28 Şubat 2007

Halou


(Hah Loo diye okunuyormuş. Halu yani. Halaoğlu da denebilir.)

Ryan ve Rebecca 1992’de Santa Cruz (CA)’da tanıştılar. Müzikle profesyonel olarak ilgilenme kararıyla, üç yıl sonra San Fransisco’ya taşındılar.1998’de ilk debut albümleri We Only Love You’yu yayınladılar. Elektronik müziğin ritimlerini kullanarak sakin bir pop müzik havası yaratan Halou, dinleyicilerine ilk albümden ulaşmayı başardı. 1999’da ise, ilk albümde yer alamayan şarkıların toplaması niteliğinde olan Sans Souice albümünü çıkardı. 2001 yılında piyasaya çıkan üçüncü albüm Wiser’da çello, akustik bas ve davul da kullanarak elektronik ve organik müziğin dengeli karışımı yaratmaya devam etti. 2006 Mayıs ayında çıkan son albümüWholeness and Separation, elektronik ve organik müziğin son derece dengeli bir karışımı olarak eleştirmenlerin ve hayranlarının övgüsünü kazandı.

Yaptıkları müziğin türü triphop/dreampop olarak tanımlanıyor.

Halou’nun birkaç şarkısını Myspace adreslerinden dinleyebilirsiniz.

Ayrıca kendi resmi web sitelerinden de son albümlerindeki şarkılara kısa kısa ‘kulak’ atabilirsiniz. (Göz atınca oluyor ama, bundan sonra kulak da atılacak işte!)

Öyle hemen geçip gitmeyin. Bir dinleyin. Mesela şu hemen aşağıdaki güzel şarkıyı, tatlı mı tatlı klibiyle birlikte bir izleyin. Sevme, hadi olmadı hoşlanma halinde bir attaki klibi de izleyin. Böyle uzun uzun uğraşmamın, yok efendim biyografilerini Türkçe’ye çevirmek olsun, sitelerinin her tarafını incelemek olsun, belli miktarda bir çaba göstermemin bir sebebi vardır herhalde değil mi? Ben sevdim diyorum arkadaşım, sevdim bu grubu! Bir dinlesen ne olur yani, kulağın mı bozulur? (seviyorum bu üslubu, ehe he)

Everyting is OK




Your Friends



via

27 Şubat 2007

Okumak Anlamak

Siyaseti siyasetçilerden dinlemeyi sevmem: Her zaman taraflı ve bağnazcadır.
Senden, benden, vatandaştan dinlemeyi de sevmem: Her zaman eksik ve manipüle edilebilir(iz)dir.
Akademisyenlerden dinlerim.: Ehven-i şer seçenektir ve şanslıysam gerçekten doğru ve yararlı bir şeyler kapabilirim.
Ama, mesela bir marka danışmanın, siyaseti pazarlama penceresinden anlatmasını mutlaka dinlemeye çalışırım. Taraflı anlattığını, dünya görüşlerinin katı olduğu bilsem bile dinlerim. Marka danışmanları, markayla uzun zamanlar boyunca ve farklı alanlarda uğraşmış kişiler oldukları için toplumu sosyologlardan; gelişmeleri gazetecilerden; büyük resmi siyasetçilerden daha iyi görebilirler.

Buradan çok takdir ve takip ettiğim marka danışmanlarından Güven Borça'nın bir yazısına eriştim. Öyle doğru ve çarpıcı tespitleri var ki, beynime ışık tutulmuş gibi oldum. Birçok yerinde 'bunu ben de düşünmüştüm ama toparlayamamıştım' dedim. Eminim siz de diyeceksiniz. Bu yüzden burada sizinle paylaşma karar aldım.

İlk yazı: En Güvenilir Kurum ve Research 101

İkinci Yazı: Türkiye’nin Önünü Tıkayan Korkular ve Boş Gündemler

Üçüncü Yazı: Meleklerin Cinsiyeti (Cemalettin N. Taşçı)
(Üçüncü yazı açılmıyorsa, ikinci yazının en sonundaki bağlantıyı kullanabilirsiniz.)

Bence hem Güven Borça'nın yalın dili, hem Cemalettin N. Taşçı'nın hoş ifadeleri, ama asıl olarak hakkında yazılanların ilgi çekiciliği size bu -nispeten- uzun yazıları sonuna kadar okutacaktır.

26 Şubat 2007

Efes'in Yeni Depozitosuz Şişesi


Efes Pilsen yeni -depozitosuz- şişesini, ve dolayısıyla yeni imajını, tüm dünyaya tanıtıyor. Yeni kampanyalarının sloganı ise Dream in Efes. (Malesef yeni şişesinin fotoğrafını bulamadım. Kah aşağıda reklamını izlerken, kah sitesini gezerken bol bol görünüyor zaten. Onunla idare edeceğiz artık.)

Dün Yiğit'le evde pazar kahvemizi içip gazetelerimizi okurken Efes'in yeni şisesini tanıttığı ilanı gözüme çarptı. Yiğit'in ve benim ayrı ayrı ilk tepkilerimiz şu şekilde oldu:

Deniz: Yiğit, Efes'in yeni şişesine baksana.
Yiğit: Böyle bir şişesi vardı zaten sanki.
Deniz: Kabartmalı mı diyorsun? Hiç hatırlamıyorum.
Yiğit: Sanki depozitosuz şişesine benziyor.
Deniz: Evet evet, ona benziyor. Ben beğenmedim ya, sanki... Hmm... Çok 'küt' olmuş. Şöyle, bel kısmının falan biraz daha ince olması gerekiyormuş sanki.
Deniz, Yiğit: Öf, ne konuşuyoruz biz len? :)

Neyse uzatmayayım. Biz iki kardeş, Efes'in yeni depozitosuz şişesi için bunları düşündük. (Gerçi dün konuşurken bu şişenin sadece depozitosuz şişeler için olduğu bilmiyorduk.) Sonra bugün işe geldim. Efes'in bu konuda başlayan kampanyasının ayrıntılarını Marketting Türkiye sitesinden öğrendim. Aşağıda hepsini paylaşıyorum. Önce aşağıdaki reklam filmini, ardından da yazıyı okumanızı tavsiye ederim- ki zaten video ve yazıyı bu sıraya göre yerleştirdim. (Güya seçimi karşı tarafa bırakıp belli bir seçeneğe doğru yönlendirme durumu. Çok pis. :))

Eh, bir de Dream in Efes isimli web sitelerine de bir göz atarsınız artık arada.



Efes Pilsen, 33 cl ve 50 cl dönüşümsüz şişelerde; gövdesinde Efes kabartması ve boyun etiketli özel tasarımıyla tüketicilere sunuldu. Efes Pilsen’in modern, genç ve dinamik yapısını karakterize eden yeni kabartmalı şişesi Landor firması tarafından tasarlandı.

Efes Pilsen, yeni dönüşümsüz şişe ambalajını yurtdışında da “Dream in Efes” adlı global iletişim kampanyası ile tanıttı. Duyulara hitap eden, fantastik bir dünyaya kapı açan reklam filminin, Türkiye’deki sinemalarda gösterimine başlandı.

Yeni şişe tüm dünyada “Dream In Efes” reklamıyla tanıtılıyor
Kabartmalı yeni şişenin tanıtıldığı reklam filmiyle bir Türk markası dünya televizyonlarında yayında. Filmin yaratıcı ekibi Lowe Tanıtım, filmin yönetmeni ise Madonna’nın ünlü “Frozen” klibinin bütün özel efektlerinin yaratıcısı ve MTV Müzik Ödülleri’nde Özel Efekt dalında ödül alan İngiliz yönetmen Steve Haim. Filmin müziği Ömer Ahunbay tarafından bestelendi ve Rebel Moves Grubu tarafından işlenerek, çeşitli versiyonlarda seslendirildi.

Kamera arkası
Tamamen fantastik bir dünyada geçen reklam filmi için, büyük ve etkileyici bir dekor hazırlandı. Dekor, İstanbul TEM stüdyolarının bahçesine özel olarak kurulan yarım futbol sahası büyüklüğündeki, 2.000 metrekarelik sete yerleştirildi. Özel setin içerisine, 7 metre çapında ve 4 ton su kapasiteli, büyük bir havuz kuruldu.

Çekimlerde rol alan tüm oyuncular, senkronize yüzücüler, trapezciler, ateş yutan akrobatlar ve profesyonel dansçılar Rusya’dan seçildi. Oyuncuların koreografisi için Londra West End’in tanınmış isimlerinden Leslie Child ile çalışıldı. Kısa bir süre önce
Elton John’ın bekarlığa veda patisinin çılgın koreografisini hazırlayan Child, ayrıca Boy George, Rolling Stones, Robbie Williams gibi sanatçıların vazgeçemedikleri koreografları olarak tanınıyor. Child, bu büyük proje için yaklaşık olarak 130 kişilik kalabalık bir ekiple çalıştı.

Sette 5 lisan konuşuldu
Film için 20’den fazla fantastik kostüm ve aksesuvar tasarlandı. Beş ayda tamamlanan filmin üç boyutlu grafik çalışmaları Barselona’da, telesine işlemleri Berlin’de, 2 ay süren post prodüksiyonu ise İstanbul’da gerçekleşti. Projenin yapımını üstlenen Complete Works Productions, bu kapsamlı proje için her biri farklı ülkelerden gelen çok özel bir ekibi bir araya getirmiş oldu. Complete Works, bu projede sadece filmin başarıyla tamamlanmasını değil, bu dünyaca ünlü ekibin, İstanbul’u çekim mekanı olarak portföylerine almasını da hedefliyor.


Bu arada, depozitolu/depozitosuz yerine, dönüşümlü/dönüşümsüz sözcüğü kullanılmaya başlanmış. Gözden kaçmasın, depozito sözcüğü kaynağına geri dönsün.
:)

25 Şubat 2007

Portecho


Bu grup dinlenir.

1 Mart'ta Ankara'ya geldiklerini öğrendim, heyecanlandım. Hemen yazayım dedim.

Grup Tan Tunçağ ve Deniz Cuylan'dan oluşuyor. Bu ikili 2005 yılında biraraya geliyor ve Portecho’yu kuruyor. Plak şirketi olarak ise Elec-Trip Records ile anlaşıyor. İlk albümleri Undertone'u Oğuz Kaplangı ile 2006 yılında kaydediyorlar. Gerek Londra barlarında, gerekse Rock'n Coke gibi festivallerde boy gösterip, uluslararası hayranlar ediniyorlar.

Burada Deniz Cuylan'a da bir göz atmak lazım. Zira kendisi 2003 yılında Telecine albümünü çıkaran Maya projesiyle tanınıyor. Groovy, electronica ve ve caz karışımıyla yurtiçi ve dışında pek çok popüler mekanda çalmışlığı var. Televizyona, filmlere, reklamlara, ayrıca Düsseldorf ve Moskova’da gerçekleşen defilelere müzik besteledi. 2004’te ilüstratör Sadi Güran’ın çizimleriyle bütünleşen Netame projesini tamamladı. Kendisi halen Tırtıllar adlı radyo programını sunuyor, alternatif yaşam-müzik dergisi ‘Bant’ın editörlüğünü yapıyor ve sık sık Stokholm’e giderek etnik-elektronik tarzda müzik yapan Play grubuyla albüm kaydediyor.

Portecho, genel olarak söylemek gerekirse, elektronik müzik yapıyorlar. Kendilerini ilk kez Bant Dergi aracılığıyla duydum. Deniz Cuylan ismi zaten dergiden yeterince tanıdık. Sonra, geçenlerde Dream TV'de kliplerini gördüm. Sympathy adlı şarkılarına, çok kaliteli bir klip çekmişler. Vokal çok başarılı, prodüksiyon kalitesi ise dünya standartlarında.

Bazı şarkılarını buradan dinleyebilirsiniz.

Bu siteleri şu anda yayında (İngilizce)
Bu siteleri de yakında geliyormuş.

Bu da klibi:



Kaynaklar: Bant Dergi, Ntvmsnbc

22 Şubat 2007

Sarı Ceketli Yün Tavşan


Sarı Ceketli Yün Tavşanı'nı Rock'n Coke'da kaybetmiş. Kendisi için çok büyük anlamı varmış. Sonunda böyle bir site oluşturmuş. Site hakikaten çok güzel olmuş. Yalnız gördüğüm kadarıyla sarı ceketli yün tavşancağızın boyutları biraz küçük. Hani, söylemek istemezdim ama, o kalabalıkta ayaklar altında kalıp, ezen kişiye hissettirmeden ezilmiş gitmiş olabilir.

Ama amaç bu mudur? Burada gerçekten Sarı Ceketli Yün Tavşan aranıyor, eyvallah. Ama böyle güzel bir site yaratmak için güzel bir bahane de bulunmuş olabilir. Bu, olayın, benim ilk aklıma gelen tarafı. İkincisi, ve görünürdeki taraf ise, bu kişi hakikaten bu oyuncağa çok ağır, çok özel bir anlam yüklemiş. Kaybedince çıldırmış. Aramak için interneti kullanmaya karar vermiş. Ama internet denen alemde inanılmaz bir rekabet olduğunu ve insanların dikkatini çekmek için çok kaliteli bir site yapması gerektiğinin farkında olacak kadar akıllıymış. Siteye giren, benim gibi, herkesin içinde 'ay keşke ben bulsam da şu oyuncağı, versem kişicağıza' cümleleri oluşturmuş.

Önünde sonunda, önünde de sonunda da, ben kendisini tebrik ediyorum. Bu tarz sitelerin daha önce yapılmış olduğunu da yine kendisi söyleyecek kadar da kendinden emin birisi, zira ben daha önce duymamıştım. Ha, misafir defterinde 'isimsiz tavşan' adlı birisi "bırak artık o tavşanın peşini" diye bir yorum yazmış. Çok güldüm.

Gözüne ışık tutuverdiler zaar hayvancağızın.
:)

via

21 Şubat 2007

Yürüyerek

(Yürüyen adam imajı bu siteden. Murat Gülsoy'a ait bir kitabın kapak resmi. Oh Tanrım, nasıl da acemiyim! :))

12 Şubat 2007

AŞTİ İnsanları

(İnsanın kendi yazdığı yazıya çok gülmesi, kendi esprisine gülmesiyle aynı anlamda mıdır? Olabilir. Olsun. Otobüste bloğu için yazdığım bu yazıya bir gülüyorum, bir gülüyorum sormayın. Sonunda da 'ilahi ben!' diyorum. Doyamıyor, kendi bloğumuza da ekliyorum. He he.)

AŞTİ. Yani Ankara Şehirler arası Terminal İşletmesi. Ankara'nın otogarı işte. :)

Yıllardır her gelip gittiğimde düşünürüm. Burada normalde göremeyeceğim kadar çok çeşit insan var. Ama kim bunlar? Neden böyleler? Aslında her şehrin otogarı bu açıdan benzerdir herhalde. Neyse efendim, oradaki insanlar hakkında biriktirdiğim gözlemler çoğalınca yazayım da sizinle paylaşayım dedim. Buyurun buradan yakın: AŞTİ'de yaşam. :)


1- Yazıhane Önü Adamları:

Biletinizi birkaç gün önce, Gudik Turizm'den ayırtmışsınızdır. Elinizde, sırtınızda çantalarla, giden yolcu katına çıkarsınız ve o uzun, geniş, kalabalık, dışbükey koridorda yürümeye başlarsınız. İşte bu adamlar burada devreye girer. Tam bir sonraki adımınızı atacağınız yere gökten gelip konar ve sorar: "Aksaray mı abla?" Bu soru bazen İstanbul, Artvin, Mersin, Manisa olarak değişir. Onların gözünde yolcu dediğin, evinde rahat rahat otururken cin dürtmesi sonucu kalkıp bavulunu toplayan, bilinçsizce AŞTİ’nin yolunu tutmuş, nereye gideceği hakkında zerre bilgisi olmadığı için bütün yönlendirmelere açık bir çeşit acayip kişidir. Bu adamlar “Ay evet, tamam, kabul ediyorum, Aksaray’a gideyim bari” cevabını alamadıklarında suçu kendi ikna yeteneklerinin eksikliğinde arayacak kadar da alçak gönüllüdürler. Zira bir dahaki sefere çok daha ısrarcı olurlar.

2- Büfe Elemanları:

Yine o malum koridorda, eliniz kolunuz dolu bir şekilde Gudik tabelalı yeri aramaktasınızdır. Etrafınızdaki yazıhane önü adamlarından sıyrılmak için ceylan gibi seke seke yürürken, aynı yerin önünden kim bilir kaçıncı kez geçtiğinizi bir hüzünle fark edersiniz. Sonunda birilerine sormaya karar verirsiniz. Eğer bir AŞTİ acemisiyseniz, elinizde olmadan kararsızlık kokusunu salgılamaya başlarsınız. Bu koku bütün binaya büyük bir hızla yayılır ve AŞTİ insanlarının son derece duyarlı burunlarına ulaşır. Bu konuda başı çeken büfe elemanlarıdır. Bir anlık bakışı bırakın, kafanızın yön olarak büfeler tarafına dönük olması bile onlar için yeterlidir. Onlar için de yolcu; yazıhane önü adamlarına benzer bir şekilde, elinde bavulla koridorlarda bilinçsizce dolaşan ve sandviç, hadi olmadı bisküvi yemesi gereken kişidir. Yemek istemiyorsa cazip davetlerle ikna edilmelidir. Ne akla hizmetse, hepsi birbirinin aynı olan ve dip dibe duran zibilyon adet büfenin içindeki bütün gözler size çevrilmiş, ağızlar bu kez sizin için açılmıştır: “Gel abla, gel buyur, gel, buraya gel, gelsene” veya “hanfendi buyurun, buraya buyurun hanfendi, hanfendi hey! Buraya buraya!” davetleri sizde ana rahmine dönme isteği uyandırır. Gelip gittikçe bunlarla baş etme yöntemlerini öğrenirsiniz. Eğer azimle çalışır, ne istediğinizi bilirseniz gidip korkmadan bir simit bile alabilirsiniz, o kadar yani.

3- Yazıhane Elemanları:

Bu kategoriye giren AŞTİ insanlarının kulakları fonksiyonel açıdan birer tasarım harikasıdır. Beyinlerinden gönderilen ufak sinyallerle istemedikleri zaman telefon zili, insan sorusu gibi sesleri duymama özellikleri vardır. AŞTİ’yi arayıp santralden bağlattığınız firmanın uzun uzun çalıp tam kapatmak üzereyken aniden ‘alov’ diye açılan telefonlarının başında bunlar dururlar. Ayrıca, tüm engelleri aşarak bulup, bir sevinçle biletinizi almaya çalıştığınızda sizi duymayanlar da bu kişilerdir. Karşısındaki insanı ‘acaba aslında burada değil miyim? Ben kimim, nereye gidiyorum’ gibi felsefi sorulara yönelten bir havaları vardır. AŞTİ’nin Hacı Baba'sıdırlar. Sabırlarından sual olunmaz.

4- Muavin:


Otobüs kalkıncaya kadar ‘muavinlik keşke sadece otobüs içinde olsa’; kalktıktan sonra ise ‘keşke sadece bagajları yerleştirsem, başka işim olmasa’ diye düşünen kişidir. Bu nedenle de mutlu olanına pek rastlanmaz. Hiçbir nedeni ve sağlam bir avantajı olmadığı halde en önden bagajını koymaya çalışan 'az değil' yolcuların arasına sıkışması ve kafasına yediği bavullar sonucu birçoğunda anormal davranışlar görülebilir. Hoş görmek lazımdır.

5- Yolcu:

İlk olarak ikiye ayrılırlar: Acemi, deneyimli. Deneyimliler tek hamlede yazıhaneyi bulur, biletini alır, gider büfeden bisküvi kapar, sonra döner gazeteciden Penguen’ini alır, bavulları yerleştirdiği gibi koltuğuna geçer oturur. Maske gibi duran endişeli ve kızgın yüz ifadelerinden ve, hızlı ve kararlı hareketlerinden acemilerden kolayca ayırt edilebilir. Acemiler ise, AŞTİ’ye ilk girdikleri anda AŞTİ insanlarının, yukarıda bahsi geçen ‘sen ne ettiğini bilmezsin, bilinçsizsin’ demeye getiren davranışlarına aşırı tepki verirler. Fakat, yoğun frekansta devam eden bu gönderme bir süre sonra beyinlerine girer. Mesela, Bodrum’a gidecekken Aksaray’a giden yolcu uç örneklerden biridir, ama bu neyse ki çok nadir görülür.

Yolcular ayrıca normal ve ‘az değil’ olarak da ikiye ayrılırlar. Normal yolcu normaldir. Çok kibar değildir, kaba da değildir. Çıkan sorunlar genelde kendisinden kaynaklanmaz. Sendir, bendir. ‘Az değil’ yolcular ise hakkını aramakla gereksiz sorun çıkarmak ve ortamı germek arasında bir fark olmadığında ısrarcı bir kitledir. Çözümün çabucak ve sakince bulunmasından hoşlanmazlar. Birileri ağzının payını verdiğinde içten içe bir canıma değsin çekersiniz. Otobüste yanınıza oturması durumunda sülalenizi soran ve ne olduğu önemli olmayan bir konuda sizi ısrarla ikna etmeye çalışanlar da bunlardır. Genelde teyze olurlar ve çirkindirler.

10 Şubat 2007

Gevende

Gevende, 2000 yılında Eskişehir'de kurulmuş, psychedelic folk türünde müzik yapan, çok sevimli elemanları olan bir grup. İsmini ben ilk kez 10. Roxy Müzik Günleri birinciliğiyle duydum. Tek bildiğim Eskişehir'den olduklarıydı. Çünkü o sene Ankaralı gruplardan birincilik bekliyorduk. (RUJ üçüncü olmuştu yanlış hatırlamıyorsam.) İsimleri ve yaptıkları müzik çok hoşuma gitmesine rağmen sonrasında çok takip etmedim. Meğer bu arada H2000, Zeytinli Rock, Barışa Rock festivallerinde ve daha birçok mekanda/ortamda boy gösterip hayran toplamışlar. Grup şu insanlardan oluşuyormuş: Ahmet K. Bilgiç (ses-gitar), Ömer Öztüyen (viola), C. Ömer Uygan (trompet), Okan Kaya (bas gitar- cümbüş- ses), Gökçe Gürçay (davul, tencere, tava, damacana).

Buyurun önce son zamanlarda (2 Şubat'tan itibaren) MTV Türkiye'de Exclusive olarak yayınlanan, Nayu adlı şarkıya çektikleri muhteşem klibi izleyelim:


"Ne diyor bunlar abidik gubidik" demeyin. Sözlerin tamamı tersten okunmuş. Klip de, albüm de daha çok yeni olduğu için sözlerini netten bulamadım. Bir manyak dinleyip hepsini yazabilir, tersine de çevirebilir tabi. (Mesela ben.) CD'sini henüz almadım. Son CD alışverişimde, mağazaya girişimden kasaya kadar elimdeydi. Son anda Replikas'ın Avaz'ını almaya karar verdim. Ama Gevende'nin de evime girmesi yakındır.

Sosyomat'ın Gevende sayfasındaki bu kişi, Gevende'nin Nayu şarkısı için MTV Türkiye'ye yaptığı açıklamayı paylaşmış:

"...1999-2000 yıllarında Eskişehir'de hepimiz öğrenciyken kurduğumuz grubumuz zamanla kendini geliştirdi. Şimdi birimiz hariç mezun olduk. Birçok uluslararası ve ulusal festivalde sahne aldık. 2003'ten itibaren kendi şarkılarımızı yapmaya başladık. Aranjmanını ilk yaptığımız şarkı Nayu oldu. Başta söz yoktu, enstrümantaldi. Sonra bu şarkının söze ihtiyacı olduğunu düşündük, bir boşluk vardı sözsüzken. Sözleri yazıp ilk kaydı yaptık bilgisayarımıza. Gerçekten berbat olmuştu. Sonra sözleri tersten okuyarak kaydettik ve işte şimdi oldu dedik. Şarkının atmosferini tamamlamıştı..."


Bayılıyorum kuralları olmayanlara!

Gevende'nin çok beğendiğim sitesi dışında bir de bloğu var. Tıklanmalı, gezilmeli.

Peki acaba Gevende ne demek? Gevende, özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde 'çalgıcı' anlamına gelen bir sözcük. Son gittiğim filmlerden biri olan Beynelmilel'de gevende neymiş, ne değilmiş çok güzel anlatılıyor.

Kapanışı Gevende'nin başka bir klibiyle yapalım. Aslında kısa film de sayılabilir. Samimi, kaliteli, bir o kadar da acıklı bir film olmuş.

Na-Sevgili, Na-Darling


Bir ara "sevgililer gününü kutlamamak" modası vardı. Çiftlerin farklılaşma çabası adına yapılan bir anti hareketti. Sevgililer günü diye bir gün olmasını, bunun kutlanması, üstüne bir de illa ki hediye alınması zorunluluğunu saçma bulurlardı.

İlk başlarda güzeldi. Hakikaten 'amma da marjinal çift be' dediklerim oluyordu. Kısa bir süre sonra durum komikleşmeye başladı. Etraf sevgililer gününü kutlamamak için büyük çabalar sarfeden çiftlerle dolmaya başladı: Her gün en az 5 kere konuşup da 14 Şubat'ta birbirini aramayanlar mı dersiniz, tutup da özellikle o gün özellikle kavga edenler mi dersiniz, neler neler... 14 Şubat Lanetlileri diyorum ben onlara. Yazık yahu. Bırakınız kendinizi efendim. Sevgilisiniz işte, mutlu olmak/etmek için hazır bahane, daha ne?!

İşte bu anti-cilerden bir grup oturup bu konuda güzel bir web site hazırlamışlar. Be my Anti Valentine.


Üstteki 'card'lar okuyup da en çok güldüklerimden. Web sitelerinde, çok fazla olmasa da, daha örnekleri var.

Son olarak diyorum ki, herhangi bir şeyin 'anti'sindeyseniz eğer, karşısında olduğunuz şeyin önemini ve büyüklüğünü kabul etmiş oluyor, onu bir bakıma meşrulaştırıyorsunuz. Bence asıl 'Sevgililer Günü karşıtları', 14 Şubat gününü unutup gidenler, o günün önem ve özelliği aklına bile gelmeyenlerdir. Tabi bunlar ya Satürn'de uzay taşlarıyla ya da denizler altında balıklarla yaşıyorlardır. Bu kadar gözümüze sokuyorlar, unutmanın imkanı var mı?

En son olarak buradan sevgilisi olmayanlara sesleniyorum:
Bir sevgili edininceye kadar lütfen ama lütfen anti- manti takılmayın. Bu karşıtlık aslında gerçek düşünceniz olsa bile, bunu kimseye söylemeyin. Bir ezik gibi, efendime söyleyeyim, bir kompleksli gibi görünmeyin. Antin kuntin işler bunlar.

(::)

5 Şubat 2007

Kulaklar Olgunlaşıyor

Böyle büyük bir kare formunu alıyor, sonra yanaklara doğru hareket edebilmeye başlıyorlar.

İyi ki olgunlaşmak böyle bir şey değil. Ne o öyle..? Çirkin.

Bir süredir dinlediğim müzik türünün giderek şekil değiştirmeye başladığını fark etmiştim. Kulaklarım beynime beynime giriyor, 'değişik bir şeyler istiyoruz artık, hep rock hep rock, arayışa gireceğiz şimdi vallahi' diyorlardı. Ancak beynimdeki müzik türleriyle ilgili bilgi birikimi artık kulaklarıma yetmiyordu.

Bir kavga bir gürültü! Sonunda ne oldu bilinmez. Ama bir şekilde algılarım başka türlere açıldı işte. Gerçi kapılar her zaman aralıktı.

Babamın uzun ud dinletileri sayesinde sağlam bir alaturka ve türkü bilgim (makam, nota bilgileri falan dahil); sonrasında nereden geldiğini bilemediğim bir rock sevgisiyle fena olmayan bir rock ve türevleri repertuarım (gitar mitar da çalarız icabında); iyi icra edilen her tarzda müziğe sonuna kadar açık olan kulaklarım sayesinde de caz, arabesk, deneysel, elektronic, psychdelic, blues topraklarında kiralık mülklerim olduğu doğrudur. Böyle bir karmaşada, birini dinlerken diğerini terk etmediğimi de belirtmem gerek.

Bunları böyle açık açık ilk kez burada söylüyorum sanırım. Zira 'hangi tarz müzikten hoşlanırsın' sorusuna 'iyi olan her şeyi dinlerim' diye cevap veren kulaksız insanlar gibi görünmek istemem, isteyemem. Bu soruya "genel ortalama rock'ı gösteriyor, ama..." diye başlayan cevaplarımı ise ancak karşı tarafın vakti ve ilgisi varsa veririm.

Buradan keşfettiğim gruplara bir geçiş yapıyorum. Aslında keşfetmek dememem gerek. Zira hepsi bizim bilgisayarda Yiğit'le ortak oluşturup büyüttüğümüz Müziğim isimli dosyadan çıktı. Bu dosyayı büyütmekte Yiğit'le şöyle bir farkımız vardır:

Ben bu dosyaya attığım her türlü şarkıyı/albümü/grubu nereden, ne zaman, kimden, nasıl bulduğumu bilir, şarkı isimlerinin Winamp'ta doğru görünmelerine kadar tek tek düzenler, bu arada dinlenmedik tek bir şarkı bırakmam. Yiğit ise, aradığı veya o an dinleyip sevdiği bir grubu/şarkıyı/albümü arkadaşından dolu bir mp3 CDsi halinde alır, içindeki bir albümü biliyorsa geri kalan on bir tanesini bilmeden Müziğim dosyasına atabilir. Bazen düzenler, bazen düzenlemez. Tamam, kabul ediyorum; benim saçma takıntılarımdan bulundurmaz bünyesinde, rahat yaşar.

Bende böyle bir 'dosyam düzenli olsun da, varsın vaktimi saçma sapan harcamış olayım' durumu olunca bu dosyaya dışarıdan giren her türlü yabancı nesneyi tek tek taradığım tahmin edilmiştir sanırım. Bu taramalar esnasında zehirli yılanlar gibi kıvrıla kıvrıla gelip kulaklarıma zehrini bırakan albümlere/sanatçılara/gruplara sıra geldi sonunda. İnanılmaz değil mi?

#1 Afro Celt Sound System


Birbirinden coğrafya ve iklim olarak çok farklı olan iki ayrı kıtanın, birbirlerinden çok farklı olduğunu düşündüğümüz, yüzlerce yıllık geçmişe sahip iki ayrı müziği biraraya gelirse ne olur? Hele ki bir de bunlardan biri uzun zamandır tüm dünyayı etkisine almış İngiliz müziğinin; diğeri ise şimdinin incelmiş zevk sahiplerine hitap eden Jazz ve Blues'un atalarıysa ne olur? Ben söyleyeyim, Afro Celt Sound System olur. Afrika müziği nere, kelt müziği nere diyorsanız bir dinleyin derim. Gaydayla Afrika davullarının bu kadar yakışacağını hiç tahmin etmezdim. Ne tahmin etmesi yahu, aklıma bile gelmezdi!



Yazının deamını okuken, bir yandan da ACSS dinleyelim. Youtube'dan biri, grubun ünü bir şarkısını- ki bence herkese tanıdık gelecek-, videosu için fon müziği olarak kullanmış. Klip değil,ama güzel bir seyirlik.



Bakalım Afro Celt Sound System kimmiş, neler yaparmış?

(Kaynaklar: Ekşi Sözlük'ten Halo adlı kullanıcı ve Real World Records'un bu sayfası)


"Afro Celt Sound System, 1992 yılında Simon Emmerson önderliğinde James McNally, Iarla Ó Lionáird ve Martin Russell tarafından kuruldu. Grubun diğer çekirdek elemanları Johnny Kalsi ve N'Faly Koyate ile birlikte birçok album ve konsere imza attılar.

Her ülkenin kendi geleneklerini ön plana çıkartacak şekilde çapraz kültürel melodileri, müzik kökenleri ile birleştiren akım, gün geçtikçe artan bir ilgi ile izleniyor. Global ritim çatısı altında toplanan bu tür müzikleri icra eden sayısız oluşum bulunuyor. Bunlardan sadece bir tanesi olan Afro Celts Sound System (Afrika-Kelt Ses Sistemi) grubu on yıldan beri geleneksel Batı Afrika müziği ile İrlanda folklor müziğini, modern dans melodileri ile birleştirip, eşsiz bir çapraz müziksel karışım sunuyor.


1995 yılında çıkarttıkları ilk albümleri Volume I: Sound Magic ile klişe, modası geçmiş müzik bariyerlerini yıkan grup, farklı kültürlerin müzik ile nasıl bütünleşebileceğini tüm dünyaya gösterdi. Anında ileri gelen etnik müzik festivallerinin- özellikle WOMAD festivali (World of Music and Dance)- vazgeçilmez bir parçası olan grup, bu yolda ilerlemeye çalışan diğer grupların önünü açmıştır. Bir dünya müziği konsepti üzerine yoğunlaşan grup, farklılıkları yok sayarak, müziği tek bir bütün olarak kutlamaktadır. Emi/Kent etiketi ile ülkemizde de çıkan beşinci çalışmaları Volume V: Anatomic, yıllardan beri dünya müzisyenleri arasında süregelen saygın işbirliğine devam ediyor.

Batının sınır tanımayan stüdyo imkânları çerçevesinde, modern elektronik müziği, İrlanda flütleri, vurmalı çalgılar, Afrika’nın koras’ı (21 telli batı afrika’ya ait arp’a benzeyen, dikey çalınan bir enstrüman), klasik İskoç gaydası, Yunan buzukisi,İrlanda uilleann’ı (sağ kolun basıncı ile oturarak çalınan, içine üflenmeyen irlanda gaydası) ve nyatiti’ni (batı kenya’da lou kabilesi tarafından kullanılan 8 telli lir) gibi geleneksel enstrümanlar ile birleştiren grup, keyif veren bir sentez oluşturuyor.

Albüm satışları dünyada 1.2 milyondan fazla olan grup Hotel Rwanda ve Stigmata gibi filmlerin müziklerini de yaptılar. Ayrıca iki kez Grammy'ye aday gösterilen grup, WOMAD gibi başka birçok etkinliğe de katıldı."

Bende (daha doğrusu Müziğim dosyasında) Volume I ve Volume II albümleri var. İki gündür Afrikalı - İrlandalı oldum. Last Fm'in söylediğine göre tazları electronic- world- experimental- african- celtic kıvamında.
(Fotoğraflar, yazılar vs. yi toplayıp bir araya getirmek için uğraştım biraz. Çünkü nette, özellikle Türkçe sayfalarda, haklarında pek fazla bilgi bulunmuyor. Ulaştığım ve kullandığım bütün kaynaklarına yukarıda bağlantı yaptım. Bir de Deppo diye bir sitede 15 liraya satılıyordu albümleri -normalde 35-40 lira. 'Yok yetmedi, azıcık daha bakayım'lar buraya da tıklayabilir.)

#2 Darmadar


Bu grup hakkında çok az İngilizce kaynak var, hatta galiba yok. Başlığa tıkladığınızda da İtalyanca sitesi çıkıyor zaten. Bu nedenle bunların bir İtalyan grubu olduğu ve Buddha Bar'la bir alakaları olduğundan başka bir bilgim yok malesef. Eh, ona da bilgi derseniz.

Darmadar'ı, yine Müziğim dosyamızdaki, Chill Out in Paris isimli bir albümden buldum. Sonrasında yaptığım minik araştırma sonucu bu albümün bir çok volume'ü olduğunu, Buddha Bar'la bir ilişkisi olduğunu ve Darmadar'ın bu toplamanın ikinci volume'ünde (solda) bulunduğunu öğrendim.

İşte bu albümde Darmadar'ın Meu Deus isimli bir şarkısı var ki, müthiş. Bunun dışında bulabildiğim birkaç şarkısını daha dinledim, onlar da çok güzel. Artık uluslararasına açılsalar, buralara gelseler de ben de haklarında bir şeyler bulacağım diye bu kadar uğraşmasam. bari İngilizce bir site yapın, değil mi? Merak etmeyin, sitelerden bulduğum e-mail adreslerine mail attım. Cevap gelirse buradan sizinle paylaşırım.

Son olarak grubun
YAUSDEI isimli bir albümü var. Ayrıca Darmadar, Afganistan'da bir yer. Oranın iklim bilgileri falan var elimde isterseniz. Ehe eh.

2 Şubat 2007

Hediye mi dedin?

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden Dr. Candan Çelik üye olduğum mail grubuna bir mail göndermiş. Hediye Satın Alma Davranışı başlığı altında bir araştırma. Çok dikkatimi çeken, çok şaşırdığım şeyler yok. Ama pek yerinde tespitler var. Özet denebilecek bir paragrafı hemen aşağıda:

Parsons hediye satın alan tüketicileri daha yakından tanımak adına yöneticilere aşağıdaki bilgileri göz önünde bulundurması gerektiğini belirtiyor.

  1. Hediye alırken, hediye alacağımız kişiyi düşünürüz bu da satın alma davranışlarımızı değiştirir.
  2. Başkaları için şaşırtıcı derecede çok para harcarız. Hediye verme bizim başkalarıyla ilişkilerimizi geliştirme, ilişki kurma ve koruma yoludur. Hediyeler ile teşekkür eder, özür diler ya da ilişki içerisindeki memnuniyetimizi gösteririz. Hediye endüstrisi hatırı sayılır derecede büyüktür ve hediye verme arzusunun düzeyinin değişmediğini bize gösterir.
  3. Hediye alınan kişinin karakteri hediye seçimini etkiler. Hediye seçimi sürecinde yakın arkadaşlar ve aile üyeleri için başka; daha uzak akrabalar ve meslektaşlar için farklı yaklaşımlar benimsenir, bu göz ardı edilmemelidir.


Her yılbaşında olduğu gibi bu yılbaşında da evahalipisi elemanları olarak bir çekiliş yaptık. Ve yine her yıl olduğu gibi hediyeleri birbirimize vermeden önce kimin kime hediye aldığı üzerine tahminlerimizi bir kağıda yazıp ortaya bir para koyduk. Ve tekrardan her yıl olduğu gibi en iddialı kişinin bile tahminleri tutmadı.
(Bu senenin iddialısı bendim. Beyza'nın hediyelik eşya fuarında dolaşırken yaptığı bir takım hareketler sonucu onun bana alacağını düşünmüştüm. Meğerse o da benim bazı manalı sözlerimden benim ona alacağımı düşünmüş. Sonuçta hiçbirimiz tutturamadık yine yani. Paralar eski yerlerine geri döndü.)

Sonuçta, birbirimize aldığımız hediyelere bakıyorum da, Candan Çelik’in yazısındaki tanımlar pek de yanlış değil. Bakalım bakalım:

  1. Hediye alacağımız kişiyi düşünürüz elbette. Acaba beğenir mi? Evahalipisi elemanları arasında hediye alınırken en çok zorlanılan kişi Yiğit’tir. Erkek olması dolayısıyla. Bu sene Yiğit’e hediye alan kişi Beyza oldu. Aldığı hediye ise ahşaptan, bateri çalan yaşlı ve kötü kötü bakan bir vudu büyücüsüydü. Beyza bu hediyeyi alırken satın alma davranışını değiştirdiği kesin. İnsan durup dururken kendine davul çalan büyücü almaz zira. (Böyle dediğime bakmayın, bence gayet hoş bir oda süsü. Yiğit oturma odasındaki televizyonun üzerine koymayı tercih etmiş, onun nedenini bilemeyeceğim artık.) Ha bir de, Yiğit’in geçen sene bana büyük bir vazo aldığını da burada belirmeden geçmeyeyim. Aynı evde yaşamasak, evde vazo koyacak sehpamız var zannedeceğim. Yiğit bu hediyeyi alarak satın alma davranışını nasıl değiştirmiş belli değil, o kadar yani. Açıklaması da hediye alma işini son dakikaya bıraktığı için Migros’tan almak zorunda kalması. Vazo güzeldi bari. Bu sene de ben çıktım kendisine. Ağzı yandı ya geçtiğimiz dalgalardan, gitmiş bir sürü dolaşmış, Zara’dan çok hoş bir bluz almış bana. Yerim ben kendisini.

  2. Hediye endüstrisi hatırı sayılır derece büyüktür tabi, o büyük olmayacak da ben mi büyük olacağım allasen? Doğum günü, doğum, sevgililer günü, anneler günü, babalar günü, yılbaşı, düğün, nişan, durup dururken hediye derken semirmiş bir endüstridir kendisi. Başkasını bilmem de ben hiç şikayetçi değilim. Hediye vermek de almak da dünyanın en güzel şeyi. Hele ki fizibilite çalışması yapılmış ve karşı tarafın ne zamandır çok istediği o ‘şey’ alınmışsa tadından yenmez. Berfu’nun Beyza’ya, birkaç hafta önce beğenip de pahalı diye alamadığı gümüş yüzüğü alması gibi. Eh, abla olunca böyle oluyor tabi.

  3. Hediye alınan kişinin karakteri hediye seçimini etkiler. Hediye alan kişinin karakteri de alınan hediyeyi etkiler. Buradan da hediye alan kişinin hediye alınan kişiyi etkilediği sonucuna ulaşırız. Hediye ise arada etkilendiğiyle kalır. Eh, o kadar hatırı sayılır endüstri falan diyoruz, bu kadar kalp kırıklığını kaldırır herhalde değil mi? Mesela ben Berfu'ya Canavarlar, Yaratıklar, Manyaklar isimli bir kitap aldım. O an Berfu'ya bakışlarımız kesişti. Benden nasıl etkilendi, nasıl etkilendi anlatamam.