, güzel bir yapısı vardı, ve fakat tüyü bitmemiş lise-1 öğrencileri tarafından idare edildiği için tam bir izbelik mekan olduğunu anlamakta gecikmedik. Bize verdikleri odalara “allllam uyumak uyumak istiyorum” şeklinde dalmamızla çıkmamız bir oldu. Zira gece o yataklarda başka tüyü bitmemiş çocukların tepindiği ve alem yaptıkları belliydi. Resepsiyondaki çocuğumuza geri gittik “çocuğum bu ne haldir” dedik. O da siz kahvaltınızı yapın ben orayı şipşak temizletirim dedi. Velakin kahvaltıdan sonra resepsiyondaki çocuk gitmiş yerine lise-2’lerden birkaç kızımız gelmiş. Nedense oda ile ilgili başka sorunlar çıkmış, o temizlenen odalar başkalarına aitmiş falanmış feşmanmış. Neyse, burası başıbozuk bir yer olduğundan kız “siz odadaki yatak sayılarına göre dağılın, uyuyun, öğleden sonra sizin asıl odalarınızı temizletcem” diiip bizi gönderdi. Ama o bizim olmayan yataklarda öyle bi uyumuşuz ki….akşamüstü 15.30’da ben zar zor uyandım. Acil olarak üstümüzü giyinip fırt die otelden çıktık. Rresepsiyona tabiki olaydan habersiz yeni biri gelmiş. Ona da sabah beri devam eden oda maceralarımızdan bahsettik. 2 saate döncez, odaları hazırlatın gibisinden çemkirdik.

Önce hemen bir çay bahçesine gittik. Birkaç sigaradan sonra, Can’ın tavsiyesiyle böyle Darülziyafet ya da Darülzifa gibi bir ismi olan ve kesinlikle GİDİLMEMESİ gereken bir Osmanlı yemekleri şeysine gittik. Zaten orada İskender de yoktu, bundan kıllanmalıydık. Velhasıl siz siz olun öyle Osmanlı felan die dalmayın. Dalarsanız da bitek bal şerbeti için çıkın.

Sonra oradan çıktık ve dehşetengiz kuaför arayışımız böylece başlamış oldu. Arkadaşlar, bilmediğiniz bir şehre yazın düğüne gitmişseniz, mümkünde saçınızı sabahtan yaptırın. Zira düğün sezonunda iz bilmez yol bilmez biri olarak, kapısını çaldığınız tüm kuaförler ya gelin başı yapıyor olacaktır ya da düğüne gidecek akrabalarla dolu olacaktır. Biz de Gülsenle yoğun çabalardan sonra kendimizi bizi yarım saat sonra alabileceğini söyleyip kandıran bir kuafördeli insanın tükkanına attık. Ve fakat saatler saatleri kovalamakla birlikte bize sıra gelmedi. Üstüne üstlük elektrik gidip geldi ve hatta çift makinayla fön çekilemediğinden yardımcısının fön makinasını sürekli kapattıran manyak kuaför dedi ki: Haftasonu herkes pikniğe gidiyor. Kimse elektrik kullanmıyor. O yüzden saç kurutma makinasına çok elektrik geliyor. O da ısınıp şalteri attırıyor bidi vidi tiri viri. Yaaaa. İşte aynen böyle dedi. Gülsen, elektrik mühendisliği bölümünde okurkenki dört senesi boyunca böyle müthiş bir bilgiyi edinememiştir eminim. Ya sabır diyerek bekledik bekledik bekledik….En sonunda kesinlikle yapılmışa benzemeyen saçlarla oradan çıktığımızda düğün saati çoktan gelmişti, üst baş giyilmemişti, makyaj yapılmamıştı. Buradan Bursa ilindeki o nalet kuaföre bir kere daha naçizane küfürlerimi iletiyorum. SENDEN KUAFÖR FALAN OLMAZ HANIM. KİM BİLİR KAÇ BURSALI SENİN YÜZÜNDEN DÜĞÜNLERDE GUDİK SAÇLARLA REZİL OLDU. İBİŞ.

Evet, neyse, kusuruma bakmayınız:)

Düğün çok güzeldi. Eski bir konağın bahçesinde, ağaçlar altında…Gelinle damat dans kursuna gitmişler, bir kısım hareket öğrenmişler, nikahtan önce çooook romantik bi şekilde dans ettiler. Bütün hatun kişiler “ayyyyy çok güzeeeeeeeel” diyerek kendilerine özendik. Ama nedense düğünde “Osman Ağa” çalmadılar arkadaşlar. Oysaki “sabahlara dayanamam Osman aga, yalancısın inanamam Osman aga” olmadan duğün mü olur? Değil mi? Şaka bir yana, hakikaten böyle elit bir düğündü de benim sülaleme gelcek bir düğün değildi mesela. Bilen bilir, bizim taraf zurnanın zırtını duyunca girer, halaydan çıkar:)







Düğünde tanıştığımız Ahmet adlı çocuk pek hareketli ve gezmeyi seven bir çocuk idi. Pazar günü şehrin içinde dört dönme planına bizi de dahil etti. Sabah uyandık, kahvaltıyı yapar yapmaz çıktık. Önce Atatürk Evi’ne, oradan yukarlara çıkıp IV. Murat’ın, II. Beyazıt’ın çocuklarının ve ismini hatırlayamadığım başka Osmanlı şahsiyetlerinin uyuduğu türbeleri gezdik. İnsan bi hoş oluyo. Bu şehzadeleri kim bilir nasıl katlettiler olm gibisinden bi üzülüyosun.























Bir de asırlık çınar ağaçları var her yerde.




Türbelerden sonra bir kısım yer daha gezdik, şimdi anlatmayayım çünkü sıkıldım. Ne yapalım, bünye böyle. Onları geçip Ulucami’ye geleyim. Ulucami’nin ortasında bir havuz var, havuzun kenarlarına musluklar, orada abdest alınabiliyor. Caminin karşılıklı iki duvarında dışarıya bakan büyük ve ışıklı pencerelerin önünde kuran okuyan huzurlu kişiler var. Cami 1499 yapımı imiş ve şimdiye kadar gördüklerim içinde en güzeli bence. Ozan’ın dicital kamerasıyla çektiği fotoğrafları ekliyorum, bakınız.










Işık hüzmesi olayı

Bursa gezimizin en hızlı seferini ise Taksici Ali’yle yaptık. Hasbel kader Çekirge’den otele, oradan da Ulucami’ye gitmek için çevirdiğimiz bu taksici, bizi Bursa’nın en güzel iskenderlerinden birini yiyebileceğimiz ve hatta adı da “İSKENDER” olan bir yerin önünde bıraktı. Bunlar amcaoğluymuş. Amcaoğlunun biri iskenderin porsiyonunu 35 YTL’ye, bizim amcaoğlu ise 14 YTL’ye satıyor. Fark ne? Heç. Hayatımda böyle şey yemedim. Bir de yanında üzüm şırası içtik ki onu zaten Ankara’nın dört köşesinde aramayı düşünüyorum. Ali bize cep telefonunu verdi ve otogara taksiyle gitmek istersek 15 milyona (ki 22 tutacaktı) götürebileceğini söyledi. Biz de teklifini kabul ettik. İyi ki etmişiz, o olmasaydı Bursa’nın bir kısmını tanımadan gidecektik. Önce Kale’nin çevresinde dolaştık taksiyle, oradan bir çingene mahallesinin kuytusundan geçtik, Bursa’nın lüküs evlerinin olduğu yerlere gittik, Uludağ yolunu ve hatta kasarak da olsa Uludağ’ın zirvelerinden birini gördük. Bu arada da Ali bize durmadan anlattı, şehir hakkında, şehrin göç alması ve sanayileşmesi sonrası yaşanan nüfüs patlaması hakkında, Uludağ yolunda görebileceklerimiz hakkında konuştu durdu. Harikaydı. Ali’nin telefonunu hiç kaybetmemecesine bir yerlere yazdık. Şayet yolunuz oralara düşerse beni haberdar edin, size çok iyi rehberlik yapacaktır.

Ali’nin söylediği “Uludağ’ı görmeden, tepede kahvaltı etmeden Bursa’yı gördüm diyemezsiniz” lafı ise, bizi en yakın zamanda tekrar Bursa yollarına düşürecek sanırım.

Sonu bir çırpıda yazılmış gezi notlarımız bunlardır beyler bayanlar. Unuttuğum şeyler varsa Ozan ve Gülsen’in yorumlarını bekliyoruz.

Not: Bursa şeftalisi çok güzel, ama kestane şekerinde bi numara yok. Hem de kilosu 30 YTL mi ne. Cık cık cık.
Berfu

Bu Sabah Pislik Kokusu Var Ankara'da


Demetevler'deki ana su borusunun patlaması sonucu 72 saat boyunca susuz kaldık. Demetevler'de yönetici ihmallerinin cezasını, kuraklıkta sel baskını şeklinde ödeyen semt sakinlerine buradan geçmiş olsun dileklerimi gönderiyorum.

Dün İzmir'deki bir arkadaşım telefon üzerinden şöyle dedi bana: "Çok üzüldüm ama çok da güldüm." Evet, haberleri izlerken hepimizin sinir kesmiş gözlerinde minik bir gülümseme belirdiğine -belki bir sinir boşalması- eminim. Hatta, sonradan tekrar izlediğim haberlerde, bizzat evi sele uğrayanların şaşkın gözlerinde vardı bu manzara.

Trajikomik diye bir sözcük var ya. Ablam, bilir bilmez herkes kullandığı için sevmez hatta. İşte, bu duruma en çok yakışan sözcük olduğuna karar verdim az önce: Trajik ve komik.

Düşüsenize:
Aylar öncesinden tehlike sinyalleri çalmaya başlıyor. Birkaç ay önce belediye uyanıyor. Önlem almak için nedense seçimlerin bitmesi bekleniyor. Uzmanların 'kesintiyle tasarruf sağlanmıyor, tecrübeyle sabittir' demesine rağmen, düz mantık başkanımız, o her zamanki çirkef mahalle ağzıyla karşı çıkıyor. Oradan istanbul Büyükşehir Belediyesi su kesintisinin çözüm olmadığına karar verip başka çözümler bulmaya çalışırken, bizimki 'inadım inat, benimki iki kanat' diyor. Ve su kesintileri başlıyor.

Bu arada biz vatandaşlar ne yapıyoruz peki? Kuraklık tehlikesinin farkına belediyeden çok daha erken vararak tasarruf etmeye başlıyoruz. En azından her zamankinden daha çok dikkat ediyoruz, seçimlerden önce de... İsteyen taptığı belediye başkanı için, isteyen Ankara'sı için, isteyen vatanı için, isteyen doğa için, insanlık için, isteyen kendi için kısıyor suyunu. Ama baraj çizgilerinden görünür bir tasarruf yapıyor Ankaralılar. Herkes ortamında su hakkında konuşuyor, 'aman sular kesilecek' sevdasıyla bütün halılarını yıkamaya kalkanlar kınanıyor, sokağında ufak bir boşa giden su gören hemen polisi arıyor... Velhasıl, bizim kafamıza tasarruf bilinci hızla oturuyor.

Tabi hepimizin kafasındaki safça düşünce şu:
"Birey olarak gerçekleştirdiğimiz su tasarrufu, toplamda büyük bir miktar suya tekabül edecek. Bu kuraklığı biz, kendimiz bu şeklide atlatabileceğiz."

Bu düşüncemize Demetevler'den kocaman bir 'nah' çıktı afedersiniz. Nah patlaması yaşandı hatta Ankara'da. Günlerce, her evde damla damla yapılan, ayrıca kesintilerle de artırılan tasarruf miktarından çok daha fazlası bir gecede sokaklara, yollara ve malesef evlere aktı.

Haberlerde gördüğüm ve 'trajikomik' olarak adlandırdığım sahne burada:
Evlerinde, su kesintisine önlem olarak aldıkları küçüklü büyüklü su bidonları ve leğenleriyle bir damla su gelecek diye bekleyen insanların, 10 dakikada evin içindeki duvarları yıkarak 2 metreye kadar çıkan suyla dolmuş mutfakları, odaları...

Sen bundan sonra insanlarına suyun önemini, kesintilerin nedenini, her şeyi Ankaralılar için yaptığını yavaş anlatırsın sayın yönetici.

"Şurada iki bilinçlenelim dedik, başımıza gelene bak. Sen önce kendi işini doğru yap, sonra bana görevimi söyle" dese haksız mıdır Ankaralı?

----------------
Now playing: Merdiven - Tamburada
via FoxyTunes