29 Temmuz 2009

Imaj Saç Jölesi: Hafızalı


İlk başta şunu belirteyim bu tuvalete elinde nerden bileyim bir roman, öykü en olmadı Uykusuz'la falan giren ve yarım saat çıkmayan insanlara karşı gıcığım var. Bana göre roman okunmaz arkadaşım o iş üstündeyken. Ayrıca garibime de gidiyor yani yaptın yapacağın, hadi çok kötü haldeysen maksimum 3-5 dakka olabilecek bir işi neden uzatıp da 30 dakka haline getirir insan? Hadi uykusuz okunur belki yani bi kaç karikatür okuyup kıçınla gülebilirsin (literally) de roman nasıl okunur hafsalam almıyor.

Ben çocukluktan beri tuvalette etraftaki deterjan ve türevi kutuların arkasını okurum. O da garip bi durum biliyorum yani banane di mi Cif Oksi-jel'in içinde ne var, ne işe yarar? Ancak deterjan kutusunu okumak en fazla 2-3 dakka sürüyor. Fazladan orda vakit harcamaya da gerek yok, verimlilik ana amaç. İçindeki mamül noniyonik olduğunda bana bi şey de ifade etmiyor. Ancak en azından çevre dostu mu değil mi onu öğrenebiliyorum Mesela bu Cif yer temizleyicisi %80'i biyolojik olarak parçalanabilir bir naneymiş. Hatta kutusu plastik ama geri dönüşüm özelliğine bilem sahip. Sonuçta bi şeyler öğreniyorum. Ancak elime bir roman alıp girsem Maria'yı kim götürdü kesin kaçırırım sonra da tekrar o beş on sayfayı okumak zorunda kalırım çünkü Maria'yı kimin götürdüğü kitabın çözüm yeri olur kesin.

Neyse işte gene böyle etraftaki nesnelerin arkasında yazanları okumaya giriştiğimde fark ettim ki Imaj jöleleri hafızalıymış arkadaş. Tabi dikkatimi çekti hemen, nasıl hafızalı olabilir? Hafıza dediğin insana mahsus bi şey değil miydi? allahüteala onu bi cöleye de verseydi eğer ne farkımız olurdu? Kaldı ki biz insanlar cöleye de benzeriz, yapış yapışız falan. Neyse işte hafızalı olduğunu görünce bi durdum yanını çevirdim, neymiş bunun hafızası diye baktım. Meğer imaj jölelerini saça sür, 3 gün çıkarma ve saçı hafif ıslat aynı eskisi gibi tekrar jöle sürmeden şekil alıyormuş. Buna da jölenin hafızasını canlandırmak demişler. Garip geldi.. Bi faydasını bulalım olum diye düşünüp "hafızalı len bu" diye içlerinden bi akıllı çıkmış sanırım. Ha düşünüyorum da hafızalı diye imaj marka jöle de almam ben. Bu adamların hitap ettiği kitle saçını yıkamaya da jöle sürmeye de üşenen tipler sanırım. Ne biçim bir kitleye sesleniyorlar yahu.

Ayrıca bir allahın kulu da mantıklı bi açıklama yapsın neden tuvalette roman okuduğu ile ilgili?Valla kırk yıl kölesi olmasam da elinden ayağından öpcem yahu...

Resim, olayın iyice b.kunun çıktığının kanıtı ayrıca; tuvalet bitti bir de küvete geçmiş adamlar. Hadi yaptın bi fantazi şarap içtin de küvette ne bileyim müzik dinle, dinlen, meditasyon yap tamam da ne diye kitap okursun. Ayrıca o ellerin suya değmeyecek mi, kitabın sayfalarını kim çevircek bu durumda? Hafızalı küvet de yapmak lazım bence.

28 Temmuz 2009

eh mutlu olun gari

(Mutsuz insanlar, mutsuzken bloglarınıza yazı yazmayın!
Ve siz mutsuz yazılar okumaktan ayrı bir haz alanlar... Bi durun, neden adamın mutsuzluğu bana zevk veriyor diye düşünün..)

Her şeyi geçtim de;
niye beni Kemalettin Tuğcu romanı okuyor gibi hissettiriyosunuz yahu ya da içimde benden gayrı bi küçük Emrah yaratıyosunuz. Yaratmayın arkadaş. Bakın kelebenkler, böcekler, pervaneler falan var içtiğiniz biranın içine düşen.. siz de gülün olum biraz, gülün...

Yoksa,

27 Temmuz 2009

Günün Okuması #2 - M Kuşağı Manifestosu

Günün okuması diyorum ama, buna çağın okuması demek daha anlamlı olacak sanırım. Bu manifestoyu okur okumaz paylaşmak istedim; bakalım siz de benim kadar, kanıyla damarıyla kendinizi bu kuşağa ait hissedecek misiniz?

Yazı Düğümküme'den. Kaynak burada. Engin Erdoğan'ın çevirisi ile:

M Kuşağı Manifestosu

Dünyayı yöneten sevgili yaşlı insanlar, eski kafalar,


Benim kuşağım sizinle ilişkisini bitirmek istiyor.


Hergün, dünyayı anlayışımızda ve beklentilerimizde gittikçe büyüyen gibi fark görüyorum. Bu farkların çok köklü olduğu kanaatindeyim.

Siz büyük, şişman, tembel şirketler kurdunuz.
Biz küçük, dinamik, mikro çaplı ticaret istiyoruz.

Siz politikayı sahtekara eşanlamlı bir kelime haline getirdiniz.
Biz her yerde özgün ve köklü demokrasi arayışındayız.

Siz finansal tutuculuğu tercih ettiniz.
Biz sadece bankalara değil, insanlara hitap eden ekonomiler istiyoruz.

Sizin için önemli olan, kabadayı şirket başkanlarının yarattığı hisse değeriydi.
Bize göre gerçek değer, haysiyetli, karakterli ve yürekli insanlar tarafından yaratılır.

Siz görünmez bir el istediniz, bu dijital bir el oldu. Bugünün pazarlarında alım-satımların büyük çoğunluğu bu görünmez el yordamıyola, robotça yapılıyor.
Biz kanlı canlı el sıkışmak istiyoruz ki güven duyalım, güven verelim.

Siz hızlı bir şekilde büyüme istediniz.
Biz yavaştan almak istiyoruz ki daha da iyileşelim.

Sizin için hangi toplumların düştüğü, hangi hayatların battığı önemli değil.
Biz bütün gemileri yüzdürecek dalgalar istiyoruz.

Siz malikaneler, koca jipler, otomatik yemekler, büyük boy hayatlar peşindesiniz.
Biz hayatı insancıllaştırmak istiyoruz.

Siz uydukentler, gelişigüzel yığınlar ve insanları yabancılaştıran demir kapılı siteler inşa ettiniz.
Biz özgün ahaliler üzerine yapılandırılmış bir toplum istiyoruz.

Siz daha fazla para, kredi ve iltimas yordamıyla aç kurtlar gibi tüketmek istediniz.
Biz, önemli olan şeyler yapma konusunda çok iyi olmak istiyoruz.

Siz maneviyatı maddiyat namına harcadınız. Bizi biz yapan değerleri süse püse, allı pullu incik boncuğa sattınız.
Biz satılık değiliz. Anlamlı olan şeyleri yapmayı öğreniyoruz.

Bugün sosyal, politik ve ekonomik ortamlarda taşlar yerinden oynuyor. Yukarıdaki iki nokta, durumu en iyi şekilde özetliyor. Etiketlerden hiç hoşlanmam ama bu durum için kusursuz ya da mükemmel olmayan ‘M’ Kuşağı etiketini kullanacağım.

M Kuşağı etiketindeki M ne anlama geliyor? Herşeyden önce Hareket (İng. Movement). Bu biraz yaşla ilgili ama daha çok sayıları hızla yükselen, geçmiştekilerden farklı hareket eden insanlarla ilgili. Bu insanlar herşeyden daha önemli olan anlamlı işler yapıyorlar (İng. Meaningful stuff that Matters the Most). Bunlar ‘M’nin ikinci, üçüncü ve dördüncü anlamları.

M Kuşağı için önemli olan tutku, sorumluluk, özgünlük ve düne dair herşeye meydan okumak. Baktığım her yerde M Kuşağı patlaması görüyorum: şirketler, sivil toplum örgütleri, açık kaynak ahalileri, yerel girişimler, yönetim. M Kuşağı kim? Obama, bir nevi. Larry ve Sergey (Google kurucuları). The Threadless, Etsy, Flickr’ı kuran gençler. Ev, Biz (Twitter kurucuları) ve Twitter tayfası. Tahran 2.0. Kiva, Talking Points Memo ve Findthefarmer. Shigeru Miyamoto, Steve Jobs, Muhammad Yunus ve Jeff Sachs M Kuşağı’nın dedeleri. Bu öncülerin geldiği yerlerde M Kuşağından tonla var.

M Kuşağı sadece süper değil, hayati olarak gerekli. Eğer ‘M’ler size fazla idealist geliyorsa tekrar düşünün.


Büyük kriz bir yere gitmiyor, değişmiyor, başka bir şekle bürünmüyor. Kriz aynı, gittikçe büyüyor.


Siz, bu krizin ne olduğunu kavrayamadınız. Tekrar tekrar işaret ettiğim gibi, kriz kurumlarımızın özünde, ekonomimizi organize eden kurallarda.


Ne var ki onlar sizin kurumlarınız, bizim değil. Siz yarattınız ve iflastalar. Demek istediğim şu:


“… Örneğin, taşıt sektörü üretimi o kadar kısıtladı ki motorlu araç talebinin tarihte en düşük olduğu günümüzde bile stoklar küçüldü. Küçülen stoklar, ekonomi düze çıktıkça gayrisafi yurt içi hasılada büyük bir artış yaratacaktır.”


30 yıl öncesinin teknolojisi ile üretilen araç envanterini düze çıkarmak gayrisafi yurt içi hasılayı artırsa ne olur? Gayrisafi yurtiçi hasılanın yanıltıcı bir kavram olmasına bundan daha iyi bir örnek olamaz. Biz yolları tıkayan asfalt yatları değil, 21. yüzyıl otomobil endüstrisi istiyoruz.


Daha önce çekilmekten bahsederken (bir nevi) şaka yapıyordum. Durum bana şöyle görünüyor: her kuşağın önünde bir zorluk vardır. Bizim önümüzdeki zorluk, dünün sefahatinin hesabını ödemek ve yerine özgünce, kendini yenileyebilecek şekilde paylaşımlı bir zenginlik yaratmak.


Yaşlı genç herkes bu soruya cevap bulabilir. M Kuşağı için önemli olan nerede doğduğun değil, ne yaptığın ve kim olduğun. Soru şu: Hala 20. yüzyılda mısınız yoksa 21. yüzyılda mı?



Sevgiyle,

Umair ve Edge Economy Ahalisi

23 Temmuz 2009

Çocukluk, Gençlik, Olgunlaşma Yılları: Ailem

Eşşek Sıpası adlı blogta memur çocuğu olmak adı altındaki bir yazıyı okuyunca aklıma benim de memur çocuğu olduğum, çocukken nasıl bir insandım, büyüdüm ne oldum gibi sorular geldi.

Memur çoçuğuyum ben evet. Arkadaşlarımın genelde kaymak tabaka tabir ettiği üst sınıf diye adlandırılan, aaa senin peder de paraya para demiyordur anlayışı ile hareket edilen bir memur babam. Bu anlayıştan yola çıkarak da siz hiç para sıkıntısı çekmiyosunuzdur olum, ohh valla, millet aç be aç, böyle memurluğa can kurban şeklinde konuşmaların içinde çok bulundum. Ama hiçbir şey öyle gözüktüğü gibi değil aslında. O kadar paramız olsa zaten şu anda ev borçlarımı falan babadan isteyip ödemiş ve mutlu bir insan olmuştum. İsteyemiyorum çünkü kendisi de ayı ancak tamamlayabiliyor. Bir de zaten eşek kadar adam olmuşum babadan para istemek ayrı bi koyuyor yahu insana.

Babam bir kaç yer gezmiş Türkiye'de ondan sonra da İzmir'e tayini çıkmış. Sene 1991 sanırım ben ilkokul birinci sınıfı Isparta'da okumuş ve ardından da İzmir'e yerleşmişiz. Yerleşme o yerleşme. İlk okula hiçbir zaman başlamak istememişim. Bu yüzden de ana okuluna göndermemişler beni. Anne kuzusuymuşum tam. Annem de benden önceki iki çocuğu gayet güzel ana okulu, ilk okul diye devam ederken benim eteklerinden ayrılmamamı anlayışla karşılamış (Kız Meslek Liseinden: Çocuk Eğitimi branşı gibi bi naneden mezun olmuş annem, anaokulu öğretmeni olabilirmiş ama zamanın maço babası "otur kadın evinde, bırak çalışma" demiş.) Neyse ilk okula başlarken zırlayıp durmuşum pek hatırlamıyorum. Fotoğraflarım var, saçlar at kuyruğu, mavi bi önlük, sırada ağlarken. Bu konuda tek hatırladığım nokta bütün sınıfa o zaman çok pahalı olan küçük top şeklinde çikolatalardan dağıtmalarıdır. Bende ağlarken o dağıtılan çikolataları yedim bi yandan. Bu şekilde fotoğtafların olması da zaten aslında ağlıyorum ama çikolatamı da yerim haa şeklinde bir mentalitemin olmasına dayanıyor. Annem o gün beni eylemekten bir tane bile çikolata yiyemediği için büyüyünce anneme "adam gibi bi işe girdiğim zaman sana o zamanın en pahalı çikolatasını alcam, söz" dememe neden olmuştur. Henüz almadım.

İlk okul biri pek hatırlamıyorum ama bir kaç anı var aklımda kalan. Mesela annem ile babamın yemek sırasında "Berfu [ablam]'nun durumu nasıl acaba okulda, bu hafta bi öğretmeni ile görüşelim" demesini kendime görev biçmiş okulda hocasını gördüğüm zaman da "öğretmenim berfu'nun durumu nasıl sınıfta?" diye sormuştum. Hoca da kızım sen birinci sınıftasın ablan beşte, sen kendi işine bak allasen şeklinde bir cevap vermişti sanırım. Daha sonra da annemlere durumu "sizin bu kız pek bi alem geçen gün geldi berfunun durumunu sordu, hah hah hah" şeklinde anlattığını düşünüyorum. Ya da dayanamayıp ben bizimkilere de anlatmış olabilirim. (Bu noktayı Berfu daha iyi bilir. Kesin uyuz olmuştur yaptığım davranışa.) Memur çocuğu olduğumdan dolayı sanırım annem dikerdi bizim kıyafetlerimizi. Bu yüzden annemi terzi sanardım ben. İlkokulda da bir piyes için kıyafetler dikilecekken hocamın "hanginizin annesi terzi" sorusuna ben diye atlamıştım. Annemi okula çağırmışlardı...

İlkokulda Beşiktaş maçları pazar gününe denk geldiğinde evdeki kalın bordo perdelerin ışıma yapmasın diye çekildiğini, televizyonun önünden geçmenin yasak olduğunu ve Beşiktaş yenilirse haftalığımın babam tarafından unutulduğunu da hatırlarım. Bir keresinde de tuvaletten kaptığı bu lastik terliklerle abimle benim peşimden koşturup dövmüştü onu da eklemek gerek çünkü babamın dediğine göre abimle her kadir gecesi kavga ediyoduk. Şimdi düşündüm de bunun nedeni kadir gecesi olması değil tam aksine bizim abimle her gün kavga etmemizdi. Babama ilerleyen yaşlarda bizi nasıl lastik terlikle dövdün yahu diye hatırlatmamız babamın da "yahu siz de yaptığım onca güzel şeyi hatırlamayın, terlikle dövdüğümü hatırlayın olacak şey değil" demesine neden oldu.

Sonra İzmir'e taşındık... Biraz hızlı geçeyim.. Babanın memur olmasından dolayı İzmir'e adaptasyon süreci ve küçük yerlerde yaşamanın verdiği muhafazakarlık bizimkilerden biraz zor gitti. Bu konuda Berf en büyük çocuk olduğu için en çok azarı yiyen insan olmuştur. Abimin metal musikisi dinlemeye başladığı dönemlerde babamın abimle "olum bunlar ananı kes babanı öldür diyolarmış, nasıl bu tip müzikler dinler oldun, ne ara seni kaybettik" şeklindeki konuşmasına neden olmuştur.

Ablam içimizden en akıllısıydı, her zaman. Ekstra bi güce başvurmadan kendisi çalışırdı. Bal'da okudu, acayip eğlenceli bir ortaokul ve lise hayatı yaşadı. Biz abimle haytaydık. Babam normalde ailelerin ev falan yaptırayım yahu diyebileceği durumda bizi koleje gönderdi. Ancak ikimizin aynı koleje gitmesini istemedi. Nedeni ise benim kendi ayaklarımın üstüne basabilmem ve abimin benim üzerimde okulda otorite kurmasını engellemekti. Yine de iki yakın koleje gittik: İzmir Türk Koleji (abim) ve Fatih Koleji (ben). Her gün 45 dakka gittiğim okulda dört sene okudum. Fatih diyince aa dinci okula gitmişin der gibi bi düşünce peydah oldu sizde de di mi? Evet okulun içinde mescit vardı sanırım ama din dersleri haricinde pek de dini bir tutumunu görmedim okulun. Zaten İstanbul'a bağlı değildi bizim okul, o güzelliği vardı. Beden Eğitimi derslerinde yüzme dersi aldık mesela, okulun içinde kocaman kapalı bir havuz vardı, hiç unutmam. Neyse işte baban zengindir senin diyen insanlara babam paraları biz okuyalım diye harcadı resmen diyorum buradan. Zaten liseye geçerken de bizi karşısına alıp "ben size dört sene kolejde okutucam ikinizi, yabancı dil öğrenip iyi bir eğitim alacaksınız dedim, artık liseye geldiniz okullardan sizi alacağım zira param yok" şeklinde konuşma yaptı.

Ben o ara ortaokul sonrası tekrar anadolu lisesi sınavlarının olması ile Atakent Anadolu Lisesi'ni kazandım. Lise bir zor geçti çünkü hocalar "kolejden gelmiş işte ne beklersin" muhabbeti yaptı. Bir İstiklal Marşı sırasında resim hocasının gelip ben ve Dide ile konuşması sonucu müdür yardımcısının hoparlörle "siz ikiniz, çıkın yukarıya, odama gidin" demesi ve bütün okulun gözü önünde yukarı çıkmamızı hatırlarım. Sonuç belliydi, kolejden geldiğimiz için saygı nedir, istiklal marşı nedir bilmiyorduk. Oysa onlar bizi koyun gibi sıralamanın ve içimize türklük aşılamanın ne kadar da güzel bir şey olduğunu savundular. Lise sonda coğrafyadan bile özel ders aldık abimle. Kafamız basmıyordu çünkü. İşte o yüzden üniversiteye televizyon başında çalışan ve dereceye giren insanlara hep gıpta ile bakıyorum.

Üniversiteye geldiğimizde de üç çocuk da artık şehir dışındaydı ve gene bütün paralar şehir dışında çocuk okutmaya gitti. Ama abim de ben de burslu olarak kazandık okulları. Zaten babamın özel üniversiteye verecek parası da kalmamıştı. Babamın ailede öncelik kiminse para ona harcanır şeklinde takdir ettiğim bir söylemi vardır. Bu söylem ile de zaten genelde para bana ya da abime harcandı. Çünkü biz maldık. Ablam ise evin en büyüğü ve çocuklar içinde bi aklı başında olanı olmasının zorluklarını çekti her zaman. Dört sene yurtta falan kaldı biz üniversite sınavına girerken.

Memur çocuğuyum ben de... Ailem senelerin getirisi ve gevur İzmir'li oldukları için çok değişti. İçki içmeyen bir babam var benim, tövbe etmiş ama bizim içmemize laf etmez. Hatta evde balık falan yeneceği zaman şarap açmamıza laf etmez. Kendi içmez ama keyfi yerindeyse servisini yapar. Öyle de bi aile işte bizimkisi...

21 Temmuz 2009

Bal Kabaa

Hayatımda garip oluşumlar var, ne bileyim işte kötü şeyler ve güzel şeyler...
Olan oluyor her zaman..
Tezimi okumamasına rağmen, bütün bir tezin değiştirilmesi üzerine akşam 7.30'a kadar hocamın yanındaydım mesela... 90 sayfa yazmıştım ve yaşkaşık 70'i çöpe gitmek üzere... Hocama sorasınız gitmiyo çöpe alıp iç yerlerine yediriyorum. Ama kazın ayağı öyle değil işte... Yine de ki rezil bi haldeyim severim hocamı, iyidir o.

ama...
Nerden bileyim mutsuzum bugün....
Soner yanımda her gece olduğu gibi, iyi dostlar lazım. Sağlam dostlar.
Önce bi yalnız kalayım istedi, sonra da şarap alıp geldi...
Evi b.k götürüyo resmen... Bi ben bi soner içine ettik 10 günde evin..
İyi dostlar lazım, sağlam dostlar...

Tek bir şey var şu anda hayata beni bağlayan, yoksa sivrisinekten farkım yok.
Ve o öyle bir şey ki yaşamalıyım dedirtiyor bana...

Balkabaaa olmak lazım... Mesela Cadılar Bayramıda bi kaç kıçı kırık çocuğun gelip şeker istemesi lazım evimizden.... Trick or treat demeleri sonrasında bizim de birbirimize bakıp trick anasını satayım dememiz ve gelecek olan munzurluğu görmemiz gerek... Çocuklar gidince de ne halloween'di ama diye düşünüp en Fransızından bi şarap açmalıyız.

Ha trick diyince bi koldan mı oluruz yok efendim bacaktan mı bilemiyorum ama değer yahu her şeye...

En azından bal kabaa olmak ile sivrisinek olmak arasında gidip gelişimiz biter ve balkabaa oluruz en kıyağından!!

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın,
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak
(Nazım Hikmet-Yaşamaya Dair)

Not: Aklıma geldiği gibi yazdım bu gece... Düşük cümleler falan, hiç kasıp düzeltemeyeceğim. Halim yok.. İdare edin.. benden bu kadar vesselam!

20 Temmuz 2009

Bir Terk-i Diyar Eylesem


Kısa olsun.. öz olsun..
Yarın iyisi ile kötüsü ile hocaya teslmi edicem tezi..Belki de yok bi hafta daha yaz eksik dicek, bilmiyorum. Garip bi gün bugün... kafam baya karmakarışık.. Annemin bık bık da bık bık size o kadar gönderin Berfu'nun sağlık karnesini dedim, niye almadın yanına, ben yarın evdeydim, şimdi bu yüzden çarşamba da mı evde kalcam... Hep bu Berfu yüzünden, bık bık da bık bık... İşinizi adam gibi yapmıyosunuz, hani pazartesi gönderecektin bık bık söylemleri ile okula gittim. Annemle telefonu kapattığımda "eee senle mi uğraşcam H. Sultan kafada bi tez var başka da bi şey yok halindeydim.
Neyse okula gidip Mao'nun On Guerilla Warfare adlı kitabını buldum, çıktılarımı aldım ve servise doğru koştur koştur gittim. Bunları niye anlatıyorum bilmem...Arada Barış aradı, tezini düzeltiyorum meraklanmayasın diye.. Arada Soner'i aradım akşam gene bende kalcan di mi, gel gel, tezi tez formatına sokman lazım zaten dedim.. Anammm çıktıyı almayı unuttum tez formatının... Bak ya yeni aklıma geliyor. Neyse Soner onu havada karada yapar... Koçlarım benim, yirim sizi....

Elimde Mao, bi yandan okudum bi yandan eve yürüdüm. Düşündüm annem haklı ulen. Kadın yollayın Sağlık Karnesini diyeli kaç gün oluyor benim umrumda değil, varsa yoksa o nemrut tez. Neyse eve girdiğim gibi geri çıkarak kargonun yolunu tuttum. Bu sırada hala Mao okuyodum... Kafamda tezin bu kısmını nasıl yazacağımı oluşturdum ardından da Denizlere gittim.

Ha bu arada Deniz, Yiğit ve Berfu üçgeni şu an Kaş'ta tatil yapıyolar... Beni Ankara'nın ortasında bıraktılar, gelsin biralar, gelsin denizler, yüzmeler şeklinde eğleniyolar. Aramıyolar da pek beni, kıskanmayım canım sıkılmasın diye. Neyse Deniz insanı kurabiye yapmış, dün aradı "olum eve kurabiye bıraktım, git al onu ye, tez yazarken iyi gider" dedi. Denizlere gittim koştur koştur, kurabiyeyi aldım.

Bütün bunlar bugün yaptıklarımın görünen kısımları. Ancak detaylar var... Dün senelerdir doğumgününü hiç unutmadığım bi arkadaşımın doğumgününü unuttum... Gece biraz panik bir şekilde uyudum ve rüyamda Şener Şen beni götürmeye çalıştı. Hatta evine kadar götürdü. Evden içeri girer girmez de kanalizasyon borusu patladı, her yeri b.k götürdü.. Bütün gece rüyamda Şener Şen'in evini temizlemekle uğraştım. Uyandığımda da pek sevdiğim Şener Şen insanından rüyamda beni götürmeye çalışmasından dolayı tiksindim. Kendisinin bi kabahati yok... Şalvar Davası'nı izledim geçenlerde ondan herhal diyerek konuyu irdelemiyorum.
Sonra bugün okula gittiğimde "len bu bilgisayar internete girmiyo" diyerek yandakini açtım. Yandaki de girmedi. Meğer gmail.bilkent.edu.tr ve sonrasında gmail.edu.tr yazıyormuşum kutucuğa. Ama sinir harbi yaşadım beş dakka, ne oluyo diye... Aklıma arkadaşımı arıyıp gmail'e giremiyorum bi şeyler var diye sormak bile geldi...Az daha arıcaktım valla, cevap olarak da "sincap mal mısın" diyecekti bana.
Ardından da 3 senedir oturduğum apartmanın alt kapısını açamadım. Anahtarı bi türlü deliğe getiremem ve çevirdiğim yönün ters yön olması bunların etkisi...

En bomba şey ise iki haftadan beri insanlara ya bugün pazartesi mi demem ve cumartesi falan çıkması . Günler, aylar birbirine girdi.
Neyse sağsalim evime geldim.
Tek isteğim tezi bitirip, İzmir'e gitmek...
Evet tek istediğim şey bu, ne deniz tatili, ne de bira içmek falan...


18 Temmuz 2009

Okudum da Bab-ı Aliye katip mi oldum?

Aslında hep "ulen üç kuruş için hoca olmaya değer mi" den tut da "okudun okudun daha da okuycan da adam mı olacan" şeklinde gittiğim yolu sorgulamışımdır. Bu yol zarfında ki uzun bi süreçten bahsediyoruz freeeddoomm diye bağırarak güzelim İzmir'i bırakıp taşı toprağı çöl olan Ankara'ya gelmek ve sonrasında tekrar freeeddoomm diye bağırarak bir dönemi Almanya'da okumak ve sonra freeeddoomm diyemeden Ankara'nın ve Türkiye'nin nacizane okullarından birinde master yapmak (aslında o ara da freeeddoom diye bağırmıştım ama burs bulamamıştım gözünü sevdiğim Avrupa'da, mallık vardı biraz da sanırım) ve şimdi de tekrar freeeddomm diye bağırmak... Bağırarak Amerika'ya doğru yelken açmak...

Evet benim üniversite hayatım hep çığırtkanlıkla geçti, kabulümdür... Kıçıma hep rahat battı ve hep daha fazlasını istedim. Karanfil benim olacak binecem üstüne vuracam kırbacı, vuracam kırbacı hesabı bi hırs vardı bünyede...Hatta üniversitedeyken inek öğrenci diye anılırdım. Sosyal hayatımın olduğuna inanmazdı kimsecikler. Oysa biz haftasonları Limon'da Metropolis dinlerdik zamanında.

Notlarımı sadece en sevdiğim arkadaşlarıma verir, bütün dersi dinler, konuşanları azarlardım. "Şşşş duymaya çalışıyorum, madem konuşcan ne burdasın, çık dışarı" gibi sözler mi dersin sıranın üstüne vurmalar mı dersin hepsi mevcuttu. Şimdi bunu ayy ne gıcıkmışın şeklinde yoranlarınız olacak, evet gıcıktım. Ama sorun bi niye? İçimde hep hak, hukuk, adalet kavramları dönerdi benim de ondan- hala döner aslında. Babanın küçük yaşlarda bünyeye şırınga ettiği "kimsenin hakkını yeme, kimsenin üç kuruşunu alma" gibi sözleri bende evet kimsenin hakkını yemicem, kimseye yan gözle de bakmıcam-pardon o değildi- şeklinde yer etti. Sonuç olarak öğrenme hakkımı elimden alan insancıklara da kıldım. Pek savunulası olmadı di mi? Peki o zaman şunu da diyim. O zamandan belliymiş benim akademik olacağım. Belki de derdim bıdı bıdı konuşan tiplere değildi de hocayaydı. Otoritesini kuramayan, sınıfı dengeleyemeyen, anlattıklarıyla sınıfta katılımı sağlayamayan hocaya. Bunu söylerken aklımda bi hocam var gerçekten de. Ben ki o "inek halimle" Serkan'a "olum bu adam göbeğinden mikini görebiliyo mudur ki?" şeklinde cümleler kurardım. Ama sınıfa girdiğimde kimse yüzüme bakmazdı, çok yalnızdım çok... Hayır değildim. İlk başta benden nefret eden ve benim bunu sonradan öğredndiğim, bir kere gülmediğimi iddia eden ve sonrasında olum sen ne komik hatunmuşun diyen Nihan, Özge, Gökşen ve Özlem'e şapka çıkartıyorum burdan. Bende onlara gıcık olurdum haa onu da belirteyim. Önyargı dediğin nanenin ne kadar sakat olduğunu bana kanıtlamış insanlardır kendileri.

Ve sonuçta benim susun ulen, sayıyla mı verdiler sizi bana çemkirmelerim hem o arkada beni sinir eden gruba hem de bahsettiğim hocaya karşı bi nefret uyandırdı bünyemde. Buradan el sallıyorum hepsine, öpüyorum yanacıklarından... Bütün bunların sonucunda da büyük hoca olacam ben, 60 yaşıma geldiğimde elimden öpecek öğrencilerim diye de gaza gelmiştim bi süre...

Bunları niye anlattım. Pek sevdiğim, mükemmel hocam, tez danışmanım, yaz okulunda dersini alan öğrencilerden bir paper istemiş. Ancak pek akademik olmayan genelde gazetelerde ya da dergilerde editorün yazısının karşısında Op-Ed (Opinion Editorial ya da Opposite to Editor) diye anılan bir yazı formatında paper hazırlayacak çocukcağızlar. Benden ve diğer asistanından da perşembe günkü derse onun yerine girmemizi ve konuyu anlatmamızı, öğrencilerin konularını seçmelerine yardımcı olmamızı istedi. Ben ders anlatmadan ya da sunum yapmadan önce gergin oluyorum arkadaş.. Ama garip bir gerginlik tarzı bu. Hoca masasının önüne geçtiğim anda bütün gerginlik bitiyor... Sanki ben değilim de anlatan başkası konuşuyormuş gibi cümleler dökülüyor ağzımdan.. rahatlama hali geliyor. İşte perşembe günü biraz fazla rahatlama oldu sanırım çünkü ağzımdan en son "ya siz onu bunu s.ktir edin de şununla ilgilenin" şeklinde bir cümle çıkıyodu. S.ktir edin diyecekken bi anda durdum "ssss sallamayın" diye çevirdim. Bunun gibi bir kaç cümle ağzımdan çıktı aslında... Tabi öğrenci milleti kıvırmalarını direk anlıyo. Baktım ben resmen geçmişim karşılarına stand-up gibi ders anlatıyorum onlar da gülüyor, acayip eğlendim. Arada iki tip konuştu bi iki dakka onlara da "de heyy çıkın ulen sınıftan" diye artizlik çekmek geldi içimden ama çekemedim, onun yerine sustum bi baktım bunlara... Hemen tıp'a büründüler.

Sonuçta freeeddom freeeddomm da nereye freeddoomm? Bütün üniversite hayatını YÖK bursu, okul bursu, Avrupa Birliği Değişim Bursu, ot bursu, b.k bursuyla geçirmiş bir insanım ben. Haa sorarsan bi dereceyle mi girdim üniversiteye, yok kardeşim girmedim. Bachelor'dan fakülte birincisi olarak da ayrılmadım, bölüm birincisi dahi değildim. Didindim durdum... Öyle zeka küpü de değildim. Sonradan oldum. (Biliyorum içinizden bazı kendini bilmezler (!) bu kızın kıçı kalkık hocam, ya erkeklerin ona nasıl yazdığından bahsediyor ya da kendini övüyor diyeceksiniz. Ben üniversitede inek damgası yemiş bi insanım, ondan bütün bu huysuzluğum der saldırtmam bünyeme. (Blogtaki bi kaç yazıyı okuyarak beni bu itham altında bırakanlar oldu, ondan bu saldırganlığım. İşin özünde fark ettim ki saldırganlığımı ve kimseyi bana saldırtmayacağımı bile offense vs. defense ilişkisi ile düşünüyorum şu anda. Bu kadar da yer etmiş bünyemde koduğumun uluslararası ilişkileri.) Koduğum diyorum çünkü tez dönemimdeyim ve o mükemmel tez danışmanım 21'ine kadar tezini teslim et daha da extension isteme, kafanı kırcam dedi. Ve ben gene extension pleasseee halindeyim.

Sözün kısası ben bütün bu durumdan bi şeyler öğrendim. Her şeyi kendim için yaptım bu hayatta, kendi istediğim için. Bu yüzden sinir olduğum ve laf soktuğum Amerikalılar gibi bireysel bi yapıya sahibim. Hiçbir zaman en zeki, en başarılı, en en en olmadım... Olanları da kıskanmadım, onlara karşı saygım da büyük. Onlar ki üniversite giriş sınavına televizyon karşısında çalışmış insanlar. Onlara da şapkamdan tavşan çıkarıyorum şu anda. Bilgi bitmiyor vesselam... Her gün input az girdi beynime, daha çok öğrenmeliyim diye kendime sinirleniyorum.

Ölmeden önceki akademik amaçlarım:
1) En az 5 dil bilmek (Şu an 3'teyim. Hadi hayırlısı)
2) Alan dışı bir bölümü kendi alanım kadar iyi bilmek
3)Öğrencilerimle bara gidip içmek, geyik yapmak
4) Kıt notlar vermek
5)Sınıfın birinde öğrenci ile ego savaşına girmek sonrasında öğrenciyi sınıftan atmak

Not: Fotoğrafla yazı arasındaki boşluk benim gubidikliğim tamamen, affola... Fotoğraf: Bremen Üniversitesinin mükemmel söylemi.. Binanın tamamen camdan oluştuğununu düşünün ve içerdeki yazının da dışardan görüldüğünü: Freie Bildung für freie Menschen: Free education for free people. Özledim eski okulumu... tey ve tey

16 Temmuz 2009

Dunning-Kruger Etkisi

Bazen karşımızdaki insanın kiyafetsizliğini anlatmak için kelimeler kifayetsiz kalır. Karşımızdaki insan o kadar kendinin farkında değildir ki, ona dert anlatmanın ne kadar meşakkatli bir iş olacağını düşünerek bile yorulabilirsiniz. Üstüne üstlük bu insanlar, yüzdükleri sığ suyu bulanıklaştırarak derinmiş gibi havası yaratırlar -ki bu yine aslında sığ sularda olduklarının bile farkında olmadıklarını gösterir. Bu bulanıklaştırma yeteneği de onları devlette başkan, şirkette yönetici, takımda lider, sosyal ortamlarda en çok konuşan /konuşulan kişi olup getirir karşımıza. Zira genelde, sayısı çok olmasa da, diğer derin insanlar "bununla mı uğraşacağım olm" modunda takılıp kendini geriye çeker, karşısındakine dersini 101'den başlayarak vermesi gerektiğini fark ederek bezip susarlar, veya "şimdi bir dakika arkadaşım, o öyle değil, şöyle" demeyecek kadar mutevazıdırlar -çünkü kendilerine mutlaka bir hata payı verirler.

Biliyorum, hepimiz en az bir kez (en iyi niyetle bir -ki ben fazlaca iyi niyetli bir insanımdır) böyle bir insanla karşılaşmışızdır. Devletimizin başındaki hükümet elemanlarına ve genel olarak siyasetteki tiplere bakarak bile anlayabilirsiniz ne kadar iyi niyetli olduğumu. Ben genelde koşarak uzaklaşma yolunu seçiyorum ama yukarıda bahsettiğim gibi, bu kişi gelip başına müdür filan olunca koşarken kolundan yakalayarak canını sıkmaya devam edebiliyor işte.

Hah, bu kadar uzun uzun anlattığım durumun bilimsel bir adı varmış desem? Zafer Yalçınpınar'ın Puşt Ahali! mail grubuna attığı bu maille haberim oldu Dunning-Kruger Etkisi'nden. Resmen mutlu oldum. Bundan sonra kendini bilmez, kafası donuk, cahil filan gibi yetersiz deyişleri kullanarak kendimi soğutamamalara son! Buyrun size Dunning-Kruger:

Dikkat! Aşağıdaki alıntı kişisel yorumlar içermektedir zannımca. Daha bilimsel olanları için üşenmeyiniz, internette araştırma yapınız, Wikipedia'daki başlığı okuyunuz.

Dunning-Kruger Etkisi ya da Kifayetsiz Muhterisler

Haberin kaynağı

New York Stern School of Business’te görevli psikologlar Justin Kruger ve David Dunning’in tarihe geçmelerine vesile olan bulguları, yani Dunning-Kruger Etkisi adıyla literatüre geçecek olan teorileri de, Türk sağduyusunun yüzyıllardır "cahil cesareti" dediği şeydir aslında.

Journal of Personality and Social Psychology’nin aralık 1999 tarihli sayısında yayımlanan teorileri özetle "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der. (Bu cümle de Charles Darwin’e aittir zaten.)

Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır:

  • Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
  • Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
  • Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
  • Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle, antrenmanla artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Değerlendirme zaafı

İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da buldular. Cornell Üniversitesi’nden 45 öğrenciye bir test yaptılar, çeşitli sorular sordular. Ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istediler. En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60’ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70’e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı. En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70’ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü.

(Not: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında Nobel de kazandılar.)


İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, "kronik kendi kendini değerlendirme (auto-evaluation) yeteneksizliğine" bağlıyorlar. Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.

İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir. "Uyanıklık" bilecektir.

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten genelde "aynı yoldan geçmiş" insanlardır.

Buna, insan kaynaklarının, iki benzer CV arasından, "kendine güvenen ve iyi sonuç alma olasılığı yüksek" adayı tercih edeceği gerçeğini de eklerseniz, Dunning-Kruger Sendromu’nun Peter Prensibi’nin (*) yatağını yaptığı da ortaya çıkar.

Sonuçta, "kifayetsiz muhterisler" her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır. Etrafınıza bir bakın, uzmanlara hak vereceksiniz.

(*) Peter Prensibi: Her çalışan, iş ortamında yetersiz olduğu noktaya kadar yükselir, der. Bunun doğal sonucu olarak, yüksek makamlar daima yetersiz insanlar tarafından işgal edilir.

Kifayetsiz muhterisi nasıl tanırsınız?
  1. Gücünü delegasyon bahanesinden alır. Ekibinin orkestra şefi havalarına girer.
  2. Çok gürültü patırtı eder, çok şey yapıyormuş havası estirir.
  3. Koridorlarda hızlı hızlı, düşünceli edayla yürür.
  4. "Beşer şaşar" diye düşünür. Ama genellikle şaşan beşer kendisi değil, başkasıdır.
  5. Ne olursa olsun, hazırlıklıymış, olacakları önceden biliyormuş gibi davranır.
  6. Üstlerine karşı son derece kibardır; altındakilere (özellikle de en çok ihtiyaç duyduklarına) kötü muamele eder.
  7. İktidar ilişkileri ve göstergeleri onun için çok önemlidir. Astlarına kimin üst olduğunu hatırlatmayı sever.
  8. İlk denemede başarılı olamazsa, başarısızlığının belgelerini yok etmeyi unutmaz.
  9. Talimatlarını Post-it ile, e-postayla verir böylece astlarıyla yüzleşmekten kaçar.
  10. Toplantılarda son sözü mutlaka o söyler, gerekirse başkasının sözünü tekrarlamak pahasına.
Daha fazla okuma için Yalçınpınar'ın maile eklediği dosyaları tavsiye ederim. Ayrıca diğer linklere de göz atabilirsiniz. Buradan buyrun.

13 Temmuz 2009

Flight of the Conchords



Yeni Zellandalı bir komedi ikilisinin müzik eşliğinde yaptıkları humor anlayışı nasıl benim gibi bir Türk ile bu kadar örtüşür bilemiyorum. Gerçi bu manyakları Deniz ve Berfu'ya da dinletmiştim, onlar da yarılmışlardı gülmekten. Sanırım genetik olarak bi Yeni Zellandalılık mevzu bahis. Zaten bunların kiwi bird isimli kuşlarına karşı da bi sevecenlik söz konusu bünyede.

Bahsettiğim ve üstte videosunu gördüğünüz grubun adı Flight of the Conchords. Jemaine Clement ve Bret McKenzie salak saçma sözlerle ilk başta Yeni Zellanda'da popüler hale geliyorlar. Hatta bütün dünyada biliniyoruz biz, bakın Avusturalya'ya bile geldik diye hava atıyolar. Küçük kendi halinde bir komedi grubu bir anda Grammy Ödülünü alır hale geliyor. Sanırım TV showlar falan da yapmışlar. Ancak bence grubun güzelliği Yeni Zellanda'da ya da Avusturalya'daki bir pub'da insanların onları ayakta izlemesine dayanıyor. Biz'de ise bu tip bir grup pek ün yapmaz efendim. Hem müzik hem de komik hikayeler anlatılacak da iş yapacak. Pek sanmıyorum.

Fazla lafa gerek yok izleyin kendilerini. Ya bu arada Dr. House'u tez yazarken masanın üstüne koyarım ben o kadar karizmatik adam demiştim ya düşündüm Jemaine'i de istiyorum onun yanında. (Gözlüklü olan var ya onu. Ama bak diyorum burdan ben bu adamlarla tanışırım. Ahanda buraya yazıyorum. Hele bi D.C. ye gelsinler)

*Dün gece bi anda bu grubun tekrar aklıma gelmesine neden olan bal kabağına teşekkürler.

11 Temmuz 2009

İspanyol Havasında Şarkılar: Carlos'un hikayesi



Ne dediğini anlamadığım İspanyolca şarkılara karşı ayrı bir sempatim var. Mesela şarkı Fransızca olunca pek bi aşk kokuyormuş gibi geliyor bana. o yüzden pek sevmiyorum. Misal:

"ahh carlos kalbimi çaldın
artık her an aklımdasın
ahh carlos o dalgalı saçlarınla alsan beni"

havasında gidiyor Fransızca şarkılar. Halbuki aynı şarkı İspanyol & Latin ritimleri ile:

"carlos carlos çapkın carlos
yanımdan bi gittin düştüğüm kepazeliğe bak
mutlu musun o sarışın çıyanla bari
ahh senden gayrısı haram bana carlos"

tın tın tın havasında gidiyor.

İçinde hem tutku hem de nefret barındıran ilişkilerin hastasıyım sanırım ben. Bi s.ktir git carlos, ama aşığım da sana, gitme en iyisi şeklinde gelişmeli şarkı. Girişi gelişmesi ve sonucunda hem kan gövdeyi götürmeli hem de bi anda sevişmeye falan başlamalılar.
Hastalıklı mısın dediğini duyar gibiyim...
Hangimiz sağlıklı ki bebeğim..

Ahh Carlos ayağımı kırdın tahtayla...

Espano şarkıları böyledir işte okurum.

9 Temmuz 2009

Karşıdan Karşıya Geçince Evime Ulaşcam

İki gündür eve gitmeyip Denizlerde kalıyorum. Mal mıyım neyim? Halbuki ev toplamda 6-7 dakika uzaklıkta... Gitmeye üşeniyorum garip bi şekilde... Aldım pilgisayarı burda tez yazar oldum... Ancak dün gece gene ulen ayın 9'u oldu, ben tez mez yetiştiremicem, Kaş'a gitmek yalan oldu diye düşünmekten uyuyamadım.

Ev tarafına geçmeme nedenlerim arasında bir de görmek istemediğim, görürsem gene kendimi kötü hissedeceğim, resmen hayatının içine ettiğim (cidden ettim, benden nefret etse az kalır) bir zatla aynı sokakta oturduğumuz gerçeği de var sanırım. Aynı sokak olsa gene iyi karşı apartmanımda her dakka arabasını görmek, kendisini çıkarken görmek falan kaldıramıyorum sanırım. Bi insanı hayatından çıkardıysan ya da o seni çıkardıysa görmemek gerek arkadaş. Görünce insan kendinden, yaptıklarından tiksiniyor. Nasıl bir insan oldum, insan mıyım ben ulen diye düşüncelere dalıyor.

Neyse bu evde kalmak eski günleri hatırlattı bana.. Akşam yemekleri, sabah kahvaltıları, evde her daim Yiğit'in bağıran sesi seneler öncesine götürdü beni. Bi Berfu eksikti aramızda...Ama birazdan evime geçeceğim. Artık şu üzerimdeki kıyafetlerin kokmaya başladığını mı söylesem yoksa Deniz'in iki gecedir bana pijama namına hiçbir şey vermemesinden dolayı aynı kıyafetlerle hem sabah hem de akşamı geçirdiğimi mi söylesem bilemedim. Kokarca modundan da çok üzerimdekilerden tiksindim yaleppim... Ama allah'ın bi kulu da beyza ben sana şunu vereyim de onu giy demedi ya da bi duşa gir istersen, iyice beter oldun da demedi... Tam bir batma halindeyim gene. Her sabah kalkar kalkmaz duş alan ben iki gündür etrafta kifayetsizce dolanıyorum.

Ve işte gene I am going deeper underground
Cause there is too much panic in this town halini yaşama (#2)



6 Temmuz 2009

Ada Basını

Masada Boş Bardaklarla bir proje geliştirdik. Aslında ben geliştirmedim, o geliştirdi bana yemesi ve yazması düştü..Yeni bir blog açtık dış haberlerle ilgili.. Dünya'da neler oluyor, neler bitiyor da biz öyle evimizde oturup geyiğini yapıyoruz diye düşündük. Size de okuması kaldı... Merakınızı dünya haberleri çekerse bir uluslarası ilişkiler insanı ile tıp ilmini bırakmış ekonomi en iyisi demiş bir insanın yazı dünyasına sizi de bekleriz.
Buyrun bu sefer de buradan yakın:

İşsiz Güçlü

Son iki aydır işe geç gitmekle ilgili sürekli uyarılan ben, işe gitmeyeceğim bu ilk sabah (cumartesiyi saymıyorum) dört buçukta uyandım. İçimde uyandırdığı kasvetli ve mistik atmosferden dolayı küçüklüğümden beri hep korktuğum sabah ezanı ve onunla birlikte çığrışan hindimsi sesli kuşlar eşliğinde, oldukça karanlık bir havaya gözümü açtım.

Gece gündüz pıt diye uyumam gereken en bebek yaşımda annemin "bizimle yatıyor bizimle kalkıyor efendim, uyumuyor bu ufaklık" şikayetiyle doktora götürecek kadar uykuyu sevmeyen bir tabiata sahip olan ben; gece dokuzda yatırılıp on iki civarında ancak uykuya dalabildiğim çocukluk günlerimde, perdeleri açıp gökyüzünü seyretme alışkanlığı edinmiştim. Bugüne kadar devam eden bu alışkanlık, bu sabah gözümü açar açmaz, havadaki tek bir yıldızla kip kip diye selamlaşmamı sağladı. Yönümün güney olduğunu bildiğimden Kuzey Yıldızı diyemedim kendisine, çok sevdiğim bir türküye özenip Seher Yıldızı demeyi uygun buldum. Zira ben biriyle selamlaştıysam, sonra mutlaka tanışırım. İlkokuldaki gökyüzü gözlemlerimde, öğretmenimizin gece aramalara çıkacağımı bilmeden küçük ayı, büyük ayı deyip geçiverdiği ders yüzünden ne Cezveler, Bardaklar, Bayraklarla tanışmışımdır. Ayı yoktu yalnız, ne küçük ne de büyük. Pek de merak etmemişim, benim dünyamda benim koyduğum isimlerle var olmalarını istemişim demek ki.

Yıldızım ışık içinde kaybolunca kuşlar devreye girdi. Sevmediğim güvercinlerin, bedenlerinin çok derininden gelen, su altında taşların birbirine çarpması gibi garip bir yankıyla kulağıma varan seslerini dinler ve dinginlikten dinginliğe koşarken, bu kadar dinlenebilmek için çok yorulmuş olmam gerektiğini fark ettim. Belli ki, yaptığım iş yapabileceğimin çok altına düştükçe, kapasitemi doldurmak için çok fazla çaba harcamış ve daha kötüsü bunu görev haline getirmişim. Mesela, çantamdaki minik defterimi hatırladım.. Öncesinde etraftan ve kitaplardan, sonrasında internetin derinliklerinde karşılaştığım alakasız bilgileri bir süre sonra unuttuğumu fark edince bu deftere not almaya başlamıştım. Şimdi bir baktım da Mayakovski'nin Pantolunlu Bulut'unu; The Wall'un Live in Paris DVD'snin mutlaka izlenmesi gerektiğini; fotoğraf çekerken ASA değerlerinin işlevini; Avant Garde akımın nadide bir alt akımı olan Asemic Writing'i ve yaptığım örnekleri; Tsim Tsum'un ne anlama geldiğini; Sidney Finkelstein ve Halim Spatar adlı yazarları ve okumak istediğim kitaplarını; Adem Eyüp Yılmaz'ın Edebiyat ve İntihar'ını; İspanyol mimar Antoni Gaudi'nin eserlerinden ne kadar çok etkilendiğimi; beni etkileyen naif ve/fakat derin dizeleri; Bossa Nova'nın anlamını; Alev Alatlı'nın Safsatalar Klavuzu'nu; Tamburada'nın elemanlarını; A Dog of Flanders'ı ve daha birçok alıntıyı, etkilenmeyi, üzerine bir sürü okuma yaptığım her şeyi not etmişim.

Tüm bunları görünce - müzik arşivi oluşturma takıntımın, müzik dinleme isteğimin önüne geçmek üzere olduğunu ilk fark ettiğim zamanki gibi- gözü dönmüş bir kurtmuşcasına oradan buradan biriktirdiğim bilgilerin, zihnim için aslında mastürbatif bir işlevi olduğunu kavradım. Son bir veya bir buçuk yıldır hasıl olan bu durum, beni hiçbir şekilde tatmin etmeyen bir işin götürülerini dengelemek için kurduğum bir sistem gibiymiş. İşten çıkarıldığımı öğrenir öğrenmez üzerimden kalkan ağır yük, kendi kendime sırtıma aldığım bu dengeleme mekanizmasının yükü; bu huzurlu dinlenme, hayattan zevk almamı sağlayan minik şeylerin görevlikten istifa edip tekrar zevk haline dönmesinin dinlenmesiymiş.*

Saat yediye yaklaşırken, araba sesleri, uzun uzun çalan saat alarmları ve açılıp kapanan kapılarla birlikte hayat yeniden başlıyor. Karanlıktan aydınlığa doğru tüm nesnelerin ve seslerin tekrar şekil aldığını görmek çok güzel bir deneyim. Zira kafamda da, uzunca bir süredir donup kalmış şekillerin çözüldüğünü, yepyeni hallere büründüğünü, gecenin sona erip hayatın tekrar başladığını hissediyorum. Belli ki, sabahın köründe uyanarak, zihnimdeki bu dönüşümün gerçek hayatta da bir karşılığı olduğunu görmek istemişim. Semboller değerlidir.

Velhasıl velkelam, işsizim, güçlüyüm. Özgür olduğumu, genç olduğumu, değerli olduğumu, akıllı olduğumu unutmuşum, hatırladım. (Özgürlük meselesi biraz farklı gerçi, unutmaktan çok kaybetmiş gibiydim.) Şimdi, ne geleceğimle ilgili bir plan yapacağım (Kaş tatili haricinde, ehe.) ne de mesleğimle ilgili derin düşüncelere dalacağım. Sadece kitap, müzik, yasemin çayı, balkon, dostlar, şarap, hayaller olacak bir süre. Sezilerimi önüme katıp yaşamanın tadını çıkarmak, güzel de bir tatil yapmak lazım. Gece kumlara uzanıp, sessizlik içinde gökyüzündeki yıldızları seyretmek istiyorum; cezveleri, bardakları...

*Veyahut durum, az önce keşfettiğim ve okumayı çok istediğim Amak-ı Hayal'den Aynalı Baba karakterinin bilgili olmak üzerine söylediği gibidir: "İnsanın bilgisi nedir? Bencillik ve zevklerin ihtiyacı olan san'atlara ait şeylerdir"

*** Bu yazıyı, 6 Temmuz'da yazıp 11 Temmuz'da yayınlıyorum. Bir daha dört buçukta kalkmadım hiç. Ama her sabah yedi buçuk civarı uyanıp sekizde kalkıyorum bir haftadır. Bu güzel bir şey, pek bozmak istemiyorum.

5 Temmuz 2009

Bir Kalbim Olsa Niye Bin Değil Diye İçim Sıkılırdı


Şimdi Fever Ray diye bir grup var... Böyle garip bir müzik tarzları var kendilerinin. Ne bileyim biraz experimental mı denir kaotik mi denir işte bence "exmentalkaotik" türü yapıyolar. Kıçımdan tür de uydurdum şimdi. Biraz A Perfect Circle gibin... değil gibin... Her zaman çekilmeyecek türden ama modundaysan tam oturacak cinsten..

Neyse bunların bir şarkıları var If I had a Heart adlı.. Bin kalbim olaydı eğer sana birini vermezdim sevdiceğim hesabı bir şarkı olsaydı eğer hoberey hüberey tadında halay eşliğinde takılabilirdim ama onun yerine arkada sürekli bir bas sesi ilen "If I had a heart, I could love you" diyor zat-ı möhim kişiler...

Şarkıyı bile bile dinledim çünkü uzun zamandır pek de öyle duygu namına inişler çıkışlar yaşamayan biri haline geldim. Kendi bildiğini okuyan ve bencil bir yapım var sanırım. Hatta eminim öyle.. Biri bana şunu yapma mı dedi önce niye derim, mantıklı değilse cevabı yaparım. Mantık ölçüleri de gene kendi belirlediğim ölçüler oluyor malesef.

İş bu nedenden kalpsizim ulen ben. Önüme kırk külçe altın koysalar ve karşılığında benim aşkımı isteseler, ulen ne aşkı hırtaboz, kim kaybetmiş de sen bulcan, al külçelerini git diyesim geliyor... Yani maddiyatmış falan beni pek ırgalamıyor malesef. Bazen bu maddiyatçı kız tipinden olsaydım keşke zengin koca arasaydım ya da ev kızı olsaydım da hemen aşık olup ardından da evlenseydim diye geçiriyorum.

Tanrı benimle dalga geçiyor sanırım. Bi kaç melek üstüme bahis oynamış da ondan bütün bu cibilliyetsizliğim diye aklımdan geçmiyor değil. Hayır o değil de benim üstüme oynanan bahis kesin s.çar abi. Sağı solu belli olmayan, bugün ak derken yarın b.k diyebilecek karakterde bi insanım.

3 Temmuz 2009

Dark City



Kunil miyim neyim? Hava çok sıcak ve ben serinleyemiyorum, duş almak sadece 10 dakka fark ettiriyor… Kafayı yeme modunda tez yazmaya gayret ediyorum. Neyse efendim, işte bunaldığım bir arada Dark City adlı filmden bazı kesitler izledim. Arada yaparım böyle. Birkaç film vardır sürekli evire çevire izlediğim onlardan birisi kendisi. Diğer aklıma gelenler Pulp Fiction ve Amelie… Tabi ki de bir Almadovar ya da Wim Wenders havası beklemeyin bu filmden. Öyle Avrupa filmlerine adaylığı falan da istemiyor zaten ama…

Bu Dark City türünün ilk örneklerinden bence, izlerken vay anasını be adamlar ne yapmışlar dediğiniz bir film. 1998 yapımı Alex Proyas imzalı bir film, çok daha eski zannediyordum aslında. (The Crow'un yönetmeniymiş bu arada Proyas. Oda güzeldi be yaw) Matrix tadında filmlerin atası olabilir kendisi. Hatta atasıdır bence. Filmdeki kahramanımız John Murdock bir gün uyanır bir de bakar ki hafıza namına bir nane yok. Ulen ne oluyor bana hesabı dolanmaya başlar. İşte bu fotoğrafta gördüğünüz kel kafalı tipler ise insan ırkının nasıl işlediğini, onların ruhlarını anlayabilmek adına bir grup insan üzerinde deney uygulayan bir ırktır. Deneyi uyguladıkları yer ise iki kaş arasında kalan bölgedir. Bu malların içinden de bir tip çıkıp “olum biz ruhu beyinde arıyoruz ama la ya ruh ayaktaysa” dememiştir. Mal bir ırk işte diyorum size. Sorgulama sıfır, varsa yoksa telepatik güçler…

Filmde şu yukarıda gördüğünüz ana karakter mallar (ki karizma 1500dür) bir insanı alıp hafızasını silip yeni bilgiler depolarlar bünyeye. Mesela katil olduğuna dair bilgileri bünyeye şırınga edince adamın bir daha cinayet işleyip işlemeyeceğine bakarlar. Murdockta onların deneylerinden biridir efendim ancak bilmem kaçıncı hafıza silme esnasında bir sıkıntı olur ve bu kel kafalı ibişler “anam anam bu adamı durdurmalıyız” şeklinde piyasaya dökülür. Konu bu, devamını izleyin görün derim…

Aslında böyle bir teknoloji olsa kesinlikle bilim insanları bu tip deneyler yapmaya başlarlar yahu. (Bakınız bi deney vardı, hatta Das Experiment adlı film de o deneye dayanıyordu. Gardiyanlar ve mahkumlarla ilgili. İnsanları alıp sen gardiyansın, sen de mahkûm diyerek bir hapishaneye koyup sonrasında iki grubun da biçilen rollere kendilerini nasıl kaptırdıklarını anlatıyordu sanırım. Sonra gelsin şiddet, gelsin ölümler.. Bu gerçek bir deney ha bu arada. Das Experiment filmi de bu deneyi alıp film haline getirmiş). Neyse sonuç olarak biz deneylerle baya bir sınırları zorluyoruz aslında. İyi olduğu noktalar tabi ki de mevcut ancak bir de Dark City’de olduğu gibi bizi balık yapacak deneyler ortaya çıkarsa sıkıntı olur diye düşünmekteyim.