28 Temmuz 2008

Reklam Kuşağı

Bir süredir pek fazla televizyon izlemiyor, gazete okumuyorum. Yine de, biraz geç kalmış da olsa, gözüme çarpan birkaç reklam hakkında yorum yapayım, içimde durup durmasın. Ucundan da olsa eski reklam yazarıyım değil mi? :

1- Pardon, Burası Sizin Yeriniz mi?

Vakıf Bank'ın müzikal gibi reklamı ancak bu kadar doğru ve güzel olabilirdi! Benim, bu uzun ve yüksek frekanslı (=çok pahalı) reklamından, bir tüketici olarak aldığım mesaj şudur:

Ben bilgisayarlarımı, masalarımı, ve hatta logomu değiştiriyorum ahali! Fakat hala, kafamın içindeki örümcek ağları kaplamış bölgeleri temizlemediğimden tüketiciyi, benim gibi 30 yıl öncesinde zannediyor, hoplaya zıplaya etrafı cilalayınca hepsinin bana koşacağını zannediyorum. Aslında hiç değişmediğimi bu şekilde saklamaya çalışıyor, böylece hiç hiç değişmediğimi daha fazla söylemiş oluyorum.

Bu mesajı vermek için hakikaten başka reklam yapılmazdı. Geçen yüzyıldan kalma müzikal geleneğinin pek de başarılı olamayan bir biçimiyle yapınca, üzerine tüy dikilmiş. Bağıra çağıra "ben hala o eski bankayım, bizim oğlan yeni bilgisayar deyu tutturdu, onu aldık hanımlan" diyor.

Geçen gün, VakıfBank'la çalışan Beyza'nın başına gelen bir olay da bu durumu kanıtladı zaten: Beyza'nın parası bitiyor ve içinde para olduğuna emin olduğu kartını ATM'ye sokuyor. O da ne, "üye bilgileriniz yanlış, para filan çekemezsiniz" mesajı. Birkaç kere daha denedikten sonra alıyor kartını, şubeye giriyor. Sırasını bekledikten sonra veznedeki kadına durumu anlatıyor. Cevaba gel: Yeni sisteme geçtiğimiz için müşterilerimizin üyelik bilgilerini yenilemesi gerekiyordu. O kadar söyledik, kimse değiştirmedi. (!) Biz de kartlarına böyle bir engel koyduk ki gelsinler değiştirsinler. Haber verdik dediği ne acaba, merak ediyorum? Zira ne bir telefon, ne bir mail... Gecenin köründe, kartındaki paraya güvenip parasız da çıkmış olabilirdi Beyza. Aymaz müşterisine ders veriyor, hele hele. Hoplaya zıplaya cila yapmakla olmuyormuş demek ki. Orası bizim yerimiz değil sayın banka, orası dedemin babasının yeri.

2- Algıda Seviyecilik

Vodafone, Türkiye'ye ilk geleceği zaman reklam camiasında nasıl bir heyecan dalgası yaratmıştı hatırlıyorum. (Ikea için de aynı dalga gelmişti sonra). Zira, iyi reklamın temelinde iyi reklamveren vardır, iyi reklamcı üzerine harika bir bina inşa edebilir o temel sağlam olursa.

Vodafone reklamlarını hangi ajans aldı, kim yapıyor bilmiyorum. Ama ilk başta afallatıp, bu ne len dedirten, sonra da akıllara pelesenk olan Vodafone reklamlarına bayılıyorum! O ince zekayı, baymayan espri anlayışını buradan takdir ediyorum.

Ancak, şöyle bir durum var: Reklamcılık eğitiminde ve sonrasında, reklamcılık tarihinin en akıllıca, en sıradışı reklamlarını izlerken aklımıza hep şu düşünce sokuldu: Türk tüketicilerinin ortalama algı seviyesi bu tarz reklamları kaldırmaz. Hele ki elindeki, sosyo-ekonomik sınıf gözetmeksizin tüketilecek, ulusal bir ürün /hizmetse öyle risklere girmeye hiç değimez! İşte Vodafone, bunun üzerine çıkmaya çalışmış; riske girecek kadar para ve iyi reklamcılarla yapılabilecek en güzel şey.

Fakat ve fakat, kendimi kötü hissettiren şu olayı anlatmadan geçmemeliyim: Hani her yöne bir kontör kampanyası için yaptığı bir seri TV reklamı var Vodafone'nun. İlkinde, sokakta futbol oynayan çocuk, Mustafa Denizli'nin verdiği kartı "ilk günden jübile" deyip yere atıyor. Ben o reklamın ne demek istediğini, kampanyanın ne olduğunu anlamamış, anlar gibi olunca da tam emin olamamıştım! Fark etmişsinizdir belki, sonradan o reklamların sonuna "başka operatör diye aramaktan vazgeçmeyin" lafını eklediler. Geri dönüşleri iyi takip ediyorlar demek ki. (Anlamadım resmen ya, ühhü, algıda seviyecilik yapıyor bunlar, komple kurdular bana.)

3- İndirim var, istersen gel. Sen bilirsin.

Zara, bir süre önce indirimlerinin başladığına dair basın ilanını gazetelere verdi. (Baya oldu aslında.) Bir indirim ilanının metninin içeriği ne olur:

- Zara'da büyük indirim başladı.
- Zara'da %40'a varan indirimi kaçırmayın.
- Büyük yaz indirimini kaçımayın, pişman olmayın.

İlk aklıma gelen, artık klişeleşmiş cümleler. Pek Zara ne yaptı?

- En kocaman gazetelerde, sağ taraftaki tam sayfanın tamamınını kaplayan bir zemin görseli. (Cama vurmuş damlalar mıydı, tam hatırlayamıyorum.) Sayfanın en üstünde ZARA, en altında İNDİRİM yazıyor. Bu kadar. O ilanı gören her kadın kendini Zara'da buluyor. Çok kısa bir süre önce bize bir dizi sorun çıkaran Zara'ya her şeye rağmen hayran oluyorum. Güçlü markaların bu aşırı özgüvenli hallerine bayılıyorum! Hey gidi.

25 Temmuz 2008

Anlayalım Abiler

Az sonra ilginç bir cümle kurmayı düşünüyorum, dikkat:

Şu yazıda bahsettiğim yazının bahsettiği çeviri projesi sonunda tamamlanmış. Evrimi herkesin anlayabileceği dilde anlatma derdine düşmüş Evrim Çalışkanları, Berkeley Üniversitesi'nin "Understanding Evolution" sitesini Evrimi Anlamak adıyla çevirip önümüze sundular. Üniversiteyle aralarında bir bağ var mı, sitelerinin Türkçe'ye çevrildiğinden haberleri var mı bilmiyorum. Ama eğer varsa, eminim çok hoşlarına gitmiştir. Özellikle Yiğitko'nun bu adresi pek seveceğini, uzun uzun sömüreceğini düşünüyorum: Evrimi Anlamak.

Haber vermek görevimiz. (Burası da haber bloğu gibi olmaya başladı. Pek vaktim yok da... )

24 Temmuz 2008

Tenedos Yayınevi'nden Yardım İsteği

Myspace'ten gelen bu mesajı hemen paylaşmak isterim. Çıktığından beri edinmeyi düşündüğüm bu kitabın dağıtımına ne şekilde katkıda bulunabiliriz bilemedim. En azından haberdar olarak/ ederek bir yardımım olsun.

Indie & New Wave Müzik Ansiklopedisi Hakkında! Kitabımızın dağıtımı ve tanıtımı konusunda destek ve işbirliğinize ihtiyacımız var. Yayın sektörünün girdiği kriz ve dağıtımın yapısal sorunları nedeniyle, 2007 yılında yayınladığımız kitabımızı maalesef ilgili geniş kitlelere ulaştırmakta başarısız olduk. Bağımsız duruşumuzu devam ettirebilmemiz ve diğer projelerimizi hayata geçirebilmemiz için; kitabımızı olabildiğince çok noktaya ve kişiye ulaştırma konusunda desteğinize ihtiyaç duyuyoruz ve bulunduğu yerde kitabın satış, dağıtım ve tanıtımını yapmak isteyecek arkadaşları bizimle birlikte çalışmaya davet ediyoruz. Tenedos Yayınevi

Kitap hakkında bilgi de hemen burada ve üşenenler için aşağıda:

INDIE & NEW WAVE MÜZİK ANSİKLOPEDİSİ | COLIN LARKIN

Encyclopedia of Popular Music serisinin editörü olan İngiliz müzik yazarı ve eleştirmenidir. Müziğe adanmış diyebileceğimiz bir ömrün muazzam birikimiyle ortaya çıkarılmış bu eşsiz kaynağın mimarıdır.

INDIE & NEW WAVE MÜZİK ANSİKLOPEDİSİ

Indie & New Wave müzik ansiklopedisi; editörlüğünü İngiliz müzik yazarı ve eleştirmeni Colin Larkin’ın yaptığı, içeriğini de Larkin’ın engin kişisel arşivi ve birikiminden alan, yayınlanmasıyla Türkiye’deki büyük bir boşluğu dolduracak olan kapsamlı bir çalışmadır. Indie ve new wave kategorilerinin ortaya çıkışları, gelişmeleri ve geçirdikleri değişimlerle birlikte bu tarza dahil olmuş ya da dahil edilmiş tüm grup ve müzisyenlerin, diskografyalarına ve kendileri hakkında yazılmış okunsal kaynaklara, aynı zamanda akıma öncülük etmiş plak firması, dergiler, radyo ve tv programlarının bilgilerine yer vermektedir. Müzik konusunda spesifik bir el kitabı olarak da nitelendirilebilen ansiklopedi, aynı zamanda gruplar ya da sanatçılar hakkındaki başka kitap, film, belgesel gibi kaynakların da bilgilerine ulaşmayı sağlayan, geniş indeksiyle araştırmaya ve daha kapsamlı bilgi edinmeye olanak tanıyan oldukça hacimli bir çalışmadır.Tenedos yayınevinin yaklaşık iki yıllık bir çalışmadan sonra basımını gerçekleştirdiği ansiklopedi, kendisinden sonra basılacak jazz, blues, ve elektronik müzik ansiklopedilerinden oluşan serinin ilk kitabıdır.

21 Temmuz 2008

Hubilbop

Haftaya, haftasonunun önemli (!) olayları yerine, günün anlam ve önemine uygun bir yazıyla başlamak isterim izninizle.

İşe başladıktan sonra, çok eskilerden beri duyduğum ama bir türlü şahit olamadığım bir durumu gizlice gözlemlemeye başladım. Pazartesi Sendromu. Haftasonundan yeni çıkıp gelmiş insanlar ortalıkta hakikaten ceberrut gibi dolaşıyor ve öğle yemeğine kadar birbirlerine bağırıyor muydu? Ortam gerim gerim gerilmişken, en erken on bir sularında yerini alan patronlara karşı savaş planları yapılıyor muydu? Pazartesi günlerinin gizli mücadelesi gerçek miydi, neydi? Rın rın rın rın... (gururu... urur... gururu.. urur - baykuş ötüşü efekti, korkunç olsun tat katsın deyu.)

Evet, bir takım insanlarda bu belirtileri teşhis etmeme rağmen, karşı takımda tam tersine taze taze gülücükler saçan, dinlenmiş de gelmiş (ki haftasonu tatilinin en baştaki amacı bu olsa gerek) insanlar da vardı. Dolayısıyla, sendrom mendrom diye havalı isimler koydukları bu durumun, tamamen kişiye bağlı bir asabiyetin bahanesi olduğuna karar verdim. Nitekim, kötü modda olanları, iyi olanlara karşı bir sinirlenme hakkı var gibi oluyordu Pazartesi günleri. Bu kararım 'pazartesi pazartesi bulaşma bana ha' diyenlere 'sanki bana cumartesi, ağzını kırarım len gotik' diyerek yaklaşmamı sağladı. Eh, bu durumda, bu asabi kişiler yüzünden sendrom olmasa bile, bir Pazartesi Manyaklığı yaşadığımız söylenebilir.

Bu meselenin bir de evrensel boyutu var. Her ne akla hizmetse hazırlık sınıfında mini miniyken öğretmenimizin bize öğrettiği İlginş İngliş bir deyim :

GDIM. Açılımı da, God Damn It's Monday (hay bin lanet, bugün pazartesi) imiş.

Zihnimde, İngilizce konuşulan ülke insanlarının konuşmaktan hiç hoşlanmadıkları algısını yaratan bu tarz kısaltmalar, bir de cümle içinde kullanılıyor. Hemen kullanalım:

- Hey dostum, iyi görünmüyorsun, bir sorun mu var?
- Bilirsin, CİDİAYEM işte... (God Damn It's Monday = GDIM = Cidiayem)
- Haa, tamam o zaman. (Ciddi bir durum, biraz yalnız kalmaya ihtiyacı var.)

Türkçe altenatif:

- Hayırdır len, ne muşmula gibi geziyon ortalıkta?
- Hubilbop olm, ne cahil adamsın ha. (Hay Bin Lanet Bugün Pazartesi = Hubilbop)
- Sen onu bırak da... (bıdı bıdı bıdı)

Gördüğünüz gibi, pazartesi sendromu gibi gudik bir şeyin İngilizcesinin kısaltması, o gudikliği eline alıp, oldukça esrarengiz hale getirerek, akşamları uzun bir pardesüyle rüzgara karşı uzun uzun denizi izleyip hep bu derdi düşünüyormuşçasına bir kuulluk durumuna dönüştürebiliyor. Halbuki Türkçesi öyle mi? Kısaltmalarla arası zaten pek iyi olmayan dilimizde, ne idüğü belirsiz, en fazla sabahın ilk yarım saatini atlattıktan sonra geçip gidecek gudik bir derdin kısaltması, tüm çıplaklığıyla durumu gözler önüne seriyor. İddia ediyorum; pazartesi sendromu zırvası ancak ve ancak Hubilbop olarak kısaltılabilir, ki bu ciddiyet ona yeter de artar bile. Seviyorum dilimi. Mmm.

Neyse efendim, ne diyorduk. On iki yaşında pazartesi sendromunun varlığını öğrenmek ne işimize yaradı? Bir gün önce sabah sabah elektrik süpürgesi sesiyle uyanmış, silkilen halılardan tozları yutmuş, zorla banyo yaptıktan sonra Bizimkiler seyretmeye mahkum edilmiş olmasına rağmen, Star 1'deki Parliament Sinema Klübü'nün sunduğu Pazar Gecesi Sineması'nın başladığı anda yatağa yollanmış 7 ila 15 yaş arasındaki minik insanlarda böyle bir sendrom olduğunu pek sanmıyorum. Olsa olsa Pazar günü oluyordur o. Zaten, muhtemelen kendi çapında sendrom yaşayan hocamızın utanmadan sıkılmadan bize de öğrettiği bu meseleyi o zaman hiçbirimiz pek kapamamıştık. Ne işimize yaradı diye sormuştum değil mi? Eh, ancak işe 'ben büyüyünce pazartesi sendromu olacağım' gibi özenmelere ve işe girdikten sonra gözlemler yapmaya yaradı sanırım.

Hani yalan değil, pazartesi sabahları bir mahmurluk, bir suratsızlık oluyor bende de. Ama mantıklı bir açıklama buldum kendime: Pazar sabahı dana gibi uyuyan ficut hedesi, aynı günün gecesi uyumayı reddediyor. Sonuç olarak, sabahları kahvesini içmeden ayılamayanlara espri yapmamakta fayda görüyorum ben, keşke herkes görse. (Karşı masadaki komşuma önereyim ben bunu.)

Karikatür: Savage Chickens (Bu siteyi tavuk-gülerlere tavsiye ederim.)
Tavuk-güler: Tavuklara karşı zaafı olan, yolda gördüğünde bile içinden gülmek gelen insan. Bu insanların ineklere ve bebeklere de aynı tepkileri verdikleri görülmüştür.

18 Temmuz 2008

Bir kuble uykucuk

Her gün 5 saatten hafta da 25 saat Almanca dersine gitmemden dolayı olacak ki ders bitimlerinde üzerime felaket bir ağırlık vuku buluyor. Bu ağırlığın tasviri mümkün değil ama söyleyeyim. Sabahları erkenden kalkacağımı bilmeme rağmen her gece 2'den önce yatmayarak sabahları gözümü yarım yamalak açailiyorum. Erken kalkmaya alıştım, hiç sorun değil. Ancak dersten sonra o eve gidiş yolu yok mu beni çileden çıkarıyor çünkü her seferinde gözlerimin kapanmaya başladığını hissediyorum. Bugün de aynı şey oldu malesef.
Servise bindim ve Tandoğan'dan geçecek misiniz diye sordum. Bu soruyu her servise binerken sormak zorunda kalmam beni ayrı bir çıldırtıyor ama alıştım bile. Kaptan "tabi abla geçeceğiz" yanıtını verdi ki genelde sadece başları ile evet anlamına gelen ve "uff gene bir Tandoğan yolcusu, şimdi işin yoksa yolunu uzat" diye aklından geçiren şoförler ile karşılaşıyorum. Servis çok dolu olduğu için sevdiğim köşe tarafa geçememenin verdiği hüznü bir an da olsa yaşadım. Ardından Janis Joplin'den I Need a Man to Love adlı güzel şarkıyı dinlemeye başladım. Daha servis Bilkentten çıkmadan gözlerimin açılmadığını ve hiç bir zaman onları açamayacağımı düşünmeye başladım. (En garip huyum hiçbir zaman olmayacak şeyleri sanki olması çok normalmiş gibi düşünmem sanırım.) Servis Sıhhıye noktasına yaklaşırken ben çoktan derin bir uykuya dalmıştım. Rüyamda ne huriler ne de börtü böcek gördüm. Yanımda oturan kızın beni tek parmağı ile dürtmesi ile uyandım. Bana komik gelen şey ise kızın sanki yanında bir vebalı uyuyormuşcasına(ki muhtemelen uyandırmaktan çekindiği içindi bu) işaret parmağı ile "ulen senin yüzünden ineceğim durağı kaçıracağım" edasıyla tek bir dokunuşla, dokunuş yerine dürtme kelimesi daha doğru olacak, beni uyandırması oldu. Uyandığım zaman Janis Joplin'den Half Moon çalıyordu. Demek ki uzun bir süre uyumuştum. Yanımda oturan ve beni vebalı yerine koyan yolcudan onu zor bir durumu soktuğum için özür diliyorum!
Bugün olan başka bir enstantene ise Goodbye Lenin adlı filmi derste izlememiz. Asıl anormal kısım ise filmin kendisinin zaten Almanca olmasının yanında hocanın Almanca altyazı koyması oldu. Filmi 3. kez izliyor olduğum için ne söylediklerini az buçuk anlayabiliyor ve hatırlayabiliyordum ama sınıfta hiç izlememiş olandan "abi şimdi niye bu kadına gerçeği söylemiyorlar ki" diye sesler yükseldi... Tabi bizim Almancamız kadının tekrar komaya girme ihtimalinin olduğunu anlamaya yetmiyordu ki fimde bu ihtimali bir doktor söylemişti. Zaten gerçek hayatta bile yanına gittiğinizde doktorların ne söylediğini anlayabilmek için özel bir görevli falan tutmak gerekiyor bir de Almanca söyleyince hiçbir şey anlamadan bakan mal topluluğu gibi olduk.

17 Temmuz 2008

Biri Onu Durdursun!

Gemi azıyı almak diye bir deyim vardır bilir misiniz? O at, o gemi azılarına geçirdiği an, imkanı yok kontrol edemezsin artık. Zira, ona gem vuran engelinden kurtulmuştur. İçinde yaşadığım, çalıştığım, yediğim, içtiğim şehrin halkının seçtiği (bu demokrasinin meşruiyeti hakkında da konuşmak isterim sonra) büyükşehir belediye başkanımız için bu deyimi, aşağıda sizinle paylaşacağım haberi okuduğumdan beri, sık sık kullanıyorum. İnsan, güzel olduğu düşünülen bir şey yaparken bile çamurunu eksik etmez mi yahu? Muhtemelen yeni bir şey değil. Ne haber; ne de başkanımızın genel ahlak ve insanlık kurallarından kopuşu... Aşağıda, Dikmen Vadisi ve bu uygulamaya karşı örgütlenen Dikmen Vadisi Halkı ile ilgili "bir baskı mekanizması olarak şehircilik" başlığıyla, gelen kutuma düşmüş metnin, durumu anlatan kısmını alıntılıyor, Dikmen Vadisi Halkı'nın haklı davasını destekliyorum:

Türkiye’de ilk kentsel dönüşüm projesi, Dikmen Vadisi’nde 90 lı yıllarda başlatıldı. Dönemin yerel iktidarı tarafından, toplam 5 etap olarak düşünülen bu projenin 1. ve 2. Etabı, bu yıllarda vadinin çehresini değiştirmeye başladı. Bu yıllarda tamamlanan ilk iki etap, yıllardır vadide yaşayan halkın temel haklarını kısmen de olsa gözeten, rant amacı kadar insan faktörüne de yer veren bir nitelik taşımaktaydı. (...) 2006 yılına geldiğimizde ise Ankara Büyükşehir Belediyesi, 17 Şubat 2006 tarihli Belediye Meclisi toplantısında, önceki meclis kararlarını ve yöre halkına sağlanan kimi hakları yok sayarak, "Dikmen Vadisi 3, 4 ve 5. Etap Kentsel Dönüşüm Projesi Esasları"nı yeniden belirledi. Dikmen Vadisi halkının görüşü sorulmadan, bilgi dahi verilmeden alınan bu tek yanlı Belediye Meclisi kararı ile "Dikmen Vadisi 4 ve 5. Etap Kentsel Dönüşüm Projesi" için düğmeye basılmış oldu.
Büyükşehir Belediyesi, Bu Proje’yle Bize Ne Önermektedir ?

(...) Dikmen Vadisi 4. ve 5. Etap Kentsel Dönüşüm Projesi’nde belediye, bizlerden temel olarak; bu projeye başlayarak vadiyi yeni bir yapılaşmaya açmak için, yıllardır oturduğumuz evlerimizi
terk etmemizi istemektedir. Bu kapsamda ister belgeli ister belgesiz konut sahibi olsun, belediye tarafından tek yanlı olarak hazırlanmış sözleşmeleri imzaladıktan sonra 7 gün içinde vadiyi terk etmemiz söylenmektedir. (...) Bu aslında bizi sokağa atacak, yıllar boyu ağır bir mağduriyete sürükleyecek bir aldatmacadır! Şöyle ki; -Vadide şu an çoğunluğu oluşturan belgesiz konut sahipleri, son derece yoksul emekçi insanlardır. Bu komşularımızın büyük bölümü, düzensiz geçici işlerde asgari ücretle çalışmakta; kalanı ise (yaşlılar) emekli maaşı veya akraba yardımı ile geçinmeye çabalamaktadır. Belgesiz konut sahiplerine 16 milyar TL (16 bin YTL) ye Doğu Kent’de arsa satılması, üstelik bu arsa taksitlerini öderken aynı süreçte evini terk etip sürekli bir kira yardımı almadan kirada oturması, bütün bu mali yükü yıllar boyu bir şekilde kaldırabilseler de sonuçta ellerine, kesin yeri ve ne zaman imara-yapılaşmaya açılacağı dahi belirsiz, üstelik üzerine ancak A tipi villa yapılabileceği söylenen bir toprak parçası geçmesi, açıkçası bir hayal ve onlar için bir yıkımdır. İşin doğrusu, Doğu Kent’e arsa teklifi, sırf vadiyi belgesiz konut sahiplerinden bir an önce temizlemek için yapılmış bir kurgudur.

Fotoğraflar (1) (2)

16 Temmuz 2008

Bir Heves Fotoğrafçı

Yıl 2003. İkinci sınıfın ikinci dönemi başında, uzun süredir istediğim bir şey yaptım: seçmeli fotoğrafçılık dersine kaydoldum. Oldukça erken gittiğimi düşünmeme rağmen kontenjanın dolmuş ve hatta taşmış olması karşısında hayal kırıklığına uğramıştım. Hayatımda ilk kez, benim için bir ayrıcalık yapılmasını istemiş, tezimi 'sadece bir kişi hocam, noolcak ki?' şeklinde, en sağlam yoldan savunmuştum. Ablamın, artık İran'da olduğunu öğrendiği ve bir türlü ulaşamadığı bir arkadaşının farkında olmadan ablama (ondan da bana) miras bıraktığı bir Canon A1'im de vardı üstelik. Edebiyat Fakültesi'nin dehlizlerindeki minik odada, başındaki bir sürü sakal ve sanatsever öğrenciye rağmen, hayret verici bir biçimde hoca, önündeki listeye benim de adımı eklemişti. Yanına bir de not: makinesi var.

Bu makineyi, az yukarıda bahsettiğim gibi miras olarak aldığımdan mütevellit, (ki Berfu, benzer bir makine için lise sonrası üniversite öncesi dönemde İzmir'de, Logos Cafe'de ter dökmüştü -gerçi ben de gitarım için yapmıştım aynısını sonradan) uzun süre pek kıymetini bilememiştim. Zamanında AFSAD'da takılmış ablamdan, ve o zaman hala takılmakta olan Berfu'dan bir şeyler öğrenmiştim. Enstantene vardı, pozometre vardı, ışık çok önemliydi, bir fotoğraf sırf siyah beyaz çektin diye süper sanatsal filan olmuyordu gibi önemli meseleler.

Dersin başlamasıyla benim 'dur azıcık öğreneyim' demeden boynumda makineyle gezen bir özenti genç haline gelmem bir oldu. Birinci level, hiçbir bilgiyi kullanmadan, el yordamıyla ayarlarıyla oynadığım makinemle sokaklarda gezerek geçti. İkinci levele geçtiğimde, ışık ayarını pozometrenin bana dediği ayara getirmekten başka hiçbir şey yapmadan fotoğraflar çektim, kolayını bulduğumu düşünüyordum herhalde. Bunun nedeni, başlarda kör köbelek çektiğim fotoğraflardan birkaçının pek de fena olmaması olabilir. Üçüncü ve son levele geldiğimde ise, karşıma bölüm sonu canavarı çıkmıştı: İğrenç ve ötesi fotoğraflar. Bu canavarı şöyle bir uzaktan görmemle, oradan koşarak uzaklaşmam bir oldu. Bu konudaki hissiyatımı ancak şiir üzerinden anlatabilirim sanırım:

Hüsn-i Zan: (Böyle bir şey çıkacağını zannederken...)
Ve demek ki benim odamda hiç kimseler yoktur
Odamın düşünülmesi halinde bile
Kimseler yoktur
Biri sanki çarşıya çıkmıştır sürekli bir biçimde*
Hakikat: (...ortaya çıkan bu olmuştu.)
Diyorsun sen üzülme
Ben yanarım senin yerine
Alev alev düştün kalbime
Unutamıyorum inanmasanda sevgime**
Olay yerinde bırakıp kaçtığım makineyi uzun süre elime almadım elbette. Şiir örneğinde de gördüğünüz üzere, insanın sanata dair tüm birikimini sorgulayacağı bir durum söz konusuydu. Yemedi tabi, yese iyi olurmuş gerçi.

Herkesin deneyip de birbirine anlattığı bir şeyi benim denememiş olma durumundan ölesiye nefret ettiğim bir çağdaydım. (O çağı daha atlamamış olabilirim, bilemedim.) Birileri sürekli İstanbul'a gidip geliyor ve İstiklal Caddesi'ni anlatıyor, biz İstiklal görmemiş eziklerin ağzını sulandırıyordı. Ben de bir gece atladım trene, sabah İstanbul'a vardım. Akşama kadar İstiklal'i gezdim. Ara sokaklara girmeye korktuğumdan, daha doğrusu bu hususta fazlasıyla korkutulmuş olduğumdan, hep cadde üzerindeydim ve tabi acayip sıkılmıştım. İşte o gün, fotoğraf makinemle tekrar samimi olduk, bir sürü fotoğraflar çektik. Bilin bakalım içerik neydi? Ahaha elbette tramvay ve sokak çocukları! Her biri üzerinde elimden geldiğince çabaladığım bu fotoğrafların bazıları pek fena değildi. Gerçi esnafın, fotoğraf çeken kişiye olan yoğun ilgisinin (başına toplanacak kadar) baskısı olmasa belki daha güzel bir şeyler çıkabilirdi. Aynı durum, yine tek başıma çıkıp gittiğim (ouv çok çılgınsın) Şanlıurfa Gençlik Kampı'nda da başıma gelmişti. Çocuklar, hanlar, eski binalar çekmiştim orada da.

O zaman çektiğim fotoğrafların nerede olduklarını bile bilmememden de anlaşılacağı üzere, fotoğrafla aramdaki ilişkinin hep bir hevesti geldi geçti heyhat modunda olduğunu düşündüm. Bu konuda övündüğüm tek şey, iyi bir fotoğraf seyircisi olduğumdu. Fakat son zamanlarda kendim, bana çaktırmadan, içten içe kaynamaya başladı. Bir yolculuk esnasında kırılmış olan lensin yerine aynısından arıyor, iki senedir kafamda dönüp duran bir konsepti iyice oturtmaya çalışıyor, Ankara'daki mekanlara iş çıkar mı çıkmaz mı gözüyle bakıyor, geziler için yanıma yandaş arıyor, fotoğrafla ilgili siteleri eskisinden daha sıkı takip ediyorum. Tamamen unuttuğum teknik bilgileri tazeleme çabam da, teknik bilgilerin kendisiyle birlikte, hiç bitmiyor. Işıkla ilgili ayarlamayı asla yapamayacakmışım gibi gelen o korku ise, içimde giderek büyüyor. Ama biliyorum ki, bu kez de pat diye bırakmazsam elimden, çalıştıkça güzel şeyler ortaya çıkacak. Ayrıca, şaşkın ördek gibi ne çeksem diye dolaşmanın pek işe yarar bir yöntem olmadığını da anladım. Amaç fotoğraf çekmek değil, gözlem yaparken veyahut aklımdaki mesele için algıda seçici olmuşken, gördüğümün resmini kendi güzel görüşüme uygun şekilde kayda geçirmek olmalı. Resim gibi.

Hadi bakalım.

* Edip Cansever - Çağrılmayan Yakup IV
** İnternetten buldum. Bu ne len? dedim. Bari dahi anlamındaki da'yı ayrı yaz.

12 Temmuz 2008

Wolfgang Amadeous Mozart- Vivat Bacchus!



Bazıları sende mi Mozart diyeceksin, bir sürü Klasik Muzik üstadı var nedir bu Mozart'taki saplantı diye düşünebilir, ancak Mozart türünün örnekleri arasında beni en cok rahatlatabilen ve müzigi en ust noktasinda hissedebilmemi sağlayan isimdir.
Bu sene blog'a neden hic yazı yazmadım...
artık kendimi yitirilmişliğin ve sadece makale okumanın verdiği bosluğa kaptırmıştım sanırım... Belki de bazen ufak bir kopuş ve gidiş yaşamak lazım, ben onu yaşadım.
Peki neden ilk yazıda Mozart?
Almanya'ya gidip gelmemden sonra Almanca'ya karşı ve Alman entellektüellerine karşı yaşadığım hassasiyet Mozart'ta da uyandı... Nietzsche, her ne kadar kendisi Alman ırkını sevmese de ve bazılarına göre Polonyalı olarak anılsa da, özünde bir Almandı. Kant olmasaydı eğer uluslararası ilişkiler ne kadar sorgulanabilirdi? ya da Mozart olmasaydı Schubert ya da Beethoven'ı kiminle karşılaştırabilirdik?
Aslında insan doğası hep karşılaştırmayla devam eder. Ya bir yazar diğeri ile karşılaştırılır ya da bir insanın başarısı diğerleriyle... Ne kadar da zalim bir dünya da yaşıyoruz ve ne kadar da zalim oluyoruz. Farkında mıyız, bilmiyorum.
Bütün bir sene makalelere gömüldüm ve klasik müzğin beni ne kadar rahatlattığını farkettim. Bazılarına komik gelen Orkestra Şef'inin hareketleri beni o kadar çok etkiler ki, inanamazsınız. Bilkent bu konuda klasik müziğe karşı açlığımı doyurmayı başarıyor. Metin Işık'ın şefliğinde bu senenin en güzel gecelerini geçirdim.


Berf'ingen in Groningen ile uygun oldugumuz her operaya gitmeye ozen gosterdik... İkimizinde operayı sevmesi belki de kardes olmamızdan kaynaklıydı. Saraydan Kız Kacırma'yı yaklaşık 4 sene önce izlediğim ve gösterimde olduğu tarihte makalelerimle boğuştuğum için gidemedim. Ama Berf gitti ve bayıldı.. O kadar opera icinden en cok sevdigim Saraydan Kız Kaçırma ve Il Trovatore oldu. Mozart ve Verdi ikilisi...

Berfingen Groningen'e gittiğinden beri ise evde yalnızlığın verdiği sıkıntı haliyle Klasik müzik dinlemeye devam ediyorum. Yaz olmasından mıdır nedir, kendimi sürekli alkollü bir şeyler içerken buluyorum. Ortamı tamamen güneşe boğan tepe lambasını açmamaya özen göstererek kısık ışıklar eşliğinde ve bazen de mumlar yakarak geceme devam ediyorum.

Dün sıkıntıdan Mozart'ın portresini yapmaya karar verdim mesela. Scan edip buraya ortaya çıkan şaheseri (!) her an koyabilirim.
Üzerimde bütün bir senenin verdiği yük ile geçen gün Deniz ile de konuştuğumuz 'insanın hiçbir şey yaratamamaya başlaması ve absürt noktalara gitmesi', bende resim çizme ile başladı. Aslında bir kaç senedir elime karakalemi aldığım oluyordu ama artık Mozart'ta yaşadığım doruk noktasını resim yaparak süslüyorum... Ortaya hiçbir şey koyamamanın verdiği bir çırpınış mıdır acaba bu? Ya da üstte de değindiğim gibi insanların zalimliğinden bir kaçış mı?

Vivat Bacchus!

Beyza.

Filler ve Çimen ve Seyirci


Dünkü yazımda söylediğim gibi, dün akşam eve gidip Filler ve Çimen adlı filmi izledim. Hiç entel dantel kaygılara girmeden film hakkında söyleyeceğim tek söz şudur: Konusu itibariyle ilgi (ve ödül) çekici bir film olsa da, teknik olarak kusurlu bir film bence. Belki havamda değilimdir, paso telefon çaldığındandır filan diyeceğim ama değil. Derviş Zaim'in Çamur'unu bildiğim ve çok beğendiğim için yüksek beklentiyle başladımdandır belki diyebilirim ancak. Keza Tabutta Rövoşata da öyle. Aslına bakılırsa, bu tarz filmler birkaç ay sonra aklımda 'çok güzeldi' diye kalıyor. Çünkü konusu çok tanıdık ve içten, oyunculukları çok iyi oluyor. Bu yüzden, ayrıntıları unutmadan hemen sonrasında yazmam daha iyi olacak.

Sıpoylır olabilcek minik paragraf:
_________________________

O otelin sahibinin oğlu Devrim -hani diğer süpersonik oyuncular arasında yaptığı rol insanı ağlatacak cinsten kötü olan- eşcinsel miymiş? Sanem Çelik'le öpüştükleri o aradaki bir sahne ne alaka? Bu arada, sakat kalan çocuğun Sanem Çelik'in kardeşi mi yoksa sevgilisi mi olduğunu ancak, 'erkek kardeşi' için para yardımı istediği sahnede anladım. Hadi oteli korumak için teröristleri tutmalarına bir şey demiyorum, oraları kaçırdım galiba. Fakat Devrim'in adamın evini bastığı sonra da dayak yediği sahneye güldüm artık, bu ne len diye. Bir dayak atmayı öğrenemedik anasını satiim bile dedim. Ha, patlama sahnesi fena değildi. Hele ki, patlamadan sonra önde deniz, arkada yangın gösterilen birkaç karelik fotoğrafı çok beğendim. Ama, güzel olduğu düşünüldüğünden N. B. Ceylan misali üzerinde uzun uzun durulmuş görüntülerle aramız iyi değildi. Son sahne bile dahil bu duruma. Haluk Bilginer olsun, Ali Sürmeli olsun döktürüyorlardı yine elbette (ikisine de hastayım), ama oynadıkları karakterlerin üzerinde bir mallık var gibiydi, tam çözemedim. Ayrıca, 2000 yılında haber kanalları vahşet görüntülerini, kanları, kurşunları, cesetleri bu kadar kolay gösterebiliyorlar mıydı, yoksa film daha eski bir tarihi mi anlatıyor? Bilemiyorum. O dedektife (komiser) ise hiçbir şey diyemiyorum. Hem etrafındaki çember onu, filmin aklımızda iz bırakacak adamı yaptırmayacak kadar dardı; hem de karizması sıfıra yakındı. Amerikan aksiyon filmlerindeki zehir gibi dedektiflere alıştığımdan bu fazla gerçek gelmiştir belki.
_________________________

Tüm bunlara rağmen, evet, Filler ve Çimen'in izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Hele ki bugünlerde. Keşke biraz da paralı bir yapımcıyla çekilmiş olsaydı diyor, yukarıdaki eleştirilerimi hep buna bağlıyorum. Çünkü konu itibariyle, görsel ve teknik tarafı daha üstün olması gereken bir film. Olmazsa, olmuyor.

Son olarak, Amerikalı Joseph eniştenin ilk izlediği Türk filmi Filler ve Çimen olmuş. Hiç fena değil demişti bana o zaman. Yorum yaparkenki bakış açısını merak ettim şimdi.

11 Temmuz 2008

Sos

Dün kargoyla kocaman bir paket aldık. Kanada'daki canım ablam, te oradan Tulumba'yı tıklayarak bize asortik soslar göndermiş. Üzerinde acı biber resmi olanları direk Yiğit'e pasladığım bu soslarla ilk işimiz, onları kullanmayı öğrenmek; daha da önemlisi aklımıza esmediği sürece yemek yapılmayan evimizde yemek yapılmasını sağlamak olacak. Birkaç tanesinden aşağıda bahsedeyim:

1- Solda resmi görünen İstiridye sosu için, tam olarak ne olduğunu bilmediğim istiridyeden almamız gerektiğini düşünüyordum. Meğersem bu sosun, bizzat istiridyenin kendisinden yapıldığı için adı böyleymiş. Demek ki başka bir yerde kullanılacak. En iyisi ablama sormak.

2- Sağdaki şişenin içinde tatlı -ekşi sos var. Bu sosu ilk kez, birkaç sene önce Armada'daki Bilakis (miydi?) adlı makarnacıdan aldığım salatada yemiştim. Ağır hamur tatlılarıyla turşu yemeği seven bir kişi olarak (anne mirası), bu hem şekerli hem de ekşi gibi olan sosu oldukça beğenmiştim aslında. Fakat o zamandan beri bir daha karşılaşmadım. Evde Yiğit'in olmadığı birgün salata yapıp, üzerinde denemeyi düşünüyorum. (Zira Yiğit pek hoşlaşmıyor.) Cevizli ve kuru üzümlü bir salata olacak.

3- Tako baharatıyla sanırım tako yapıyoruz. Takoyla alakalı tek bilgim, kase şekline getirilerek içine salata konan çok yağlı çok lezzetli, kıtır kıtır bir hamurişi olduğu. Ama bu baharat olduğuna göre, üzerine filan konuyor galiba. En iyisi bunu da ablama sormak.

Uslanmaz bir boğa burcu olarak kendimi yemeklere filan çok meraklı zannederken, değişik kültürlerin sosları karşısında bu kadar ilgisiz olmamın bazı sebepleri olmalı diye düşünüyorum. Sanırım birkaçı şöyle:

1- Sos ne ola ki? Standart olarak kullandığımız zeytinyağı, limon, sirke, sarımsaklı yoğurt ve son zamanlarda alıştığım nar ekşisinin evrensel dildeki adının sos olduğunu bile sonradan öğrendim. Ucundan karadenizli, gayet de Orta Anadolulu bir insan olarak, yukarıda saydığım ve bazen balık ve etlerin üzerine konan salçadan başka bildiğim veya alışık olduğum bir 'sos' çeşidi yok. Kültürüm müsait değil yani. Belki Egeli veya Güneydoğulu olsam her şey daha farklı olurdu.

2- Yukarıdaki maddenin devamı olarak bir de şöyle bir durum var: Zaten sosla mesafeli olan kültürümün üzerine, son derece yaygın olarak kullanılan mayonezi pek sevmeyen, ketçabı da ara sıra spagetti üzerinde tüketen bir kişiyim. Dışarıdaki festfut tercihim hamburger ve patates kızartması yerine et döner ve ayran olduğu için, ketçap bile pek giremedi hayatıma.

3- Daha önce de söylediğim gibi, evde pek yemek yapmıyoruz. Yapınca da, oldukça geleneksel -annesel olanlara başvuruyoruz: Çorba, pilav, salçalı yemek, tavuk vs. Eğer ki lezzetli olduysa, ben bu kendiliğinden lezzeti iyice tatmak için üzerine karabiber bile koymuyorum. Mesela, güya köri baharatından çok hoşlanmıştım zamanında, ama tavuğa koymuyorum artık. Tavuk kendi başına güzel oluyor zaten.

Hayır yahu, tutucu filan değilim. Yemek dışındaki hayatımda, değişikliklere ve yeniliklere gayet de açığımdır bir kere, hıh. Ayrıca, dışarıda yemek yiyeceğim zaman mutlaka önceden hiç yemediğim bir yemeği sipariş ederim. (Sonra da dört sene anlatırım 'abi sen ne diyorsun, ben ahtapot yedim yav, var mı ötesi' filan diye.) Bilemedim şimdi. Sanıyorum ki, yemek daha tam olarak ayrı bir bölge oluşturmamış hayatımda. Akşam yemeği yemiyorum genelde mesela. Sofranın yerleşimi, yemeklerin sunumuyla daha çok ilgileniyorum açıkçası. Ama merak etme ablacan, bu sosları kullanacağız. Senden şu bilgileri alalım da. :)

Paketin içinde gelen, Tulumba'nın hediyesi Filler ve Çimen filmini de bu akşam izleyip yarın yazacağım. Son olarak belirteyim, şişelerden biri kırılmış olarak gelmiş, Tulumba hemen yenisini gönderiyor. Kendilerine ilgilerinden dolayı teşekkür ediyorum. Ve elbette ablama da kocaman bir teşekkür buralardan.

10 Temmuz 2008

Ne işim var?

Az önce yaptığım düşünce seansında, aylardır bütün günümü neden burada geçirdiğime anlam veremedim bir türlü. Hayır, işin komiği sabahın köründe kalkıp geç kalmamak için uğraş veriyorum. Akşam vakit gelmeden kalkıp gidemiyorum.

- Hayırdır ne bu acele?
- Şekerim, sabah sekiz akşam altı oturuyorum ben haberin yok mu? Ona yetişmem lazım.

Pencereden baktım. Aynı pencereden son baktığımda yerde kar vardı gibi geldi. Nasıl yani? Mevsimler de geçiyor ve beynim, en son karın yağdığı yaklaşık beş ay öncesinden bugüne kadar geçen sürede bir adet bile nirengi noktası bulamıyor.

Demek motivasyonun sıfırlanışı böyle oluyor. Ne işim var len benim burada? dediğin an suyun kaynamış da buharlaşmaya başlamış demek.

- Hadi bakalım Deniz efendi.
- İki ekmek biraz kek mek. Saati altı buçuk edip eve gitmek. Oh.

(Günün anlamını durultan, önemini gark ettiren bir karikatür bizlere, buradan.)

8 Temmuz 2008

Bad Education Sonrası


Bugün, saat 5'te fakülteden çıkıp artık benim için rutin haline gelen günlük mutfak alışverişini yaptıktan, aldığım patlıcanları pişirmeye üşenip ton balıklı atom marullu muazzam salatama yumulduktan ve Türkiye'deyken nefret ettiğim poşet çayımı kupama salladıktan sonra, Ozan'ın ben buraya gelmeden birkaç gün önce harici harddiscimin köşelerine attığı "Movies" folder'ını açarak ve burdaki 32 filmi hızlıca tarayarak en sonunda Bad Education'ı izlemeye karar verdim.
Filmi ara vermeden izlerken aklımdaki şey "buna da çok geç kalmışsın Berfu" ydu. Daha o kadar çok film, o kadar çok kitap var ki geç kaldığım...
Pedro Almadovar'la tanışıklığım aslında gerilere uzanıyor. 16 yaşımın kış aylarından birinde gazeteyi karıştırırken, televizyon sayfasında altta gudik bir yerde "Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar - Saat 22.00 - TRT2" yazısını görmüş ve tahmin edebileceğiniz gibi filmin adından çok etkilenip izlemeye karar vermiştim. Ama bir pazar akşamıydı; babam tabii ki futbol yorumlarını dinlemek istiyor, annemse muhtemelen 1988 yapımı ve ne idüğü belirsiz bir filmi salonda ütü yaparken izlemenin anlamsız olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden salondaki büyük televizyonu onlara kaptırarak, sokak kapısının hemen yanında duran ikinci buzdolabının üstündeki küçük televizyonun önüne sandalyemi çekerek, resmen evin en ayak altı diye tabir edilebilecek bölgesinde, filmi zevkten dört köşe biçimde izlemiştim. Sonra günlüğüme not aldığımı ve ertesi gün koşa koşa Burcu'ya ve Bengi'ye "böyle böyle birşey var" diye anlattığımı hatırlıyorum. Ama filme bu kadar hayran kalan ben, o zamanki bilinç düzeyi nedeniyle, yönetmenin kim olduğuna hiç dikkat etmemiştim. Hatta filmin çok bilindik bir film olmadığını, ancak ve ancak benim gibi kıyıda köşede kalmış seçici sanatseverler tarafından takdir edilebilecek türden olduğunu düşünmüş de olabilirim:) Filme hayran kalma nedenim, dediğim gibi, başta adıydı ve bir sahnesinde başrol kadınlarından birinin yatak odasındaki valizi ateşe vermeseydi. Malum, kadın sinir krizinin eşiğinde, herşeyi yapması mubah. Ergenlik, şu gelişimsel dönemlerin en tehlikelisi ve zavallısı değil midir? Öyledir. Ve 16 yaşında iseniz bir filmi "ben de birgün böyle birşey yapabilir miyim acaba" umuduyla, hayranlıkla göklere çıkabilirsiniz.

İki sene sonra, hayallerimin okulu ODTÜ'nün hayallerimin bölümü psikolojisini kazanarak Ankara'ya geldiğimde, en büyük eğlencem çeşitli yerlerdeki film festivallerini takip etmekti. ODTÜ'de toplulukların küçük ama düzenli gösterimleri, Tunus'taki TÜBİTAK'ta Avrupa sinemasından seçmeler, Kavaklıdere'deki film festivali ve Kültür Kongre Merkezi'ndeki gösterimler...İşte, daha Ankara'ya geldiğim ilk sene gördüm ki Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar ve dahi Pedro Almadovar, çoğu festivalin vazgeçilmeziymiş. En azından 1998-99 civarında:) Böylelikle bu adamın diğer filmleriyle de tanıştım birer birer ve hepsinden ayrı bir keyif aldım. "Bunu Hak Etmek için Ne Yaptım" hariç. Onur Ankara'ya ziyarete geldiğinde onu Pedro'nun izlemediğimiz süper filmi diye kızlarla sinemaya götürüşümüz ve sonrasında Onur'un "üffff, keşke gidip içseydik bi yerlerde" diyen bakışları:) Neyse, komik bir anı.

Diyeceğim o ki, iyi yönetmen, iyi yazar, iyi ressam, iyi müzisyen ve hatta iyi bir aşçı, yarattıklarını gördükten sonra insanda oturup üstüne birşeyler yazma isteği uyandırıyor. Ben de, her ne kadar Bad Education'a geç kalmışım desem de başta, Almadovar'ın henüz izlemediğim filmleri olduğu için mutluyum. Çikolatanın hepsini bir günde bitirmemek, yarına saklamak gibi...

Bant Kaydı

Bugün iş yerinde bir telefon bozukluğu yaşıyoruz. (1) Şehirler arası veya (2) uluslararası (niye ilki bitişik ikincisi ayrı yazılıyorun mantığını anlatabilecek tek kişi yok di mi?) telefon görüşmeleri yapmak istediğimizde bir bant kaydıyla karşılaşıyoruz.

İşin komik tarafı, herkese farklı bir kayıt düşmesi. Misal, hemen karşı masamdaki iş arkadaşım her telefon açma çabasında şu mesajla karşılaşıyor:

- Bu bir bant kaydıdır. (Direk giriyor, oyalanmadan.) Uyandırma servisi iyi günler diler. Teşekkür ederiz. (Sen sağol canım, durup dururken.)

Telefonun karşı tarafında hiç de profesyonel olmadığı anlaşılan kadın sesi bir başka arkadaşıma "telefonunun uluslararası görüşmelere kapalı" olduğunu, diğerine "yanlış bir numara çevirdiğini", öbürüne ise sadece "teşekkür ettiğini" söyleyip kapatıyor. Bana düşen mesaj ise "aradığım istikametteki bütün hatların meşgul olduğu, az sonra tekrar denemem gerektiği".

Bant kayıtlarından fala bakma günü oldu bugün. Yoğun olan istikamette seyretmeye çalışıyorum ve aslında uyandırma servisinden bir teşekküre ihtiyacım var. "Öğlen o yoğurdu yemeyecektin" veya "lütfen kendinize bir kahve daha alınız" mesajı bekliyorum.

Resim

7 Temmuz 2008

Anti Klişe Timi Göreve!

Az önceki sigara molamda, diğer bölümden pek tanımadığım biriyle bir süre yanyana oturduk. Muhabbet etme zorundalığından kaynaklanan konuşmamızın konu başlıkları şu şekildeydi:

O: - İnsanları koyun yerine koyuyolar. Ben tek başıma tasarruf etsem neye yarar? Etmiyorum arkadaşım, bol bol harcıyorum suyumu. Oh, Amerika orada götürsün, ben burada tasarruf edecekmişim.
Ben: (Belediye başkanımızın geçen seneki boru patlama vukuatını hatırlatıyorum.)
O: Adam ne yapsın? Eskimiş borular. Elinde olan bir şey değil. Oysa Amerika götürüyor valla.
Ben: ...
O: Ozon tabakası neden delindi? Amerika deldi. Zamanında sıksınlar zehirli gazları, sonra yok efendim ozon delindi. Aptal yerine koyuyorlar milleti. Sıkacağız işte biz de gazları, oh.
Ben: Mesela ben, sırf tepki olsun diye deodorantımı 1 değil, 5 kere sıkıyorum. Boşluğa filan.
O: Amerika'yı bırak ya. Ne tepkisi göstereceksin. Bak, nasıl korktu İran'dan? İran'a giremez. Yemez. Kolay mı İran'a girmek? Bak nasıl gözü korktu adamların.
Ben: Belki ben girerim diye düşünüyorum İran'a? Ne dersin?
O: Patron geliyor. Çabuk çabuk çabuk!

Anti Klişe Timi'ni göreve çağırıyorum. Zira şu anda beyin karıncalanması geçiriyorum. Hayata karşı tüm umudumu kaybetmek üzereyim. AKT, neredesin?

4 Temmuz 2008

Çocuklar Harikalar Diyarında

Az önce internette beni çok heyecanlandıran ve güldüren bir şeyle karşılaştım. Koreli sanatçı Yeondoo Jung, bir kısmı Korece olan siteden anladığım kadarıyla, 2004 -2006 yılları arasında Wonderland adlı bir proje gerçekleştirmiş. Proje basitçe, 3 ila 5 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim çocukların resimlerini gerçek hayata uyarlamak. Bu uyarlama esnasında elbette birçok gerçek olmayan teknik kullanmıştır, zira çocukların hayal gücü inanılmaz! Çocukken çizdiğiniz abuk subuk resimlerin, o manzaraların üç boyutlu olarak önünüze getirildiğini düşünsenize. Özellikle Yiğit'in çizdiği resimleri düşündükçe gülesim geliyor: Onun dünyasındaki insanoğlunun kolları, vücuduna dik açı çekerek iki yandan dünyayı kucaklardı.

Ben en iyisi en beğendiklerimi paylaşayım hemen (Sıra, bıcırık- Yeondoo, bıcırık -Yeondoo şeklinde):



Özellikle bu adamın bıyıklı oluşuna çok güldüm :)

Çocukların resimleri yaptıkları anı, dekorasyonun yerleşimi vs. görmek için, sanatçının sitesinde current &recent bölümüne tıklayıp Wonderland – Miss Sparkle Sprinkles the Magic,
2004 presented on Billboard, Liverpool, UK yazan bölümü bulmanız gerekecek.