28 Aralık 2006

Apple: Think Different



Apple. Think Different. Tüm zamanların en iyi, en sağlam, en başarılı kampanyalarından biridir bence. Sizi birkaç ilanla daha başbaşa bıraktıktan sonra yine gelecek ve Think Different sloganıyla ilgili birkaç kelam edeceğim. Az aşağıda. (Yukarıda Einstein ve Picasso'yu görüyorsunuz.Aşağıdaki üç ilanda ise sırasıyla Ghandi, Alfred Hitchcock, Jim Henson [Muppet'ın yaratıcısı] ve Hitler-Mussolini ikilisi var.Aslında burada, en başta durması gereken biri var kafamda. Think Different sözünü ilk başta edecek, mavi gözlü, yakışıklı biri.)






Wikipedia'dan aldığım bilgiye göre think different sloganı, dilbilgisi açısından yanlış bir kullanım. Doğrusu 'think differently' olmalı ki farklı düşün anlamı taşısın. Ama hayır, kasten yapılmış bu hatanın da bir takım göndermeleri var elbette. Mesela, think different cümlesini emir kipinde düşündüğünüzde dilbilgisi hatası ortadan kalkıyor. Ama bu kez de nasıl düşünmen gerektiğini değil, ne düşünmen gerektiğini söylüyor. Yani, altında yatan felsefe pat diye başka bir yöne kayabiliyor. Bence burada da kişiye bırakılmış bir seçim söz konusu. Son ve önemli not şu ki, think different, IBM'in think sloganına bir cevap olarak ortaya çıkmış. Çok akıllıca.

Ve işte çok başarılı bir anlatımla 'neden think different' ? :)


İşte çılgın olanlar. Uyumsuzlar. Asiler. Baş belaları. Köşeli deliklerin yuvarlak parçaları. Onlar her şeyi farklı görenler. Kurallara bağımlı değiller ve şu anki duruma eyvallah etmiyolar. Onlardan alıntı yapabilir, onlara katılmayabilir, onları övebilir ya da yerebilirsiniz. Ama gözardı edemezsiniz. Çünkü onlar değitirme gücüne sahipler. İnsan ırkını ileriye doğru gitmeye zorlarlar. Ve bazıları onlara çılgın dese de, biz dahi diyoruz. Çünkü dünyayı değiştirebileceğini düşünecek kadar çılgın olanlar, dünyayı değiştirenlerdir.

İşte bir de televizyon reklamı:



Son olarak, yine aynı kaynaktan aldığım bir yazıyı paylaşacağım. Bu yazı, yukarıdaki ilandakinin genişletilmiş hali. Bu yüzden çevirmiyorum. Apple'ın eski web sitesinde yer almış. Kampanya uzun zaman önce sona erdiği için bu metinlere ve görsellere ancak internette yapacağınız aramalarla ulaşabiliyorsunuz.

Sizi bilmem ama, bu kampanya beni gaza getiriyor. Evet, think different millet!

Here's to the crazy ones.
The misfits.
The rebels.
The troublemakers.
The round pegs in the square holes.
The ones who see things differently.
They're not fond of rules
And they have no respect for the status quo.
You can praise them, disagree with them, quote them,
disbelieve them, glorify or vilify them.
About the only thing that you can't do is ignore them.
Because they change things.
They invent. They imagine. They heal.
They explore. They create. They inspire.
They push the human race forward.
Maybe they have to be crazy.
How else can you stare at an empty canvas and see a work of art?
Or sit in silence and hear a song that's never been written?
Or gaze at a red planet and see a laboratory on wheels?
We make tools for these kinds of people.
While some may see them as the crazy ones, we see genius.
Because the people who are crazy enough to think that they can
change the world, are the ones who do.


Meraklısına: Think different posterleri, haklarındaki bilgilerle birlikte bu adreste çok güzel anlatılmış.

Donla Kalan Şener Hristiyan Diyor



Efsane karikatürü burada görmek istedim. Berfu'nun gönderdiği mailden buldum, çıkardım, paylaştım. Oh, rahatladım! :)

23 Aralık 2006

Rektörlere Özel Rant Hesaplama Makinesi!

Yakında icat edilecektir. Çıkan sayıların basamakları zaman geçtikçe artıyor belli ki. Bu kadar çok hesap kafadan yapılamaz.



Aşağıdaki haber bu senenin 19 Mart'ında Radikal'de yayınlanmış, ben şuradan aldım. Unutmuştum ne zamandır, yine çok sinirlendim! Bu ilk olaymış gibi anlatmışlar. Halbuki, o BAM (Beytepe Alışveriş Merkezi- yukarıda) denen yer açılmadan önce de bu olayın tıpkısının aynıları çok kez yaşanmıştı. Birini, benim gibi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi'nde 2003'ten önce girenler iyi bilir:

Canım kampüsümüzün kurulu olduğu yer, yani Beytepe, gerçekten de Ankara'nın genel rakım ortalamasına göre bayağı yüksekte kalıyor. Bir de bizim İİBF Beytepe'nin en tepesindeki yerde bulunuyor. Ayrıca burada, kampüsün aşağı kesimlerinde olduğu gibi, binalar birbirine yakın değil. Elbette, öyle çok da uzak değiller ama, Ankara merkeze göre neredeyse 10 derece daha soğuk olan bu bölgede, sıcak binadan çıkar çıkmaz bütün yollar uzak geliyor. Hah işte, böyle bir konumu olan fakültemizin yanındaki inşaat, ben ikinci sınıftayken bitirildi: Yabancı Diller Yüksekokulu. Derken, bu binanın önüne tek katlı başka bir bina yapılmaya başlandı. Burası da, malesef her şeyiyle çirkin bir kafeterya oldu: Soğuk, kantin samimiyetinden uzak, tam olarak bakkal mı yoksa sıcak yemekçi mi belli olmayan bir yer. Sonra ne oldu dersiniz? Bizim fakültenin altındaki kantin birdenbire kapatıldı! Neden acaba? Bizim ders arasında falan o yeni yere göndermek için kantinimizi kapattıklarına inanmak istemedik. Çünkü fakültemizle kafeterya arasındaki mesafe, kışın ortasında, her yerin karla kaplı olmasının dışında, en soğuk rüzgarlar için geniş bir boğaz oluşturuyor. Dersten çıkıp servislere giderken bile ağzımızı yüzümüzü nasıl kapatacağımızı bilemiyoruz. Yani beş dakikalık molada, gittin-aldın-geldin derken neredeyse 15 dk. süren bir yolu arşınlamamızı istiyorlar. Üstelik o aldığın çay, buzlu çay olacak.

İnanmak istemedik. Ama baktık ki, bizim bina içinde gizli kapaklı yerlerde su satan kişileri bile cezalandırıyorlar, inandık tabi. ( Dikkatinizi çekerim, 'su' diyorum. Hani, 'ulan, sanki çay temel besin maddesi anasını satayım' diyenlere... Çeşmeden su içilmediğini düşünürsek, su içmek için tek yol yine orası. Tabi, yanımızda getiriyorduk artık biz.)

Benim mezun olacağım sene, 2005 baharında, lütfedip bir nescafe makinesi koydular girişe. Gerçi yeni liralarla çalışmıyor, çoğu zamanda bozuk oluyordu ama (gelen yeni değildi yani) yine de bir şeydi. O makine geldiği gün arkadaşlarla önünde fotoğraf çektirdik. Anlayın artık durumumuzu. (Fotoğrafı bulamadım malesef.)

Ya evet, acayip sinirleniyorum ben bu olaya. Aklıma geldikçe daha çok kızıyorum. İnsanın gözünün içine baka baka yapılır mı bu yahu? Hele bir de hijyen mijyen diye hikaye uydurmuyorlar mı!

Kantin deyince aklıma Üniversite gelir. Önemlidir, birçok tarihi olayın mekanıdır; hem toplum, hem de kişilerin özel hayatları için. (Annesi babası kantinde tanışıp evlenen arkadaşlarım vardı.) Bir de, bana özel olarak okul; hayatı öğrenme, insanları tanıma ve sosyal çevremi oluşturup gezip tozma yeri olduğu için kantinlerin kapatılmasına fazladan bir kızgınlığım oldu tabi. :)



Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü'nün ortasında alışveriş merkezi açtıran Hacettepe yönetimi, kantinlerin kapanması için atakta. Kantinciyle yönetim mahkemelik, çaysız kalan öğrenci ise isyanda.

Hacettepe Üniversitesi ile bir grup öğrenci arasında kantin kavgası yaşanıyor. 'Kantin isteriz' diye imza veren 3 bin öğrenci, üniversite yönetimini üniversitelileri fast food-kafe-lokanta ve mağazalardan oluşan bir alışveriş merkezine mecbur etmekle suçluyor.

Kampüsten bir kez çıkarlarsa bir daha girememekten korkan kantinciler de kantinde yatıp kalkmaya başladı. Kantin işletmecileriyle mahkemelik olan rektörlük ise Radikal'in ısrarlı sorularına karşılık sessiz.

Kira sözleşmesinde var
Yüksek Öğretim Kanunu, üniversiteleri, öğrencilerinin barınma, beslenme, dinlenme ve boş zamanlarını değerlendirebilmeleri için kantin açmakla yükümlü tuttuğu halde, Hacettepe Üniversitesi tartışmalı bir karara imza attı. Üniversite yönetimi, Beytepe Kampüsü'nde hizmete giren Beytepe Alışveriş Merkezi'nin (BAM) kira sözleşmesinde, 'ihale yoluyla üçüncü kişilere kiralanmış tüm kantin ve kafeteryaları, kira süresi sonunda yeniden ihaleye açmama'yı taahhüt etti. 'Fast food' kafetaryalar, lokanta ve mağazalardan oluşan BAM alışveriş kompleksi 19 Aralık'ta hizmete girdi.

Karşılıklı restleşmeler
Kampüs ve yurtlardaki kantinlerin boşaltılması için hukuki süreci de başlatan rektörlük ise henüz sözleşme süreleri bitmediği halde, kantinlere mal ve personel sokulmasını önlemeye başladı. Bu durum, bilirkişi raporuna da girdi. İşletmeciler buna kantinde yatıp kalkmaya başlayarak yanıt verdi. Rektörlük de 'Kantinde yatmak yasaktır' diyerek elektrik ve suyu kesti.

Kız yurdunun altındaki kantini işleten Çağrı İnşaat ve Ticaret Şirketi de Ankara 6. Sulh ve Hukuk Mahkemesi'nde süren yargılamada, üniversite yönetiminin müdahaleleri karşısında bilirkişi raporu istedi. Mahkemeye sunulan bilirkişi raporunda kantin personelinin ve kantine mal getiren araçların kampüse girişinin engellendiği, bu nedenle personelin kantinde yatıp kalktığı, elektrik ve suyun idarece kesildiği saptamasına yer verildi. Raporda "Tespit isteyenin tahliyeye zorlanmasının, kantin ve kafeteryanın karşısına yeni yapılarak açılan 29 No'lu çarşı binasına öğrencilerin zorunlu olarak gitmelerini sağlamak için olduğu görüş ve kanısındayım" denildi.

Seyyar çay ocakları açtılar
Öğrenciler de boş durmadı. Rektörlük 'hijyen' dese de asıl nedenin kampüs merkezindeki BAM'ın işlerini artırmak olduğunu savunan üniversiteliler, kampüsteki fakülte ve yurtların önünde açtıkları seyyar çay ve kahve ocaklarında 3 bin imza topladı. İmza ve dilekçeler, 'Kantin istiyoruz', 'Tüccar rektör istemiyoruz' sloganları ile rektörlüğe yürüyen öğrenciler tarafından 9 Mart'ta üniversite yönetimine sunuldu. Dilekçelerde, her fakültede kantin olması ve kapatılan kantinlerin açılması istendi.

Şikâyet çok, yanıt yok
Kampüsteki her fakültede ve yurtta kantin olmasını savunan öğrencilere göre kampüs merkezinde açılan, lokanta, kafe ve mağazalar kompleksi BAM, birçok fakülteye uzak. Ayrıca bu işletme, diğer kantinlerin birer birer kapatılmasının ardından kampüste bir 'tekel' konumuna gelecek.

Edebiyat Fakültesi'nden bir öğrenci çay için servise binmekten şikâyetçi: "Kapatma kararından sonra fakültelerin dışında küçük büfeler açmaya başladılar. Edebiyat'ta 6 bin öğrenci var. Çay için kışın soğuğunda, yazın sıcağında büfelerde sıraya girmek zorundayız ya da 10 dakikalık aralarda BAM servisine binip çay alıp geri geleceğiz..." Biyoloji Öğretmenliği Bölümü'nden başka bir öğrenci fakültede ders aralarında oturabilecekleri, sohbet edebilecekleri kantinler istediklerini söyledi. Ancak ne bu şikâyetlerin iletildiği rektörden ne de yardımcılarından yanıt alınamadı.

15 Aralık 2006

Sen bir atasözü olsan, ben de bir deyim

Az önce buradan It's not over untill the fat lady sings deyimini öğrendim. Aslında bazı İngilizce konuşulan filmlerde duymuştum ama tam anlamamışım demek ki. Ne güzelmiş değil mi? 'Şişman kadın şarkısını söyleyinceye kadar gösteri devam eder' gibi bir anlamı var. Veya, bize adapte edilerek 'assolist sahneye çıkmadan gösteri bitmez' olarak da çevrilebilir.

Annem çok meraklıdır atasözlerine. Bildiği bütün deyimleri veya atasözlerini tam yeri, tam zamanında kullanır. O söz yerine ne söylesen hafif kalır, öyle bir yoğunluğu vardır atasözlerinin ve deyimlerin. Benim hoşuma giden de bu zaten.

İlginç olanlardan aklımda kalanlar şöyle:

- Sac kızdı, hamur tükendi; gelin akıllandı, ömür tükendi. (Acıklı gibi sanki.)
- Ben derim Emine, sen anlarsın .mına! (Bunu babaannem çok sinirlenince söylerdi.)
- Bir kolumuzun altı kaldı edilmedik. (Bunun aslı s.kilmedik olacak, bu yumuşatılmış hali.)
- Eşeğin aklına karpuz kabuğu sokmak. (Şapşal eşek.)
- İşkilli büzük cingilder. (Küçükken babama bunun anlamını sorduğumuzda 'gel bana tecavüz et demek' demişti:))
- Soğuğa sormuşlar 'nerelisin' diye, 'aslen Erzurumluyum ama Afyon'da otururm' demiş. (Of, fena halde doğru!)

Bir de, sürekli anlatılan fıkraların son cümleleri de artık deyim gibi olmuş. (Ya tutarsa gibi.) Örnek vereyim:

- Benim ne ettiğimi bildiğim mi var? (Kadın, kocasının ölümünün üzerinden daha bir hafta geçmeden başka bir adamla evlenme hazırlığına başlar. Çevredekiler şaşkınlıkla 'nasıl olur' deyince o da 'aa, benim üzüntüden ne ettiğimi bildiğim mi var yavrum?' der.)

- Menfaatine yavrum menfaatine. (Bu yaşanmış bir hikayeymiş. Yalvaç'ta çok küfür etmesiyle meşhur Ali Ağa diye biri varmış. Bir gün, adamın biri kahvede Ali Ağa'ya karısının ve annesinin bir olup ona evi dar ettiklerini anlatıyormuş. Adam anlattıkça Ali Ağa küfrediyormuş; hay ben senin avradını... hay ben senin ananı... diye. Adam neden sonra duruma uyanmış. 'Hop Ali Ağa' demiş, 'sen benim anama avradıma küfrediyorsun yahu!'. Ali Ağa'nın cevabı: 'Menfaatine yavrum, menfaatine')

Son olarak anlamından çok söyleniş tarzına bayıldığım sözler var. Yeri gelse de kullansam diye can atıyorum.:

- Katranı kaynatsan olur mu şeker? / Cinsini s.ktiğim cinsine çeker. (Of, süper!)
- Keçinin olmadığı yerde koyuna Abdurrahman Çelebi demek. (Düşünsene, koyuna Abdurrahman Çelebi diyorsun. Her seferinde gülüyorum ya.)
- Abdülhamid devrinden kalmak. (Babam bunu 'Abdülamit' diye söylüyor, çok zevkli oluyor.)

Ha bir de 'tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş' atasözüne, 'Tencere- kapak ilişkisi' şeklinde gönderme yapanlara sinir oluyorum. İlişkiymiş, tencere ve kapak len onlar! :)

14 Aralık 2006

Ben de Tüketiciyim: Erol Kundura da huzur verir!



"Sahiller hep huzur verir, Erol Kundura'da siz müşterilerine daima güven ve kaliteli hizmet verecektir."

Erol Kundura'nın dillere destan(!) web sitesindeki 'vizyon-misyon' sayfası açıldığında karşıma çıkan 'şeyi' üstte görüyorsunuz. Resmin altındaki yazıya hiç dokunmadım, orjinalini bozmaya gönlüm elvermedi.

Berfu'nun, aldıktan sadece dört ay sonra tabanı 'yarılan' botunu kendi içlerinde bir yerlerde kaybederek (tekrar ediyorum: kaybederek), yaklaşık bir sene boyunca 'müşteriyi aptal yerine koyma' yöntemiyle oyalamaya çalışan bir firmadan daha fazlasını beklemezdim zaten. Benim anlamadığım, Erol Kundura'nın kafamdaki konumunun kaliteli markaların yanında oluşu. Zaten bu yüzden çok kızıyorum.(Ürünlerinin fiyatı da -hangi akla hizmetse- o markalarla eşdeğer.)Berfu'nun başına gelen olay olmasaydı bile bu free-server, bol pop-up'lı siteyi gördükten sonra da fikrim hemen değişirdi gerçi.

Birdenbire dünyada 'Erol Kundura marka ayakkabı giymeyenler na böyle olsun' modası başlasa bile onlardan ayakkabı almam. En kısa zamanda kendilerine gelmezlerse, pek önemsemedikleri tüketicileri ayaklarını yere basmalarını sağlayacaklardır eminim - hem de kendi ürettikleri ayakkabılarla. :)

Dipteki Not: Berfu ne botunu geri alabildi, ne de parasını. Haksız değilmişim değil mi?

Dipteki Not 2: Az önce Milliyet'in bu sayfasında bulduğum bir haberi de yapıştırayım hemen buraya. Yuhannes.

Erol Kundura'dan çıplak ayaklı geline tazminat

Düğün gecesinde ayakkabılarının topuğu kırılan Yaprak Çağıran, Erol Kundura'ya karşı açtığı davayı kazandı. Mahkemenin biçtiği 7.5 milyon lira tazminatı Yargıtay da onayladı.
3 yıl önceki düğününde Erol Kundura'nın azizliği yüzünden adı "çıplak ayaklı gelin"e çıkan Yaprak Çağıran, sonunda mağazayı mahkum ettirerek muradına erdi.
İzmirli Çağıran ailesi, kızları Yaprak'ı 1994'ün sonunda telli - duvaklı gelin etmişti. Gelinin annesi ve babası bir aksilik çıkmaması için herşeyi önceden düşünmüşlerdi. Ama hiç beklenmedik birşey oldu. Asıl ününü gelin ayakkabılarıyla yapmış olan Erol Kundura'dan alınan gelin ayakkabıları, düğün gecesinin hemen başında topuğun tabanla birleştiği yerden kırılıverdi. Hem de ikisi birden!
Gelinin babasının ve garsonların topukları tamir etme çabaları sonuçsuz kalınca, gelin hanım sonunda çareyi ayakkabıları ayağından fırlatıp, geceye çıplak ayakla devam etmekte buldu. Gerek kendisi gerek ailesi, konuklara karşı mahçup olmuşlardı.
Düğünden sonra Çağıran ailesi ayakkabıların parasını geri almak istemişti. Ancak Erol Kundura ayakkabılarda üretim hatası olduğunu kabul etmiyordu. Olay sonunda köşemize yansımış ama mağazanın tavrı değişmemişti.
Ancak bu olayı bir tüketici olarak içine sindiremeyen Yaprak Çağıran, düğün gecesini mahveden Erol Kundura'dan davacı olmaya karar verdi. 1995'in kasım ayında manevi tazminat davası açtı. Ve geçtiğimiz günlerde de davayı kazandı.
Okurumuzun avukatı Atay Eyiçıtak'ın köşemize yolladığı mahkeme kararından anlaşıldığı üzere bilirkişi raporunda ayakkabıların yapımında kullanılan çivilerin kısa olduğu bildirilmiş. Davacı tarafın olaydan duyduğu üzüntüyü de dikkaten alan mahkeme, Erol Kundura'yı 7.5 milyon lira tazminat ödemeye mahkum etmiş. Karar Yargıtay'ca da onaylanmış.
Mahkemenin belirlediği tazminat 3 yıl sonra yeni bir ayakkabı almaya bile yetmiyor olsa da, Çağıran ailesi için zaten önemli olan, haklılıklarının yasalarca da teslim edilmiş olması.

13 Aralık 2006

Ayakkabı, Sadece Ayakkabı mıdır?


Shoes

When you're young
a pair of
female
high-heeled shoes
just sitting
alone
in the closet
can fire your
bones;
when you're old
it's just
a pair of shoes
without
anybody
in them
and
just as
well.

Charles Bukowski

Gençken
bir çift
yüksek topuklu
kadın ayakkabısı
tutuşmasına yeter
kemiklerinin,
öylece duruyor olsa bile
dolapta;
yaşlanınca
sadece
kimsenin giymediği
bir çift ayakkabı
oluverir
aslında olduğu gibi.


(Çeviri bana ait, özellikle son kısmı atmeyşın oldu biraz.)

Ayakkabı, sadece ayakkabıdır. Gömleğin sadece gömlek, yüzüğün sadece bir yüzük olması gibi. Ta ki birine ait oluncaya kadar... Yüzük gibi nesnelere yüklenen anlamlar artık çok bilindik. Ben ayakkabı ve terliklerden söz etmek istiyorum. Annesinin ölümünden sonra onun terliklerini öpen birinden bahseden bir şiirin o kısmını okurken hala gözlerim dolar. Hem de her seferinde. (Daha sonra buraya da yazarım o şiiri.)

Evlerin içinde ayakkabıyla dolaşılmayan bir kültürden geldiğim için ev terliği çok önemlidir benim için. (Evdeyken, dışarıda giyilen ayakkabılarla takılanların daha üst sosyo-kültürel bir gruba ait oldukları gibi bir izlenim var. Gerçekten daha kolay olduğunu düşündükleri için giyenler dışında, bence bu saçma bir batı özentiliği. Sokakları ne kadar cillop gibi olsa da -ki sokak bu, ne kadar olabilir- yatıncaya kadar aynı ayakkabılarla dolaşmak pis bir alışkanlık. Koltuk altlarını almamalarına özenmek gibi bir şey bu.) Benim için de, özellikle annemin terliklerinin ayrı bir yeri vardır hayatımda. Annem bir terliği senelerce giyer. (Hepsi de mutlaka Ceyo'dur ayaklarda sorun çıkmasın diye.) Bu yüzden, o terliği görmek benim için annemi görmek gibidir. Eğer okuldan eve geldiğimde terlikler sahipsizce merdivenin kenarında duruyorsa bilirim ki annem evde değildir. Çünkü annem ve terliği, bizim ev sınırları içerisinde asla birbirinden ayrı olmaz. Annem uzak bir yerlere gittiğinde, onun boş kalmış terliğini gördüğümde daha bir çok özlerim onu. Belki de o şiir bu yüzden beni bu kadar etkiliyor, çünkü çok gerçeğe yakın benim için.

Son on gündür vaktim ayakkabı hakkında en fazla bilgiyi öğrenmeye çalışmakla geçiyor. Şimdiye kadar ayakkabı yapımını anlatan bir sürü kitap okudum ve fabrikayı, ar-ge'yi, orayı burayı gezdim. (Durmadan reklam hakkında konuşurken birden ayakkabıya dönmemin sebebi budur, kaptırdım yine.) Bugün nedense elim hep "ayakkabı kültürü"ne gidiyor. Bin yıllardır ayakkabıya yüklenen anlamı öğrendikçe ağzım açık kalıyor. Sonra dönüp, kendime, çevremdekilere bakııyorum. Herkes farkında olmasa da çok önemli bir anlamı var aykkabının. Bunları daha sonra anlatırım. Ama on dakika içinde tam 27 tane, içinde 'shoes' sözcüğü geçen şarkı buldum desem yeter sanırım. (Bu arada ablamın mail attığı, Nancy Sinatra'nın, daha sonradan Jessica Simpson'ın coverladığı These Boots are Made for Walkin' şarkısını dinlemenizi tavsiye ederim sayın evahalipisi.)

Biraz dağınık bir yazı oldu. Kafam da öyle olduğundandır. Kısa sürede sıfırdan başlayarak çok fazla şey öğrenmk, sonrasında bir kafa toparlamasını şart kılıyor. Bebeklerin salak gibi olmalarını hoş görmek gerek. :)

12 Aralık 2006

İstanbul Elinden Öper



Burada bu fotoğrafı gördüm. Büyülendim. Sizinle paylaşmadan edemedim.

Evet, İstanbul'u özledim. Hem de çok. Sanki bir insanı, aşık olduğum birini özler gibi... Yüz vermiyor ki gidince de, gösteriyor da vermiyor. :)

Dünyanın 8.harikalarından birisi sayılan Ayasofya, Sanat Tarihi ve mimarlık dünyasının 1 numaralı yapısı hüviyetindedir. Bu yaşta ve bu ebatta zamanımıza gelebilmiş ender eserlerdendir. Orijinal adı Hagia Sofia olan, Türklerin Ayasofya dedikleri yapı yanlış bir şekilde, Saint Sofia olarak bilinir... devamı için>>>

Hayatın Telvesi

Biraz sulu bırakacaksın ki, falın güzel çıksın. Öyle daha kapatmadan kaskatı kalmışsa telve fincanın dibinde, en tşklı falcıdan bile iyi bir fal bekleme.

Her ne kadar ne ettiğini bilmez bir görüntü çizsem de kafamdaki Deniz'in üzerine, kıvam tutturmada pek fena değilmişim. Zira reklamcı olmaya çalışırken reklamveren oldum. İyi mi oldu? Fevkalade oldu, şahane oldu! Çünkü şimdi anlamaya başladım 'müşteri'lerin, bizim gözümüzden ipe sapa gelmez olarak görülen davranışlarını. Bundan sonra tekrar reklamcılığa dönmeye karar verirsem tam teşekküllü bir eleman olacağım kesin.

Eh, fincanın sapa yakın yerlerinde (iç dünyayı simgeler) güzel şekiller var son günlerde. 'Üç vakte kadar beş' olacak galiba. Hadi bakalım.
;)

8 Aralık 2006

uzun zaman olur ki...

geçmis zamanlara rivayet halinde hiç degilim
di'li geçmis zamanı sevmiyorum, bunu anladım.

biten bir sey beni bırakmalı, pesimi bırakmalı bunu da anladım
küçüğüm daha...

aklımda bir şarkı var dönüp duruyor..
deniz yüzünden o şarkı aklımda.
gecen hatta arayıp deniz su sarkıyı kim söylüyordu?
seneler geçmiş, bir anda aklıma geldi, söyleyip duruyorum dedim...

şimdi siz ne ki o sarkı diyeceksiniz?
inat değil mi söylemeyeceğim.

babam hep der: bizim aile de bir inat var ki bitmez..
bizim ailenin kuyruğu diktir kedi gibi:)

neyse fazla kasmayayım..
bora öztoprakmış, seni seviyorum şarkının adı

deniz denen şahsiyet meğer şarkıyı yanlışlıkla indirmiş
bende onlardayken görmüşüm
ne eski ya bu şarkı, ne güzeldi demişim...

hatırlamıyorum gerçi...
deniz hatırlattı..

neyse kac gündür söylüyorum paso...

2 Aralık 2006

Girilir amma Çıkılmaz

Hani,'aklına girmek' diye bir deyim vardır ya. İşte o deyim benim omuzlarımın üstünde somut halini buluyor. Aklıma girmek çok kolay benim.
'Ay keşke şöyle yapsaydın sana daha çok uyar; a, niye öyle bir karar verdin sana hiç uygun değil; neden o çocukla çıkıyorsun halbuki ne kadar güzelsin (o güne kadar kimse söylememiştir ama); sen öyle süpersin, sen böyle acayipsin' vesaire vesaire.

Bunlar benim aklıma giriyor işte. Aklına girmesenize çocuğun ayol! Kerane aklı gibi oldu mübarek. Yalnız, giren çıkmıyor o ayrı. O akıl nasıl bir şeyse artık (yuvarlak mı köşeli mi bilemeyeceğim) girenler bir köşede duruyor öyle. Sonra olmayacak zamanda 'ama bir dakika, bu bana uymazdı, olmazdı' falan diyen iç sesler olarak karşıma çıkıyorlar.

Girift girintiler var aklımda, bir süre için girmelere kapatılmıştır. Dank! (kapı kapanma sesi).

Biterken: Hooverphonic- Tomorrow çalıyordu.
(Esin Özbek'i taklit etmek bile güzelmiş :))

30 Kasım 2006

Jack tripleri yaptırmayın bana!

Al işte, açtım bayramlık ağzımı, pis. Hakikaten de bayramlık oldu bu ağız. İki bayram arası yazıyorum, başıma bir şey gelmez umarım. İki bayram arasında yapılması günah olan neydi yav? Evlenmek mi, haca gitmek mi? Bilemedim, kusura bakma.

Görev olunca, bekleyen biri olunca, tembel olunca, eşekoğlu eşek olunca ve dahası olunca insanın bir şey yapası gelmiyor. O bir şeyin ne olduğunu merak ediyorsun değil mi? Ha ha, olur mu canım öyle şey? Bir şey demek, herhangi bir şey demek. İlahi sen, ay hi hi hi.

ABSÜRDLÜĞE BİR MAKARA SAYGI DURUŞU

Bizim baş eleman 'Bu kalem de nereden çıktı' dedi yanındakine. Yanındaki esas kız oluyordu. Ama içinde bulundukları tünel o kadar karanlık ve dardı ki, değil görmek, eliyle bile cinsiyetini belirleyen organlarını yoklayacak mesafe yoktu aralarında. Biz ona esas kız diyelim şimdilik. Sesi de çıkmıyor nedense.

'Yahu, kalem mi bu ne? Hay anasını satayım be, nerdeyiz biz len? Şşt, öldün mü? Bak bir şey olduysa söyle, valla bu saatten sonra şaşıracak kızacak halim kalmadı.'

Yanındaki, bu laf üzerine mi bilinmez artık, konuşmaya karar verdi: 'Abi, ekmek mutaf üstüne yemin et kızmayacaksın. Yemin et, valla söylemem.'
(Aa, erkekmiş lan, yaşı küçük ama. Baş eleman adisi biliyormuş da öykünün başında bize söyleme lütfunda bulunmamış. Neyse, yine de dar ve karanlık bir tünelde olduklarını biliyoruz en azından.)

Baş eleman sinirlenir: 'Ne diyeceksen de lan, adamın kafasının tepesini attırma. Buraya tıkıldığımızdan beri mıy mıy mıy zaten. Bak, Jack (Lost dizisindeki tripli kişi)tripleri yaptırma bana, valla üzerine salarım kendimi!'

'Tamam abi, dur kızma, söylüyorum. Abi, o kalem var ya...hani bizi birisi yazıyor ya, onun kalemi galiba. Baksana, kütük gibi, ne zamandır yazmamış belli ki. Hem, kalemini kendi yarattığı karaktere kaptıracak kadar da konsantre olamamış baksana. Yazık yav, bize de ona da. Bırak kalemi de yazsın kızcağız. Biz de kurtulalım şurdan.'

Baş eleman olayı anlamaya başlamıştır: 'Ne yani. Bizim bu boktan yerde olmamızın tek nedeni yazarın düşünmeden yazmaya başlamış olması mı? Yahu,bir de kalemini kaptırdı salak. Hey allahım ya! Şşt, sen. Al len kalemi, al tamam. Şurdan çıkar bizi de sonra ne yaparsan yap. Ha...şöyle güzel manzaralı bir yere gönder başlamayım ananın hörekesinden.'

Şey..öhöhö...
Alice'in bilip bilmeden yediği mantarlarla oluşan karanlık ve dar tünelden çıkan bizim baş eleman ve yanındaki sesi bile kalınlaşmamış ufak oğlan İskambil Kağıtları Krallığ'nda Kupa ve Karo As'ı prensesleriyle evlenerek hayatlarının sonuna kadar mutlu yaşadılar.

'Ney ney? İskambil kağıdı mı? Bildiğimiz pişpirik kağıdı yani. Şşt, sana diyorum, napıcam len ben kağıtla, onu da anlat bari. Aloo, kim ediyorum...alo...'

11 Ekim 2006

Everything in its right place

Gecen gun uzun uzadiya yazdigim ve blogun azizligine ugrayip buraya gelmeyen yazım nedense gozumde gittikce degerlendi. Sanki orada cok muhim seylerden bahsetmisim de bir daha asla oyle bir yazinsal surece giremeyecekmisim gibi...Degil. Zira geyigin allahini yaptiydim o yazida. Belki de sanal alemin dibi gorunmez kuyusunda kaybolmasi hepimiz icin daha hayirli oldu. Yine de insanın aklında kalıyor, dusunuyor tabii su sekilde: "ulen yigit var ya bu yaziyi okuyunca cok gulcekti, arıycaktı beni hemen, 'vay be berfu neler yazmissin oyle gulmekten karnima agrilar girdi. Cok komiksin, super bi insansin. Iyi ki senin gibi bi kuzenim var' diyecekti. Denizle Beyza hirs yazip hemen comment yazcaklardi" falan filan.
Umut Sarıkaya'nında boyle bir dizi karikaturu var biliyosunuz. Bizim icin degersiz olan seylerden bile vazgecemiyoruz, kaybolunca ya da baskasinin eline gecince uzuluyoruz. Yine bizim olsun istiyoruz. Adeta ayrildigimiz bir eski sevgili gibi.
Buna bilinenin verdigi rahatlik mi demeli?
Ya da su bize ait ivir zivirlardan vazgecememe takintisina donersek.... Benim icin oyle esyalar var gercekten. O yuzden odam tam bir uyumsuzluklar diyari. Her cekmeceden birsey firliyor. 5 sene once Onur ve Utku ile İstanbul'da Pano Şarapevinde içerken şarap şişesinin üstündeki etiketi kazimisim, arkasina tarih atmisim o var. Yok efendim oradan buradan topladigim at kestaneleri. Giyilmeyen ve giyilmek icin buzul cagini bekleyen bogazli kalin kazak (ama nasil atilir o, annecigim ODTU'ye ilk geldigim sene yurtlarda usur hasta olurum diye almis gondermis), Kinder Süprizlerden cikan ibisotesi oyuncagimsi seyler (ahtapot ailesi, uykucu sirin, timsah ailesi, Arap petrol tuccarlari varillerin ustunde gibi). Butun bunlardan bir an evvel kurtulmak istiyorum. Odami her topladigimda elim onlara gidiyor, atayim sunlari diyorum, yine vazgeciyorum. Zamanlarini bekliyorlar bakalim.
Buralara nerden geldim ben? Haaa, yazim kaybolmustu di mi? Valla cok super seyler yazmistim o yazida. Keske okuyabilseydiniz, cok gulcektiniz.
Yazimi sonlandirirken, Yigit, sana iki cift lafim var. Benden aldigin kitaplari geri ver artik. Ayip oluyo. Ayrica 3 sene once birgun okula giderken yaninda goturup bir daha da hic geri getirmedigin yoyomu da unutmadim. Unutmayacagim.
Berfu - inspired by "everything in its right place"

10 Ekim 2006

deneme

Olm bu bloga bisey yollanmiyo. Bak deniyorum yine, giderse namerdim.
Berfu

17 Eylül 2006

Kırılma Noktası

Kırılma noktası:

Kırılma noktası:
Kırılma noktası tasın yere carptıgı nokta mıydı?
Oysa daha tasın carptıgı ana deger bir anlasmaya bile varılmadı.
Kırlma noktam, carpma anımdı.
Kimine gore olayın daha ilk basladıgı an oluyordu bu. Tasın elimden ilk cıktıgı an.
Olayın ilk basladıgı an:
Belirlenmesi belki de en guc anlardan biri.
Ne zamandır ilk farkedilmesi?
Aslında tas daha elinden cıkmadan olay olmustur.
Kırılma noktan/bardagın doldugu an...
Bardagın dolacagı zaten kesindir.

Geri donus/flashback1:
Olay...
Göz göze geldik.
Saniyenin bindebirinde gözgöze geldik. (Arkada: Anathema:Shroud of False)
İlk kim bakmıstı?
-ben degilim, yok ben olamam-

Geri dönus/flashback 2:
Olay...
Kanepede iki ceset
Tensel cekim tinsel cekim midir?
dokunmalı mıydım?
Kacamak duruslar
-donakaldıgın anlardan biri-
saniyenin bindebiri.

Geri donus/flashback 3:
Balkon...
//insanın döndügü taraf, bakmak/görmek istedigi taraftır hep///
Bir asık ne kadar ugrassa da arkasını donemez yanındaki salyangoza.
Salyangozdur insan, kabugunda...
Kırılma noktası:
Kabugumu kırdıkları sahne.
////Tek bir bakıs ister, balkondan bakan kisi. Asagıdaki salyangozun (tahminsel/icgudusel bir bicimde) yukarı bakması....////
Bakar mısınız oyle bir durumda?
Kışın ortası olsa ve her yerde kar varsa?

Geri donus/flahback 4:
Olay...
Film izleme adına....
Hangi deli inanır ki tenin ve tinin bakıstıgı bir yerde film izlenebilecegine?
Saniyenin durdugu an.
Bindebirlik dilimin bir saat oldugu, delilik anı...
İcgudu: Kalk ve git!
-Gider misin?-

Geri donus/flashback 5:
Olay...
Düsler...Gercekler...Hayaller..
Geceleri sokulur yanına, bir golge kılıgında...
Gozunun onunde goruntuler
Hayal midir bunlar?
Yasamaz mısın o anda?
Hayalin gercek; gercegin hayal olması...
Beklemeyin uykunuzdan once 1000gr’lık bir düs hapı alın... Nedir ki gercek?

Gercek:
Olay1: geridönüssüz, saf ve yalın....
Uçmanın verdigi his ve rüzgarın tatlı dokunusu.
Hayatla, saniyenin bindebirinde gozgoze gelmek.
Tensel ve tinsel cekimin yer cekimine donmesi.
Balkon coktan geri de kaldı...
Atladım mı gercekten,
yoksa gene bir hap mı aldım, su 1000gr’lıktan?
düsüs anı, salyangozsun artık.
Kabugun kırık..

Yasamı kırıklar icin....
bezis!

11 Eylül 2006

Kapı önü hikayeleri

Eve gidince içeride -sevdiğim- birisinin olmasını çok seviyorum. Kapıyı açıp eve benden önce gelmiş bir Yiğit nidası duymak, anahtarlarıyla girip bana sürpriz yapmış Berfu veya Beyza'dan korkmak kadar beni mutlu eden bir şey yok.

Ama bugünlerde hayal gücüm 6 yaşına dönmüş durumda. Kapıya anahtarımı soktuğum andan itibaren içeride canlanabilecek senaryoları bir bir bir kuruyorum. Olağan dışı bir şeyle karşılaşma olasılığım %0,0014'se eğer, ben bu dilime uzun uzun hikayeler sıkıştırıyorum. Önceleri sadece hırsızlar, katiller, sapıklar üzerine kurulu bu hikayeler son zamanlarda daha eğlenceli bir hal almaya başladı. Hemen bir örneğini göstereyim size:

Sağ elimle önce kafamı kaşıdım. Sonra sol elimle iyice arkalara kaymış olan çantamı çekip önüme getirdim. Asla tek seferde bulamadığım anahtarı iyice köşeye sıkıştırmak için iki elimi de hızla çantadan içeri soktum. Büyük gözde izlerine rastladım. Kısa bir kovalamacadan sonra kendilerini ön cepte kıskıvrak yakaladım. Elimden kaçmasına izin vermeden soktum deliğe, açtım kapıyı. Akabinde çantamdaki eski yerine yolladım.

İçeriden bazı sesler duydum. ‘Yiğit Bey erken gelmiş, yanında da arkadaşları var’ diye düşündüm. Artık taşımaktan ve bahsetmekten sıkıldığım pis çantamı yere bırakıp hemen oturma odasına geçtim.

Ve kapıda kalakaldım. Kalbim, sanki daha demin kendisini canlı canlı yemişim gibi, tam boğazımda atıyordu. İçeride tanımadığım adamlar, orası babalarının eviymişcesine oturuyorlardı! Onlar da susmuş, ne yapacağımı bekler gibi bana bakıyorlardı. Aklımdan geçen ilk laf ‘keşke çantayı girişte bırakmasaydım, şimdi yavaşça elimden düşürür ve daha etkili bir sahne yaratırdım’ oldu. Sonra tabi ki bunun gibi durumlarda neden ilk böyle şeylerin aklıma geldiğini düşünüp kendime kızdım. Böyle böyle korkum geçmeye başladı. Zaten oturanları, gıyaben de olsa, tanıdığımı hatırlamıştım.

Evet, bunlardan biri Ersin Karabulut, diğeri de Umut Sarıkaya’ydı. Artık bana bakmayı kesmiş, daha sesli ve eğlenceli olan televizyona geri dönmüşlerdi. Sonra Ersin kafasını çevirmeden “Deniz, bugün bin kere aradım niye açmıyosun olm? Fatura vakti gelince telefonlar açılmıyo bakıyorum.” dedi. Sonra Umut aldı sazı eline “Bi de senin yüzünden bi ton laf işittik lan. Madem çizmiyceksin bu hafta, niye haber vermiyosun Baruter’e? Telefonunu da kapatmış göt. Millet senin meraklın sanki nanana koyyim.” dedi. Ersin’in son olarak “Mal gibi duruyo hala ya, olm gel otur bari, tamam.” dediğini duyamadım. Çünkü o sırada aşağıda yazdıklarımı düşünüyordum.

Öncelikle, kendimi göremesem bile erkek olduğumu hissediyordum. Deniz işte yine. Belli ki bu ikisinin ev arkadaşıydım, ama nasıl ev arkadaşı. Penguen’e sonradan gelen bir çizer olmalıydım. İlk baştan itibaren, yaşıtlarım olan Ersin ve Umut’la samimi bir ilişkiye girmişimdir kesin. Sonra, 'biz eve çıksak var ya' diye başlayan cümlelerle birbirmizi gaza getirip yanlış bir kararla eve çıkmışızdır. Hemencecik işler sarpa sarmış, bunlar daha eski arkadaşlar olarak bana karşı cephe almışlardır. Ben de pek sağlam pabuç, parlak yıldız değilim anlaşılan. Onları kıskandığımı en derin organlarımda bile hissediyorum. Ama dur be, kaptırma şimdi. Hani, Yiğit vardı, Berfu, Beyza, ablam; bizim evahalipisi diye bir bloğumuz vardı!

Hemen atıldım “Pardon, internet var mı acaba?” dedim. Umut bağırarak ve ağzımı yamışlayarak ayaklandı: “İnternetmiş, var mıymış, pardonmuş?! Lan, eşoğlusu, bin aydır faturaları ödeyebildik mi ki senin yüzünden? Dur Ersincim, tutma. Valla ağzını burnunu kıracam bu sefer” deyince arka odaya, normalde Yiğit’in odası olması gereken yere saklandım. Gerçekten de internet buradaydı. Hemen evahalipisi.blogspot.com’u tıkladım. İnternet yoktu gerçekten ama, allan işi, sayfa pat diye açıldı. Derin bir oh çektim. Son yazılanları okumaya başladım. Ama hayır, ne benim yazdıklarım, ne de diğerlerinin yazdıkları içinde ara sıra geçen adım vardı. Katkıda bulunanlara baktım, Deniz Ural yoktu! Denyo Herzaki diye başka biri vardı. Zaten bu ismi görünce gülmeye başladım. Gülünce aklım başıma geldi. Hala kapının önünde yanlış anahtarı delikten sokmaya çalıştığımı fark ettim. ‘Hey Allaam’ diyen gülümseyişimle içeri girdim. Ersin’le Umut langırt oynuyorlardı. Ben de iki haftalık çizimlerimi bitirmem gerektiğinden çalışmak için odama geçtim. Çok başarılı, sevilen ve yakışıklı bir çeizerdim ne de olsa. Bir de haftaya tatile gidecektim, Kaş’a.


Evet, en gerçek dışı yeri tartışma götürmez şekilde, son cümledir.

8 Eylül 2006

ev kızı olmanın duygusu...

evet 10gundur dısarıcıkmayarak rekor kırdım.
ev ahalipisi oldum da denebilir.

kafayı yemeye yakınken cıkayım dedim.
evet...
az sonra bi arkadasımla buluscam.
kısa yazıyorum o yuzden..

eda da dondu avrupalardan bugun, yarın da onla cıkacagız..

tatil planlarım aynen devam.
pazartesi edanın yazlıgına gidicez. soner+ertan ve ben:)
bu sene de arkadas ve sefkülü tatili yapacagım yani:)

ancak kuziler sizinle cıkamadık ya 2 senedir ona uzuluyor...

Opuyorum kocaman..
18i gibi orda olurum.
dogumgununmu kutlayacagız bu sene bakın
kaytarmak yok oyle gecti nasıl olsa diye...
Zaten her sene tatile denk geliyor napalım..
unutanlara hatırlatalım 13 üydü:)

paypay!!

7 Eylül 2006

Meclisimden korkuyorum arkadaş!

Geçen gün, tüm karşı çıkışlara rağmen, Lübnan'a asker göndermeyi oy çokluğuyla kabul eden ülkemin en büyük meclisinden korkuyorum. Bu gazla, 'ne milleti, keyfimize bakalım' diyerek daha orjinal fikirlerle gelmeleri birkaç gecemin kabusu haline geldi ey ahali! :) Bakın aklıma neler geliyor:

1-)
Oylama: Türkiye'yi toptan uzaya taşıyalım.
Gerekçe: Gelişen küresel konjonktüre bakıldığında, dünya giderek yaşanacak yer olmaktan çıkmıştır. Kendimizden başka dostumuzun bulunmadığı böyle bir gezegende daha fazla durmanın bir alemi yoktur. Ayrıca, dünya gezegeni insanı nankördür. Yarın İsviçreli bilim adamlarının çıkıp da 'dünya aslında bir gezegen değildir, ne halt olduğunu daha bulamadık' demeyecekleri ne malum? Tanınmayan bir gezegende yaşamak, kainat varlıkları içinde bizi zor duruma düşürecektir. Dünya üzerindeki tek akıllı millet olarak, uzaya taşınmanın öncülüğünü biz yapacağız. Göreceksiniz, herkes bizi takip edecek. Ayrıca, jeostratejik önemi tartışılmaz olan topraklarımızı da alıp gideceğiz ki yokluğumuzda değerimizi daha iyi anlasınlar. Arkamızdan 'Türkiye, allaşkına geri dön, sensiz buralar çekilmiyormuş' diye mesajlar göndermezlerse namerdim. Hadi bakalım, eller havaya. Çok istekli olanlar iki elini de kaldırabilir.

2-)
Oylama: Millet olarak zıplayalım.
Gerekçe: Gelişen küresel konjonktüre bakıldığında, deprem denen felaketi yaşamayan ülkelere bir ders verme zamanı gelmiştir de geçiyordur bilem. Ortalama olarak beş senede bir büyük depremler yaşadığımız malum. Biz, bu felaketten dünyanın ders alması için şimdiye kadar elimizden geleni yaptık. Mesela, olabilecek en fazla can kaybına sebep olmak için bütün enerjimizi kullanmadık mı? Ama hayır, hala kimse ders almış görünmüyor. Tüm halkı aynı anda zıpladığında bütün dünyada deprem yaratacak tek ülke Çin değildir. Her bir Türk'ün dünyaya bedel olduğunu düşünürsek, bu konuda Çin'den çok daha öndeyiz. Geçen Swatch reklamında gördüm de aklıma geldi bunlar. Bence süper bir fikir. Kabul edildikten sonra günü ve saati konuşuruz. Hadi bakalım, eller havaya. Çok istekli olanlar iki elini de kaldırabilir.

3-)
Oylama: Esenboğa Yolu'na sihirli fasulye ağaçları dikelim.
Gerekçe: Şimdi bunun için gerekçeye bile lüzum yok aslında ama formalite gereği yazacağız artık. Gelişen küresel konjonktüre bakıldığında, bütün ülkeler farklılaşma çabası içinde acayip şeyler yapıyorlar. Özellikle, en büyük şehirlerini daha iyi tanıtmak için şehrin ortasına bir takım yapılar dikiyorlar. Londra'daki Eyfel Kulesi'ni bir düşünün. Ne kadar çirkin değil mi? Oysa bizim çok daha iyi bir fikrimiz var. Diktiğimiz uzun uzun bayrak direklerinin ne kadar başarılı olduğunu gördükten sonra aklıma geldi bu fikir. Esenboğa Yolu'na sihirli fasulye ağaçları dikelim. Bilindiği gibi, ağaçlar kısa sürede bulutlardaki devin topraklarına ulaşacaktır. Büyük ordumuz sayesinde her bir devi çabucak öldürdükten sonra bu toprakları ihaleye açacağız. Her birinde fuar alanları, lunaparklar, alışveriş merkezleri kurduracağız. Böylece, şehrimize uçakla gelenlerin dinlenmesi ve eğlenmesi için dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş yerlerimiz olacak. Her bir alana babalarımızın adlarını koyarak ad koyma derdinden de kurtulmuş olacağız. Ayrıca, fasulye ağaçlarının nimetlerini ihraç ederek ülkemiz ekonomisine katkıda bulunacağız. Adımız tarihe altın harflerle kazınacak. Ne kadar güzel değil mi? Hadi bakalım, eller havaya. Çok istekli olanlar iki elini de kaldırabilir.

5 Eylül 2006

Bunalmak yok Raki, bunalmak yok!

Yok öyle bir şey.
Bunalmak da ne demekmiş?
Yağmur yağıyor, hava karanlık, beynin durmuş ve paran bitmiş olabilir.
Hele bir de üstüne George Orwell'in Aspidistra denen, reklam yazarlığından kaçmak için çamura batan adamın hikayesini bile okumuş olsan, bunalmak yok.

Aklıma bunaldığım zamanlarda yaptığım komik şeyler geliyor. Özellikle aşk bunaltısı. Bir cesaret içimi açtığım çocuktan 'çok geç' cevabını alınca eve gidip ağlayayım dedim. Odama kapandım. Bir türlü ağlayamıyordum. Kötü hissediyordum ama olmuyordu işte. Farklı bir yöntem denemeye karar verdim. Türk filmi yöntemi!

Odamdan çıkıp mutfağa gittim. Sonra koşarak ve ellerimi yüzüme kapatarak tekrar odama doğru koşayım dedim. Önüme çıkacak duvarın yerini tam kestiremeyince sıkı bir kafa atmış bulundum dikey duran sert zemine. Geri döndüm. Bu kez ellerim yine yüzümdeydi ama gözümün hizasına gelen parmakların arası açıktı. Az buçuk önümü görebiliyordum. Odamın kapısına kadar gittim . Kapıyı hışımla açmak için omzumla yüklendim. Ama bu kez de kapı kapalı olduğu için darbe yemiş bir omzum oldu. En son, deneyimlerimden faydalanarak, önceden her şeyi hazırladım. Parmaklarımı ve kapımı tam kıvamında açık bıraktım. Mutfağa gittim. Ellerim yüzümde koşarak kapıma omuz attım. İçeri girince de kendimi yatağa attım.

Sonunda başarmıştım. Ama artık ağlamak şöyle dursun, sevinçle gülerek zafer çığlıkları atıyordum! Aşk acısı falan yalan oldu tabi (o an için). İnsanın savunma mekanizmasının kendini eğlendirmek üzerine kurulu olması güzel bir şey :) Elbette daha sonra başka çözüm yolları arayışına girdim, o kadar değil.

Aha, güneş de açtı zaten!

4 Eylül 2006

Bunaltan güne iyi giden şarkı

Ankara ve kahvaltı sözcükleri her zaman bünyeme iyi gelmiştir. Hele bir de bu ikisi çok güzel bir sesin söylediği müthiş bir şarkıda buluşursa tadından yenmez.

Kötü hissetmek de gerekir bazen. İyi gelir.

Vega'nın Ankara şarkısının sözlerini buraya yazayım ki, bu sayfayı açtıkça dilime pelesenk olsun. (Aynen kapağındaki gibi yazıyorum.)

Yağmur dönerken kara yavaşça süzülenler yola
araba dolusu bir tuhaf seven, şarkılar çalan söyleyen
Sevenlerden biri ben, arkada bıraktığım sen
Kim olduğunu biliyorsan...söylesen
Sokaklar dolusu şekerli kar kokusu
Tunalı'da gezinirken bizde bir kahvaltının tutkusu
Acıkanlardan biri ben, arkada bıraktığım sen
Kim olduğunu biliyorsan...söylesen
yağmur dönerken kara şarkılar var falımda
Hepsi sana bu gece Ankara
yağmur dönerken kara yine yol var falımda
İster özle...
yok, istersen hiç hatırlama

3 Eylül 2006

Bugün mücver yaktım

Bu sabah, hemen her pazar olduğu gibi, ev ahalisinin Ankara'da kalan kısmı beraber kahvaltı etti. Yani Berfu ve ben, bir de birinci dereceden ahali yakını Barış.

Kahvaltı mekanı bizim evdi. Sabahtan kalkıp (10 civarı) dünden kafama koyduğum mücver (kaygana da denebilir) yapma çalışmalarına başladım. Mücver nereden aklıma geldi derseniz, adres olarak marketi gösterebilirim. Hazır ıslak kek, reçel, köstebek pasta, köfte vb. yapma kutularının olduğu reyonda geziniyordum. Amacım hazıra konmaktı. Ama kutuların arka yüzlerini okudukça işlerin pek de umduğum gibi olmadığını gördüm. Zira bu yiyecekleri normal yollarla yaparkenki kadar iş yapıyordunuz yine. Kutu ise, hiçbir şey yapmadığı halde benimle aynı notu alan grup ödevlerinin kurnaz kişisi gibi bir kenarda duracaktı. Yok ya! En son 'hazır mücver yapma sihirbazı'nı da görünce kesin kararımı verdim. (Kabakları, soğanı falan ben rendeleyeceksem, kutu ancak atılacak kabukların çöpe derli toplu gitmesi aracı olarak kullanılabilirdi.)

Bir kilo kabak ve kuru soğanla eve gittim. Sabah kalkar kalkmaz internetten mücver tariflerine bakmaya başladım. Bu kez sadece kendime yapmayacağım için uydurma riskine girmek istemedim. (Tahmin edilebileceği gibi uyduruk yemekler her zaman zaferle sonuçlanamayabiliyor.) Yemek tarifi sitelerinden sonuca ulaşamayınca bu kez 'mücver nasıl yapılır'ı arattırdım muhtar Google'a. Gelen sonuçlar ilginçti: Mücver tarifinin en çok geçtiği siteler astroloji ve rüya tabirleri siteleriydi!

Neyse, bir şekilde buldum işte tarifi. Mücver denen sebze köftesinin taze soğan, dere otu ve taze nane gereksinimlerini karşılayamayacağım için 'dayanaklı uydurma' yöntemini uyguladım: 'Taze soğan yerine kuru soğan koysam, taze nane yerine kuru nane de olur herhelde, bir sürü baharat da koyarım kimse farketmez'. Tabi, tarifte geçmeyen ama benim mücver deyince ilk aklıma gelen malzemeyi, 'keş'i de kattım. Akçakoca'dan yeni getirdiğim keşi kırıklayıp iyice karıştırdım.

Berfular geldiğinde ilk partiyi kızarmıştım. 'Deneme bir-ki, sess, sess' adını verdiğim bu partiyi elimden geldiğince onlara yedirmedim. 'Bu büyük oldu, bu kalın oldu' derken ikinciye Berfu yetişti. Tümevarımsal yöntemi sayesinde ikinci dörtlü daha sağlam oldu. Üçüncü dörtlüde ise, yağ konusunda pintilik ettiğimiz için, bütün köftelerin bir tarafı yanık oldu.

Evet, bugün mücver yaktım. Ha, sonuç mu? Herkesin memnun kaldığını söylememe gerek yok sanırım. Artık çok acıktığımızdan mıdır, yoksa kahvaltı denen sihirli şeyin verdiği mutluluktan mıdır bilemem. Fena değildi ama ya, gerçekten.
:)

31 Ağustos 2006

Planlı Yürüyüş

Geçen hafta yaşadığım incir çekirdeği büyüklüğündeki bir olayla çok garip bir özelliğimi farkettim.

Tülay'la birlikte Meşrutiyet Caddesi'nden aşağıya doğru yürüyorduk. Tülay bana hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Anlattığı gerçekten önemli bir şeydi ve ben sesimi çıkarmadan, kafamı sallayarak yürüyordum. Ama, caddenin başından beri aklımda sadece bir tek şey vardı: Karşıya geçmemiz gerektiği. Meşrutiyet'in araba kalabalığı -her zamanki gibi- bir anda asfaltın rengini göstermiyor, sonra da aniden boşalıyordu. Yolun boş olduğu anda ben karşıya geçmek için hamlede bulundum. Tülay:

-"Deniz, karşı taraf çok güneş. Daha caddenin başındayız, aşağıda geçeriz karşıya"

dedi. Haklıydı. 35 derece sıcakta yolun güneşli tarafında yürümenin alemi yoktu. Ama benim karnımdan huzursuzluk sesleri yükselmeye başladı. Karşıya geçme hareketini kafamdan uzaklaştırmaya çalıştım, olmadı. Artık Tülay'ı da dinleyemiyordum. Kıpır kıpırdım, yerimde duramıyordum. Tanrım, karşıya geçmemiz lazımdı. Bu, erteleyerek kurtulabileceğimiz bir şey değildi. İçimden Tülay'a kızmaya başladım. Geçiverseydik n'olurdu sanki? Tamam, orası daha sıcaktı ama en azından 'karşı taraf'tı. Asıl olmamız gereken yer... Ankaray'a oradan ulaşılıyordu, istersen Metro hattını bile seçebilirdin. Konur Sokak, Bilim ve Sanat Kitabevi oradaydı, Yüksel Caddesi oradaydı. Bulguroğlu'nun nefis simitlerinin kokusu burnuma gelmeye başlamıştı. Tüm bunlar için değil güneşte yürümek, ateşte bile yürünebilirdi. Arabanın altında kalıp ölünse bile gam yenmemeliydi, çünkü yüce bir amaç uğruna ölünmüştü! Karşıya geçme hakkı engellenmemeliydi!!!


He he. Bu kadar olmasa bile, cidden acayip huzursuzdum. Az sonra Tülay'ın koluna girdim. Yavaş yavaş yola doğru çektim ve hop, karşıdaydık işte! Tüm zor anlar geride kalmıştı :)

Evet, bende böyle bir takıntı varmış. Ne zaman nereden gelmiş bilmiyorum ama var işte. Muhtemelen karşıdan karşıya geçmelerden nefret ettiğim içindir.

Geçen hafta bu durumu farkettikten sonra işe gidip gelirken ne yaptığıma dikkat ettim. Ve hakikaten dumur oldum! 15 dakikalık yolun bir 9. ve bir de 13. dakikasında iki kere karşıya geçmem gerekiyor. Ben, bu kötü hareketi olabildiğince erken yapıp kurtulmak için bir plan geliştirmişim. Dar, güneşli ve kötü manzaralı kaldırımlardan yürümemin sebebi budur.

Ama galiba, sadece karşıdan karşıya geçmekten nefret ettiğim için oluşmamıştır bu takıntı. Hani, yürürken canınız sıkılır da bir şeyler düşünürsünüz ya. Ben haritayı gözümün önüne getirip hangi yöne doğru gittimi, bu sokağın geçen gün yürüdüğüm sokakla paralel mi dik mi olduğunu, güneşin hangi saatte nereye vurduğunu falan düşünüyorum. Tabi bir de yürüdüğüm yolun ilerisinde neler olduğunu, trafik lambasının nerede durduğunu, hangi noktalar arasında yokuş çıkacağımı düşünmeyi de ihmal etmiyorum. Bunları düşününce yürüme planları yapıyor olmam çok da garip değilmiş, değil mi?

29 Ağustos 2006

Al beni, al beniiii


Mavi Sakal'dan bir elemanındı sanırım, Al beni diye bir şarkısı vardı. Tibet bir şey. "Al beni, al beni./ Götür burdan uzaklara/...Biliyorum sen de farkındasın, çok zor/ Gözlerin yalan söylemiyor." Haluk Levent söylemişti daha sonra bağıra bağıra.

Bu sabah işe gelirken yoldaki raketlerden birinde bir ilan gördüm. "Şimdi de paketi yenilendi - Bahanesi çok" Evet, kırk yıllık Albeni'nin paketini değiştirmişler. Paket, yatay olarak ikiye bölünmüş; altı eski renginde, üstü ise siyah (veya koyu kahverengi). Yok, ben sevmedim bunu.

Ortaokulda bir Albeni karşılığında, bir arkadaşımın resim ödevini yaptığımı hatırlıyorum. Aynı kişinin daha sonra kompozisyon ödevini de yapmıştım, iki Albeni'ye. Öyle demeyin, çok değerliydi o zamanlar Albeni. Yalvaç'ta yanında para taşımak diye bir mefhum yoktu ortaokul ve lise öğrencileri arasında. Çok acayipmiş hakikaten. Yanımızda para getirdiğimiz haftada biri falan bulmazdı. O da eğer çok önemli bir şey varsa. Öğle yemeği için zaten eve giderdik. Onun dışında kantinden canımız bir şey isterse gider adımıza açılan hesapa yazdırırdık. Zira, kentinde de öğrenciler çalışırdı ve okul topu topu 150 kişi falandı. Bir ara ben de kantinde çalışmıştım. Haftalık bedava abur cubur yiyebileceğimiz bir miktar vardı. Tabi ki Albeni ve Coco Star'la doldururdum ben kotamı (aşmışımdır belki de). Bu arada kantin dediğim 4 metrekare bir yerdi. Okul dediğimse, başka bir ilköğretim okulunun sadece bir katıydı. Sonra ben mezun olur olmaz süpersonic yeni binaya geçildi. Koskocam bir kafeteryaları oldu. Yiğit gördü işte onu da :)

Albeni'nin yeni paketine alışamayacağım ben bir süre. Çünkü eski paketi, paranın sayılmadığı ortaokulu hatırlatırdı bana. Ha, canım isteyince bir anda nasıl sevivereceğimi de biliyorum. Ne de olsa bahanesi çok! :P

27 Ağustos 2006

varol,koment ve horoz

rahatlıkla yapabildiğim tek şey comment yazmak şu kodumunu sitesinde.. ama bi gün bende başaracam nese ...al lan bu da koment VAROL(ünlü futbol oyuncusu Buda Koment Varol yeşil sahalara geri döndü) nooldu..ha bende koment yazıyom işte sitedeki koment tekelini elinde tutamıycaksın bundan sonra... genişleyen koment pastasından dilim kapmak için yarışacam senle (genişleyen koment pastası)( hüseyin usta bu pasta gitgide genişliye kabartma tozu ögghhh(bkz: espriyi boşyere uzatıp patlama noktasın daha kötü bi espri olan cümlenin ikinci kısmına taşıyarak gerekli patlama sağlayamamak) .

nese konu dağıldı yegane takipçimiz olan Varol Döken'e burdan teşekkürlerimi sunmak istiyorum ev ahalipisinde olmamasına rağmen inatla bu kadar çok şey yazıyo ya walla bravo ...yani benim yazdıklarımın yaklaşık 5.34 katı kadar şey yazmıştır Varol.. kendimi basket maçında ilk beş başlayıp hiç sayı atamamış ...Varol'u ise benchten gelip oyunu kurtaran oyuncu gibi görüyorum...

neyse son olarak küçükken denizle birlikte bir horozun saldırısına uğradığımızı anlatıp kalkçam çünkü demin babam aradı "çin önde çabuk gel süper maç oluyo diye" (babamla birlikte türkiyenin maçları dışında diğer maçlarıda seyredip güçsüz olan takımı tutmamızda garip bi durum oluşturdu, bide maçlarda sürekli güçsüz takımı tutuyoz çok komik, evden sürekli angola angola gibi tezahuratlar yükseliyo)

off konu yine dağıldı en iyisi olayı başka bi paragrafta anlatıyım...ilkokulda denizle birlikte okula giderken komşumuzun yetiştirdiği tavuklar ve onların başında duran horozla karşılaştık. resmen bir düello gibi karşı karşıya durmuş birbirimize bakıyoduk adeta bir sinir harbi bir soğuk savaş yaşanıyodu horozla aramızda..horoz guruburuk guruburuk diye sesler çıkarmaya başlamıştı bile yani bu ikimizden birine kesin saldırcağı anlamına geliyodu..benimse o anda kafamdan bir baloncuk fırlamış şekilde babamın bana dediklerini düşünüyodum"oğul eğer hayvanlarla konuşur onlara iyi davranırsan onlarda sana bişi yapmaz en vahşi aslan bile kuzu olur ey oğul falan" bende bu gazla horozla konuşmaya başladım güzel horoz canım horoz bırak geçelim biz bişi yapmıycaz sana ha benim ibiklim ha benim gülüm gibi.. tam kurtulduk heralde derken horozun benim kafama atlaması bir oldu... kafama tıktıklayan horozun altında resmen can çekişiyodum.. Deniz'se kardeşini horoz saldırısından kurtarmaya çalışan her abla gibi dana gibi kaçmıştı...fakat en azından annemi yardıma çağırmıştı. annemse oğlunu horoz saldırısından kurtarmaya çalışan her anne gibi horoza taşla saldırarak horozu kaçırttı..
bende ilk çocukluk travmamı yaşamış oldum böylece(börülce) .. daha sonra büyüdüm adam oldum üniversteye gittim şimdi alanyaya tatile geldim falan bissürü şeyler ohooo .. nese alanyadan hepinize sevgiler..

gay,ipne ve oğlancı

anlayamıyorum nasıl oluyor...fakat ekseriyetle itiraf.comun arkadaşlık sitesinde erkeklerden mesaj alıyorum anlayabilmiş değilim..gayet sinir bozucu bişey ben oraya danalar gibi yazmışım aradığım cinsiyet bayan, aramadığim cinsiyet erkek diye ..ama bana inatla mesaj atıp "meraba" tanışalım gibisinden mesajlar geliyor..hayır hiç bi şekilde böyle bişi yapmalarını gerektiren bişi yapmıyorum..işin kötü yanı bugüne bugün daha bi kıza mesaj atmadan cevap gelmemesi..(günün üyesi oluğum gün bile) gay tipide yok bende ama heralde kendi aralarında "şimdi ipne deil ama bu ilerde varya offf baksana yumurta gibi oğlan süleyman abi"falan diyolar... bide bana yazan danalar cemil ipekçi tarzı karizma gayler olsa içim yanmıycak bunlara gay diyemezsin .. bunlara ipne ve oğlancı demek istiyorum ben müsadenizle...yani tipleri görseniz offf yaa gıcık oldum lan ..

25 Ağustos 2006

Tartışma anında karizma kurtarmak

Birkaç gündür bloğunu takip ettiğim Ersan Taşçı'nın 'Bileği bükülmez olmanın altın kuralları' adlı yazısını okudum az önce. İçgörüsü sağlam bir yazı olmuş, keşke bu kadar kısa olmasaymış :)

Eminim herkes hayatında en az 4 kez tartışma esnasında 'hek hük' diye kalmıştır. Benim kalmışlığım vardır. Bir de, artık konuşmaktan yorulduysam veya karşımdakinin hakikaten -o konuda- ancak bir odun kadar esnek olduğunu anladıysam susmayı tercih ederim. Bence en iyisi bu. Ne gerek var gırtlak patlatmaya. Tartışmayı gerçekten bilen/becerebilen, aynı zamnda fikirleri kafasında taşlaşıp yosun bağlamaya başlamamış biriyle tartışmak kadar zevklisi de yoktur tabi.

Böyle dediğime bakmayın. İçten içten karşımdaki odunu ikna edinceye kadar usanmadan tartışabilen biri olmayı istemişimdir hep.

Amaaan, hiç uğraşamam :)

24 Ağustos 2006

En gerçek masal

Kimse bilmez. Pamuk Prenses'i ormana götüren adam, aslında bir Kurtadamdı. Pamuk'u da 'büyük annene nevale götüreceğiz' diye kandırmıştı. Üzerinde kırmızı montu, içinde beyaz gömleğiyle Pamuk Prenses, kötü cadının adamıyla birlikte büyük annesine gidiyordu. Bir koyun kadar saftı.

Eve vardıklarında büyük annesinin yerinde üç küçük domuzcuğu buldular. Onlardan, büyük annesinin iki sene önce evi kiraya verdiğini, kendisinin de Manhattan'da yanan varillerin başında ısınmaya çalışan bir zenciye dönüştüğünü öğrendiler.

Pamuk Prenses ve Kurtadam şatoya geri dönmek üzere orman yolunda yürümeye başladılar. Büyük annenin iyice bunadığı üzerine geçen muhabbete kendilerini kaptırdıkları için ormanda kayboldular. Birkaç saat hiçbir yere varamadan yürüdüler. Çok acıkmışlardı. Tam bu sırada, yerde ekmek kırıntıları buldular. Hepsini hayvan gibi yiyerek o yolu takip ettiler. Sonunda, tamamen şekerden oluşan bir eve vardılar. Tam pencereleri yerken içeriden çocuk çığlıkları gelmeye başladı. Kurtadam hemen içeriye daldı. Çocukları yemek üzere olan pis cadıyı öldürdü. Adlarının Hansel ve Grater olduğunu öğrendikleri çocuklarla yollarına devam ettiler.

Birkaç saat sonra hava kararmaya başladı. İleride boş gibi görünen bir kulübe buldular. Soğuktan korunmak için hemen içeri girdiler. İçeride her şey çocuklar için yapılmıştı sanki. Evcilik oynama evi gibi bir yerdi burası. Hepsinin gözlerinden uyku akıyordu. Hemen yatak odasına geçip yedi minik karyoladan altısına uzandılar. Kurtadam ve Pamuk ancak ikişer karyolayı birleştirerek yatmışlardı.

Sabah oldu. Neşe Erberk yedizleriyle birlikte tatilden dönmüştü. İçeride yabancı birilerinin olduğunu hemen anladı. Yandaki zehirli elma ağacı bahçesinden 8-10 tane elma kopardı. Bir gün böyle bir şey olacağını bildiği için önceden hazırlık yapmıştı. (Medyadan arkadaşları masalın sonunu kendisine söylemişlerdi.) Yatak odasına girip Kurtadam, Pamuk Prenses, Hansel ve Grater’le tanıştı. ‘Açsınızdır siz’ deyip elmaları verdi. Kurtadam biraz kıllandı. ‘Sabah sabah ilk iş elma mı yenir bre doğurgan kadın, önce bir elimizi yüzümüzü yıkayalım’ diye Neşe Erberk’e çıkıştı. Lavaboya gitme bahanesiyle hep beraber kaçtılar.

Biraz daha yürüdüler. Yolun sonundan onlara doğru ‘Anseeel, Krateeeel!’ diye bağırarak, Trakyalı kılığına girmiş Beyaz koşuyordu. Çocuklar şaşırmıştı. Ama onları tanıyan ve seven birine benzediği için Kurtadam, çocukları Beyaz’a vermeyi doğru buldu. Aslında aklında Pamuk’la yalnız kalmak ve onu öldürmek vardı.

Çocuklar gidince Kurtadam, Pamuk Prensesi öldürmek üzere bıçağını çıkarırken cüzdanını yere düşürdü. Hemen oradaki ağacın arkasında sinsi gibi bekleyen Robin Hood, şimşek hızıyla cüzdanı aldığı gibi ‘zenginden aldım, fakire vereceğim’ diye bağırarak uzaklaştı. Kurtadam ‘assktir’ derken Pamuk’la gözleri buluştu. Bu güzelliği, bu koyun gözleri daha önce nasıl olmuştu da fark etmemişti? Artık imkanı yok öldüremezdi onu. Ama bir yolunu bulmalıydı. Hemen aklına bir fikir geldi. Oradan geçmekte olan South Parklı Kenny’i öldürdü ve kanını Pamuk’un gömleğine sürdü.

Pamuk’un üvey annesi -kötü kadın- olanı biteni sihirli aynasından izlemişti. Adamı gelip de salak gibi ‘bak hanımım, öldürdüm kızı’ diyerek gömleği gösterince cinleri tepesine çıktı. Hemen oracıkta Kurtadam'ı kurbağaya çevirerek ormandaki bir bataklığa gönderdi.

Kurtadam, aklına gelen fikrin heyecanıyla Pamuk Prenses’i ormanda unutmuştu. Aylardır ağaç kabuğu yiyen Pamuk, sincaplarla ve kurbağalarla konuşacak kadar kafayı yemişti. Neyse, yine öyle avare avare ormanda dolaşırken bir bataklıkta bizimkine rastladı. Kıllı ve koca burunlu bir kurbağa olduğu için Pamuk’un hemen dikkatini çekti kendisi. Aldı lark diye öptü manyak. O anda bir şeyler oldu, ışıklar falan saçıldı etrafa. Bu kıllı kurbağa birden kıllı bir prense dönüştü. Sonra ikisi ormanda sonsuza dek deli dolu yaşadılar hayatı.

SON

22 Ağustos 2006

Mörfi Kanunları

Bir gün evahalipisi olarak akşam yemeğindeyken Beyza Mörfi Kanunları (ne bileyim nasıl yazılıyor, aa! :P) diye bir şeyden bahsetmeye başladı. Ona da bir arkadaşı anlatmış. Buna göre; eğer gün içinde, normalde hiç bahsetmediğin bir şeyden bahsedersen veya aklına getirirsen, çok yakın bir zamanda o mutlaka karşına çıkarmış. Mesela, balıklarla hiç alakan yok diyelim. Ama o gün nedense aklına lepistes balıklarının yavrularını nasıl hunharca yedikleri aklına gelmiş olsun. Lepistes balıklarıyla ilgili bir şeyi ya o akşam haberlerde, ya da ertesi gün başka bir yerde duyarmışsın.

İlk başta 'aa, hakikaten, geçen oldu bana' falan desem de pek aklıma yatmadı. Bence bu psikolojideki algıda seçicilikten başka bir şey değil. O gün balıklar aklına gelmeseydi ve ertesi gün bir arkadaşın balıklardan bahsetseydi hiç dikkatini çekmeyecekti.

Evde zamanla 'bak yine Mörfi geldi, az önce Mörfi oldum, babam gelirken bana Mörfi aldı' şeklinde işin suyu çıktı tabi. Akabinde başka geyiklere kayarak sattık Mörfi'yi. Sonra bir gün Berna, kendisine gelen bir mailden bahsetti. Başlığı Mörfi Kanunları'ydı. Ama bu daha kapsamlıydı; Beyza'nın bahsettiğini içeren bir sürü maddeden oluşuyordu. Şimdi tam hatırlayamıyorum ama daha çok sürekli başımıza gelen tersliklerle ilgiliydi çoğu. Mesela; cebinde iki anahtar varken doğru olanı her zaman ikinci deneyişte bulmak, aradığın bir şeyin üstüste duran yığınların en altında durması vb. Elbette bunda da bir bit yeniği var. Doğru anahtarın tek seferde elimize geldiği veya aradığımız şeyi pat diye bulduğumuz zamanlar da oluyordur. Ama, sinir bozukluğu yaşatan durumlar malesef hafızada daha sağlam yerlere oturuyorlar.

Şimdi tüm bunların nereden aklıma geldiğini anlatayım. Yaklaşık bir aydır takip ediyorum. İki tane durum çok gözüme batmaya başladı:

1- Haftada ortalama iki kere, işten gelirken markete uğrayıp alışveriş yapıyorum. Haftada en az üç gün ise, geldiğim saatlerde apartman kapısını açık buluyorum. Ama bu iki durum neredeyse hiç çakışmıyor. Her alışverişten sonra kapının önünde, elimdeki ağır poşetleri bırakıp anahtar arıyorum. Hayır, madem her zaman kapalı ol di mi? Hep bu kapı... :)

2- Ne zaman para çekmek için bankamatiğe gitsem, uzun bir kuyruğun sonunda beklemek zorunda kalıyorum. 'Neyse, herhalde yoğun bir saatte geldim' deyip kuzu kuzu bekliyorum güneşin alnında. Ama dikkat ettim, sıra bana yaklaştığı halde hala kuyruğun sonundaki son kişi olduğumu görüyorum. Parayı çekerken ise tek başıma kalıyorum. Yani, on beş dakika sonra gelsem hiç sıra olmayacakmış. Asıl derdim sıra beklemek falan değil aslında. Sıranın başa yakın yerlerinde olmanın ayrı bir havası var bence arkadakilere karşı. Onu hiç yaşayamıyorum :)

3- Üstte yazdığım iki durum dikkatimi çektiği günden beri daha çok başıma gelir oldu. Allala, neden acaba?

16 Ağustos 2006

'Otobüs' de bana maruz kaldı:)

Sayın ev ahalisi. Burası dışında katılımcı olduğum bir bloğum daha oldu! Buranın adı Otobüs. Ulaşmak için bu cümleye tıklıyorsunuz.Otobüste, dolmuşta, metroda vs. geçen olaylar anlatılıyor diyebiliriz özet olarak.

Az önce şu meşhur 'Atilla gaz ver!' maceramı anlattım orada. Buraya yazmayım, siz oraya gidin:) Yok yok, evahalipisini de hiç ihmal etmeyeceğim. Ama yol hikayeleri orada olacak bundan sonra.

Ne kadar yazarsa o kadar daha yazmak istiyor insanın canı. Hastalık mıdır nedir? :P

gozluksuz is yapmak- kulagımı deldirdim canım acıye...

gecenin iki konusunu belirledim kendime..
ilki gozluksuz is yapmak.. ekrana bakmak... sacma sapan seyleri aramak.

yok ya olmuyomus bunu anladım bu hazin gozluksuz gecemde.lens dedigin bir yere kadar.
hatırlarım denizle bir kosu lens almaya gitmistik. sonra o 6 aylık lensi 6 ay bile takmadı..sıkıldı takmaktan sanırım, ya da isinden sıkıldı. usengec oldugu icin kendileri :)
ben yılmadım devam ettim. basarmaya cok yakındım. butun dunyam lens olmustu.
tek konustugum kou vardı o da lenslerim. gozlukten eser yoktu. isimini bile duymamalıydım.

ta ki o elim geceye kadar..
o gece- bu gece...
ekrana bakamaz olmusum, dibine kadar giriyorum.
msn de biri birsey yazsa 'ah iyi ki o turuncfu ısık var gozume giren diyorum'..
eskiden olsa 'kor degiliz herhalde ne yanıp sonuyon' diye kızardım..

Gecenin 2. konusu ise kulagıma 2 delik daha actırmam.
Bu iste para yok ben bunu anladım 2 ytl'ye deldirdim.
gerci biraz uyanıklık yaptım sanırım. yani 4 ytl olmalıydı ama 2 istedi. ben de kedi gibi parayı uzatıp terk-i diyar eyledim.

Kızmıs mıdır?
bilmiyorum..
önemli olan onun isini iyi yapıp, hatırlaması deyip etik olarak kendimi sucluluktan uzaklastırıyorum.

Bu ilk deldirdigin küpeler ne de igrenc oluyormus yaaa..
Ben bebekken denizlerin ust komsusu ayten teyze igneyle delmis benimkini. bir de ip takmıs icine.

bugun küpeci amca dedi ki bu delik pek bi yukardan olmus o yuzden aynı hiza da olamazlar.
o an senelerdir kullandıgım küpe deligimin gercekten de kulagımın kıkırdak bolgesine yakın olduguna kanaat getirdim. Ayten teyze'ye saymadım sövmedim.
Sadece, 'ulen ne isin var da bebegin kulagını delersin,
hem de annesinden habersiz, sanki isin uzmanısın' diye gecirdim..
hak etti ama bu kadarını canım.

Zaten korkuyodum deldirmeye..
Serkan bahceli'de zor ikna etti.
"ben kupe takmayı sevmem ki zaten, kapanır o. ya en iyisi cıkalım burdan" gibi laflar ettim. Ama o yemedi. hatta, hiiic acımayacak hemen gececek, dedi.
Hala zonkluyo kulagım:(
O an dusundum ki piercing'im var ama kulagımı deldirmeye korkuyorum.

Ne sacma bir insanım ben..

Bi de eskiden yazılar yazardım artık yazmaz oldum.
köreldim, nasır oldum...

14 Ağustos 2006

Yeni yorumcularımız

Bugün bloğumuzu açtığımda gördüm ki bir sürü yeni yorum var. Şöyle:

mobilemob said...
Very pretty design! Keep up the good work. Thanks.

mobilemob said...
Greets to the webmaster of this wonderful site. Keep working. Thank you.

blogaccount54 said...
Hi! Just want to say what a nice site. Bye, see you soon.

bestusedcarrs said...
Nice idea with this site its better than most of the rubbish I come across.

falco348 said...
I say briefly: Best! Useful information. Good job guys.

newloghere said...
Looks nice! Awesome content. Good job guys.

steelboy28 said...
Very pretty site! Keep working. thnx!

Hepsinin altında da >> şeklinde bir link var. Ne olduğu belli yani.
Ama yorumlarını bu şekilde yazmaları çok komiğime gitti. Sitemiz süpermiş, gördüğü bir sürü siteden daha çok iyiymiş, yararlı bilgiler içeriyormuş! Hmm, çok yararlı bilgiler...Bu blog için bunu duymayı hiç beklemezdim. Hele ki Türkçe'yi bilmeyen birinden! Sırf kendi sitesine ulaşılsın diye oraya buraya saçma sapan yorumlar yapanları biliyorum. Ama bunların hepsi birden bir günde yazılmış. Her şeyin bir hek'i var :)

Bundan sonra 'word verification' denen özelliği açıyorum yorumlar için. Hiç sevmiyorum, hiçbir zaman ilk defasında doğru yazmışlığım da yoktur. Ama gerekiyormuş demek ki. Bakalım bir işe yarayacak mı?

(Şimdi birkaçının sitesine daha baktım. Hepsi cinsel içerikli değilmiş. Ama ne oldukları da belli değil. Neyse, kapatıyorum bu konuyu burada, en iyisi bu :))

8 Ağustos 2006

Ben çevirdim oldu!

Evet, artık anlatma vakti geldi. Korkuyorum ama anlatacağım.
Hikayemizin adı 'Deniz Festivalde' :)

Bu sene Mart ayında yaklaşık bir aylık boş zamanım vardı. O kadar boştu ki zamanım, bir şeyler yapayım dedim. Gelen bir maille, Ankara'da bir film festivaline gönüllü çalışan aradıklarını öğrendim. Berna'ya sordum; aynı şeyi mi düşünüyorduk? Evet. Biraz çalıştıktan sonra festival filmlerini bedavaya izlemek! Eh, gittik başvurduk hemen.

Festivali düzenleyen vakfın düzeni pek yerinde değildi. Gönüllü çalışmak için gelmiş bir sürü insan, bir odada toplanmış boş boş oturuyordu. Biz de oturduk. Meğer afişlerin gelmesini bekliyormuşuz. Afişler gelince gruplar ve gidecekleri yerler ayarlandı. Berna ve ben Kızılay - Necatibey yöresine elimizdeki onlarca afişi dağıtmak üzere yola koyulduk. İki gün boyunca dışarılara ve gözümüze kesitirdiğimiz kafelere falan afiş yapıştırdık, arada broşür de dağıttık.

Neyse, festival günü sonunda geldi çattı. Sabahtan gittim (Berna yoktu o gün), sinemanın girişinde kurulan standa oturdum. İzleyiciler, saati-günü değişen veya kaldırılan filmler için gelip gelip bize çatıyorlardı. Ben de kalktım hemen. İlk seans saati geldi. Ben, bana gösterilen salona girmeden önce içeride ne yapmam gerektiğini sordum. 'Gir izle işte, yapacak başka bir şey yok' dediler. Ben de girdim salona, seyircilerin arasına oturdum bir güzel. Işıklar söndü, film başladı. İlk on beş dakika neredeyse hiç diyalog yoktu. Sonra adamlar konuşmaya başladı. Almanca ve altyazı yok! Yarım saat daha geçti. Ben bu süreyi Almanca'yı ne kadar anlayabildiğimi test ederek geçirdiğim için gidip görevlilere altyazının olmadığını haber vermeyi unuttum. Seyircilerden de hiç ses seda yok. Sonunda ışıklar yandı, film durduruldu. Festival görevlilerinden biri içeri girip;
'Sayın izleyicilerimiz, filmin altyazısının eklenmemiş olduğunu gönüllü görevlimiz (sağolsun) bize haber vermedi. Özür dileriz. Film yarım saat sonra tekrar başlayacak'
dedi. Arkamda oturanların konuşmalarından anladığım kadarıyla kimse Almanca falan bilmiyormuş ve - aynen benim düşündüğüm gibi - neyse, böyle demek ki deyip seslerini çıkarmamışlar.

Beni apar topar salondan çıkardılar. Ufaktan bir azar işittim. Öncelikle, salonun ortasına değil, kapıya yakın bir yere oturmam gerektiğini öğrendim. Azar bitince gittim standa oturdum tekrar. İleride başka bir masada oturan festival çalışanları mütemadiyen bana 'ya salak ya da festivali bozmak için gönderilmiş bir ajan, ama bence salak' bakışları atıyorlardı. On dakika süren eziyetten sonra bir tanesi gelip bilet zımbalama işi için vakıftan beni çağırdıklarını söyledi. Evet, ceza. Sonunda oradan kalmak için bir bahane bulmuştum, tabi ki koşa koşa gittim vakfa.

Öğleden sonrasının dördüne kadar festival biletlerini konser biletlerine zımbalamak suretiyle kolumu ağrıttım. İşim bitti. Tam çıkıyordum ki arka odalardan bir kız telaşla koşarak yanıma geldi:

- 'İngilizce biliyor musun?'
- 'Evet'
- 'Ya, bir çeviri işi var da, yardımcı olur musun?'
- 'Tabi'


Evet, çeviri işi. Peki bu telaş niye? Çünkü, 6 seansında gösterilecek filmin Türkçe altyazısı olmadığını fark etmişler! En geç iki saat içinde bütün altyazıyı Tükçe'ye çevirmemiz gerekiyor. Beni bir bilgisayarın başına oturttular alelacele. Film çok uzun ve bol diyaloglu olduğu için altyazıyı dört parçaya bölmüşler. Aynı odadaki başka bir bilgisayarın başındaki kız üçüncü, bense dördüncü parçayı çevireceğiz. İlk iki parçayı başka bir yerdeki başka insanlar çeviriyorlarmış. Daha önce bu filmi izlememiş ve altyazı çevirisi yapmamış dört ayrı kişi, izlemedikleri filmin dörtte bir parçalarını word dökümanında çeviriyolar! Sonuç az aşağıda...

Divx için internetten altyazı indirdiğinizde görmüşsünüzdür mutlaka. Alt alta yazılmış bir sürü konuşma. Arada sahne geçişleri veya kimin konuştuğuyla ilgili hiçbir işaret yok. Yani benim için diyaloglar şöyle devam ediyor:

- 'Bundan sonra hastalığının iyileşmesi için insan eti yemen gerekiyor'
- 'Tamam. Peki dişi cin ilacını nereden bulabiliriz?'
- 'Hey dostum, neber? Arabayı ver de benim manitayı dolaştırayım biraz'
- 'O siyahi çocukla görüşmemeni söylemiştim sana daha önce'
...(Filmin son bölümünü çevirdiğimi de hatırlatayım tekrar. Yani, ne olduğunu ve nasıl düğümlendiğini bilmediğim olaylar burada çözülüyor.)

Hayır, film de nasıl bir filmse artık. Hiçbir şekilde gözümde canlandıramadım. Vampir bir kız var. Bir çocuktan hamile kalmış. Ama aynı zamanda kanser ve hastalığının iyileşmesi için insan eti yemesi gerekiyor. Kızın bir de ablası var, bir tane doktor var galiba. Dişi cinler ve bir de zenci çocuk var. Bu kadar :)

Çok uzatmayayım. Odadaki kızla gülmekten yarılarak, bir şekilde bitirdik çeviriyi. Benim de onun da yanlış olduğunu düşündüğümüz ama vakitsizlikten bir şey yapamadığımız bir sürü cümle var elbette. Ben, her şeye rağmen cezamı çektiğim için mutluyum. Ayrıca bir de yaptığım çevirinin pek de fena olmadığını düşünüyorum. Gaflet ve delalet içindeyim yani!

Ertesi gün sabahtan gittim sinemaya. hemen dün beni hafiften azarlayan çocuğu buldum.:

Ben: "Bak. Dün bir hata yaptım ama cezamı da çektim. Dünkü filmlerden birinin altyazının bir kısmını ben çevirdim Türkçe'ye."
O: "Sen mi çevirdin? Peki, 'BENİM BİR İMAJIM VAR'ı sen mi çevirdin?" (Çevirirken aklıma takılan cümlelerden ilki oluyor kendisi)
Ben: “Evet, orasını ben çevirdim.”

Cümlenin orjinali “i have an image”. Ama diyalogları az yukarıda yazdığım gibi gördüğüm için tam olarak ne demek istendiği anlamamıştım çevirirken. En uygunu herhalde ‘benim bir imajım var’dır diye düşünmüştüm. Değilmiş.

Filmin o sahnesinde, hamile ve kanser olan vampir kız doktora gidiyormuş. Doktor, kızın karnına ultrasonla bakarken ‘i have an image’ diyormuş. Yani, ‘burada gördüğüm kadarıyla…’ gibi bir şey!!!

Sonradan öğrendiğime göre, çevirinin geri kalan kısmının da pek aşağı kalır yanı yokmuş. Seyirciler küfrederek çıkmışlar salondan. Ama en çok akıllarda kalan cümle benimki olmuş, ehe :)

31 Temmuz 2006

Yann Tiersen geliyor!

Aşağıdaki yazı buradan:
‘Amelie’ ve ‘Elveda Lenin’ film müziklerinin bestecisi Yann Tiersen, Parkorman'a konuk oluyor.
Etkinlik 2 ağustos çarşamba günü saat 21.00'de gerçekleşecek.

Fransa’nın en büyük müzik dehaları arasında gösterilen Yann Tiersen, ilk albümü ‘La Valse Des Monstres’ı 1995 yılında yayınladı.
‘Rue Des Cascades’ (1996), ‘Le Phare’ (1998), ‘Tout Est Calme’ (1999) ve ‘L’absente’ın (2001) ardından ‘Le Fabuleux Destin d’Amelie Poulain’ geldi.
‘Amelie’, 2002 yılında Yann Tiersen’e ‘En İyi Film Müziği’ dalında César ödülünü kazandırdı. Aynı yıl Dünya Film Müzikleri Ödülleri’nde (WSA) Yann Tiersen ‘Yılın En İyi Orjinal Film Müziği’ ödülünü de aldı.

Dünyanın dört bir yanında verdiği konserlerin ardından Yann Tiersen, 2004 yılında ‘Goodbye Lenin’ (Elveda Lenin) filminin müziklerine imza attı. Yann, bu defa da Alman Film Ödülleri’nde onurlandırıldı.
Tiersen, son albümü olan ‘Les Retrouvailles’ı yarattı. Özellikle Jane Birkin’in seslendirdiği ‘Plus d’Hiver’ ve Tindersticks’ten Stuart Staples imzalı ‘A Secret Place’, bu albümü Yann Tiersen’in olgunluk eseri haline getiren çalışmaların başında yer alıyor.


Kendi resmi sitesine de bir göz atmakta fayda var. Ama radiohead tarzı bir site beklemeyin, hayal kırıklığına uğrarsınız.

Yann Tiersen'in yaptığı müzik, her sabah bir doz alınmalı ki gün iyi geçsin. "Pembe renkli kırılgan müzik" derdim isim koymam gerekseydi. Benim bu konsere gidemeyeceğim belli oldu. İnsanın yüreğini hoplatan şeyler çok az bulunur, değerlidir. Gidenlere selam olsun. NTV'ye de selam olsun, yayınlasınlar konseri, imza kampanyası başlatalım :)


Bu arada, Amelie filmi yüzünden Berfu ve ben sapıklarla mücadele etmek zorunda kalmıştık zamanında. Anlatalım:

Yıl 2002. Kıştı galiba. Ben birinci sınıftayım, Berfu yurtta kalıyor, haftasonları bize geliyordu. Amelie yeni gelmişti. Bir cuma aşamı Kızılırmak sinemasında gittik filme. Çıktığımızda hava kararmıştı ama farkında bile değiliz. İkimiz de öyle etkilenmişiz ki filmden, Meşrutiyet Caddesi dünyanın en güvenli, en güzel caddesiymişcesine yürüyoruz. Pembe pembe :) Arkamızdan gelen adamın bizi takip ettiğini ancak caddenin bitiminde anladık. Ama şöyle düşünecek kadar uçmuşuz:

Ben: 'Berfu bak. Adam da filmeden çıkmış galiba. Ne kadar mutlu değil mi? Ah Tanrım, hayat ne kadar güzel ehe ehe ehe'
Berfu: 'Ah evet evet. Kesin o da Amelie'yi izlemiş. Hoppidi hoppidi'

Adamın bizi takip ettiğini ancak, metroda ankesörlü telefonda Berfu konuşurken, onun da bizi arkamızda beklediğini görünce farkettik. Bundan sonra pembe rengimiz adrenalin kırmızısına dönüştü. Adamdan bir şekilde kurtulduk. Eve döndüğümüzde ise hala koşuyor gibiydik. Filmi yorumlamayı ertesi günün kahvaltısına bırakmak zorunda kaldık.

Bu pis adam bizim uçmuşluğumuzu görüp, hayatın gerçeklerini anlatmak üzere peşimize takılmış bir hayırsever miydi bilemem. Ama onun yüzünden güzelim filmi senelerdir hep bu sonla hatırlıyorum. Pis kişi. Cık cık cık.

Konsere gideceklere: Konserin üstüne Amelie'yi de göstereceklermiş. Aman diyim, çıkışta kendinize dikkat edin. :)

28 Temmuz 2006

Üç vakte kadar beş!



Arçelik'in Türk Kahvesi makinesi. Gerçekten çok güzel, çok yararlı, çok lezzetli bir şey. 2005te uluslararası (dört sene uluslararsı ilişkilerde okudum, hala bir kerede yazamıyorum şu sözcüğü) bir tasarım ödülü almış. Önünden geçerken bile, Urfa'dan alınmış bakır bir cezve görmüş kadar Türk kahvesi istiyor canın. Tek kişilik sade bir kahve mi istiyorsun? Koyuyorsun bir kaşık kahve, basıyorsun düğmeye...tam kıvamında! Suya bile gerek yok. (Önceden içine su koymuş olman gerekiyor tabi, o kadar değil.) Reklamcılar Derneği'ndeki stajda, Kristal Elma jürisi sırasında tecrübe ettim, bir daha da göremedim. Parası olan Türk kahvesi severlere duyurulur. Nes kahvesi değil, Türk kahvesi :)

Barış enişteyle konu üzerine bir diyalog:
(Benim makineyi, nedense, kendim yapmış kadar sahiplendiğimi belirteyim önce.)

Barış: Yok, ben sevmem öyle. Bakır cezvenin tadını vermez.
Ben: Yok Barış, valla çok güzel. 10 yıl uğraşmış adamlar. Dünyada ilk defa Türkler yapmış hem, yok başka.
Barış: E yani Deniz. Türk kahvesi bu, öyle olması gerekmez miydi zaten?
Ben: Hmm...Olsun, çok güzel.

Barış konuşsun. Evlendiklerinde hala parasız olmazsam hediyem Telve olacaktır, o kadar :)

Ha, kahve falına gelecek mi konu buradan? Gelebilir. İki sene önce çok iyi fal baktığı söylenen bir kadına 15'er milyon bayılmıştık Beyza'yla. Peki benim falımda ne mi çıkmıştı?

"O harfi var. K harfi var. Bir de U var. Görüyorum, görüyorum...Ğ görüyorum."
(Harfleri rastgele yazdığım halde ilk emir çıkmış içinden. Ğ ise nevi şahsına münhasır bir harf olduğundan her absürd duruma bilinçaltından eklenir mutlaka.)

Galiba Beyza'ya daha doğru düzgün şeyler söylemiş. Tutmasa da en azından alfabeyi sayıp göndermemiş bana yaptığı gibi. Bakana olduğu kadar baktırana da bağlı derler ya fal için. Üçüncü göz açtırmadıktan sonra benim bir daha ciddi ciddi fal baktırmamam gerek. Ama eğlenceli tabi, ben çok güzel uydururum mesela:

"Fındık tarlanı filler basacak. Bostancı ordusu hortumlarından süt sağacak."
Alfabeden iyidir yine de :)

27 Temmuz 2006

It's a big ad, and this is the smaller one!

Gerçekten çok "büyük" bir reklam. Ve onun "küçük" olanı. Belki biraz eski ama Berfu dün anlattı, ben bugün buraya koydum. İkisi de hemen aşağıda:)

Big Ad


Small Ad


Çok ses getiren reklamların arkasından, onların parodisi şeklinde, göndermeli reklamlar her zaman yapılıyordu. Ama sadece birkaç tanesi bu kadar eğlenceli olabiliyor.
Aklımda kalan Levi's reklamları var bir de. Biri kız diğeri oğlan iki genç insan, altlarında Levi's pantalonları, duvarları delerek geçiyor, sonunda da koşarak ağaca tırmanıyorlardı. Hatırladınız mı? Hah, işte bu reklamın daha sonra bir sürü "küçük"ü çekilmiş. Bir tanesinde, iki tane şişmanca, yaşlı teyze, diğer reklamda olduğu gibi, duvarları delerek koşuyorlar. (Arada önlerine sehpa falan çıkıyor, nazikçe kenara çekiyorlar :)). En son bir bahçeye çıkıyorlar. Tam ağaca tırmanacaklar zannederken, ikisi de bir bankın önünde durup, dizlerine ellerine koyup soluklanmaya başlıyorlar. Sonra da bir şişe gazoz çıkarıp içiyorlar. Bilmemne gazozları! Levi's reklamlarının altını çizdiği kesin. Ama eğlenceli değil mi?

25 Temmuz 2006

Can Sıkıntısı ve fanzinler



"Can sıkıntısı"nı arattım muhtar google'a. Can sıkıntısından. 'Can Sıkıntısı' adında bir fanzin çıktı karşıma. Fanzin deyince bir dururum zaten. Durdum yine. Sizinle paylaşıyorum şu anda hatta.

Okulun ilk yılları bıkıp usanmadan bulduğum her fanzini alırdım. Herhangi bir dergiden daha çok heyecan verirdi bana. Bir kere bilmiyorsun ki içinden ne çıkacak? Ama bence asıl çekici kısmı, bir grup insanın bir araya gelip, belki de başka bir yerde yayınlayamayacakları her şeyi, istedikleri gibi yazıp çizmeleri. Kuralları kendin koyuyorsun, çerçeveni kendin çiziyorsun, dergini kendin yaratıyorsun, daha ne olsun?! Bir de şöyle bir düşüncem var: Yolda yürürken yanından geçen herhangi bi insan, senin her ay yazılarını beğenip de çalıştığı dergiyi satın aldığın bir adamdan çok daha iyi yazıyor olabilir. Sana çok daha tanıdık şeyler yaşamış ve bunları, mesela, çizerek çok güzel ifade ediyor olabilir. Ortaya çıkmamış bir sürü güzel şiiri vardır belki, vs. Böyle bir sürü kişi tanıdım, tembellikten, yoğunluktan veya özgüvensizlikten yaptıklarını kimseyle paylaşmayan. Tembellik aşamasını atlatıp da fanzin çıkaranları kaçırmamak gerek.

Sorun: Bana mı öyle geliyor yoksa artık her çıkan fanzin birbirine mi benzemeye beşladı? Uzun zamandır fanzin takibini bırakmamın nedenini kendime sorunca 'yeni bir şey yok Denizcim, boşver' cevabını aldım. Evahalipisi'ne ve Berna'ya not: Artık kaç senedir kafamızda şekillene şekillene hal olan fanzini hayata geçirmenin zamanı geldi.

Üçüncü sınıftayken Hacettepe Rock Topluluğu olarak Yangın diye bir fanzin çıkarmıştık. Hediyesi bile vardı. Topluluktan bir arkadaşın demo cdsini çoğaltıp dağıtmıştık. Ne kadardı? Hah, 500 bin lira! Nasıl da eğlenmiştik yaparken.

Bu arada, söylemeden geçemeyeceğim. Kızılay'daki Bilim ve Sanat Kitabevi kadar sevdiğim kitapçı yok. Mutlaka para kazanıyorlar. Ama çalışanları ve ortamıyla sanki sadece 'kitap aşkına' kitabevi açmış gibiler. Şöyle de bir efsane var: Bir üniversite öğrencisi uzun zamandır aradığı kitabı Bilim ve Sanat'ta buluyor. Ama beş parası yok. Şansını denemeye karar verip kasadaki elemana durumu açıklıyor ve 'param olunca getiririm' demesine kalmadan eleman 'ne demek? Al git, okuyunca kitabı veya paran olunca parasını getirirsin' diyor. Ben seviyorum Bilim ve Sanat'ı. Adı bile yeter:)
Nereden aklıma geldi? Çünkü Ankara'daki en iyi fanzin satıcısıdır aynı zamanda. Gider bırakırsın istediğin kadar fanzini, kapının sağındaki görünür raflarına koyarlar hemen.

Altı Kırkbeş Yayınlarını da geçmeyelim. Her yayınladıkları kitapta fanzin dostluklarını ilan ediyorlar. Kitapları da Altı Kıkbeş ismini gördükten sonra gözü kapalı alınabilir kıvama gelecek yakında. İstanbul'da bir kitapçıları varmış ama ben bulamadım.

24 Temmuz 2006

Hemen kız arkadaş edin evladım!

Axe Coinman


Ben bu işlere bayıldım! Aradaki bağlantı ne kadar basit ve çarpıcı değil mi?

Ama hakkını verelim, bardağa bozuk para atma işinde gerçekten uzman olmuşlar. Tabi bu da kız arkadaşa ne kadar çok ihtiyaçları olduğunu gösteriyor.

Aklımdaki soru şu: Bir kız arkadaş, bütün bunlardan daha mı eğlenceli olacak? :)

Aşağıda da basın ilanları var. İyi seyirler efendim.



Yap diyorsun da..?




Bu sitede bunun reklam olmadığı (tabi ki!), Shard Haksar adında bir fotoğrafçının işleri olduğu yazılmış.

Temelde hak veriyorum. Just do it! diyor ama neyi? ehe ehe

22 Temmuz 2006

Gezi Yazıları - (Abla) Pınar California'da :)

(Doğrudan ablamın California gezisini anlattığı maili yayınlıyorum. Tabi Türkçe karakter meselesini çözerek.)

California çok güzel geçti, harika bir yer hakikaten. Her yerde palmiye ağaçları var(doğal olarak :)). Plajın genişliği 500 metre falan (çok kocaman), bütün Batı sahili boyunca uzanıyor. Her yer plaj. Bizim kaldığımız Santa Monica'nın plajına bitişik 22 mil uzunluğunda bisiklet yolu vardı. Millet çeşit çeşit bisikletlerle dolaşıyor: çok alçak, bacakların yorulursa kollarınla çevirebileceğin bisikletler, arka tekerleği kocaman o antika bisikletlere benzeyenler var. Bir de bebeğini (ya da köpeğini)koyup çekebileceğin, bisiklet için küçük arabalar... Köpeklerin ayakları yanıyormuş, o kadar tatlılar ki bisikletin arkasında, küçük bir arabada etrafa baka baka geziyorlar:) Bisikletin tepesinde olmayanlar patenle dolaşıyorlar.

Santa Monica Los Angeles'in bir parçası aslında, ama turistik bir yer. O yüzden hafta sonu falan baya kalabalık oldu. Venice Beach diye ünlü bir plajı var. Çok güzel, bizim sahil memleketlerine benziyor. Yol kenarlarında herkes bir şeyler satıyor. Hepsi de artist adamların. Genelde kendi yaptıkları yağlıboya resimleri, çektikleri fotoğrafları falan satıyorlar. Çok acayip bir yer ya, resmen artist kaynıyor. Hollywood'a yakın olduğu için herhalde. A bir de dans gösterileri... Yolun kenarında break dance grupları, rap grupları, patenle dans gösterisi yapanlar… Her yüz metrede bir gösteri vardı neredeyse.

Joseph gün boyunca workshop'taydı. Ben de yürüyerek gidilebilecek mesafelerde kendi kendime dolaştım. Plaja falan gittim. Buraya göre acayip pahalı valla. Götürdüğüm para çok diye düşünüyordum, ucu ucuna yetti. Asıl son gün Joseph'in boş günüydü, o gün baya gezdik ama fotoğraf makinemi yanıma almayı unutmuşum :( Yine de baya fotoğraf çektim.

Nasıl çalışıyor orda insanlar bilmiyorum valla! Ben orada yaşasam içeri hiç girmem :) Yazın 35 derece, kışın 30 dereceymiş hava. Ne çok sıcak ne de çok soğuk (buranın -Syracuse- tam tersi, uçaktan bir indik 48 derece, kışın da -48 derece :)) Joseph söyledi, millet işe sörf tahtasıyla geliyormuş, işten çıkınca gidip sörf yapıyorlarmış!

İnsanlar buradan (Syracuse) biraz daha farklı. Her taraf Meksikalı, İngilizce’den çok İspanyolca duyuyorsun. Çok seviyorum Meksikalıları valla, kıvır kıvır saçları, gözler ışıl ışıl. Bir de ne dediklerini anlasam. Bir tek ‘sinyorita'yı biliyorum, o zaman benden bahsediyorlar demek oluyor :) Televizyonda çocuklar için eğitici çizgi filmler var, karakterler her şeyi bir İngilizce bir de İspanyolca söylüyor, çok acayip. İngilizce mi öğretiyorlar, İspanyolca mı çıkaramadım :)


Buradaki ikinci fotoğrafa Deniz Yönetimi el koydu. Açıklama için bknz: yazının devamı






Sana bir kaç fotoğraf gönderiyorum fıstık.
İlki Santa Monica Pier. Küçük bir lunapark koymuşlar üstüne. Sırf manzarayı görebilmek için dönme dolaba bindik ama akıllı ben fotoğraf makinemi unuttuğum için o güzelim manzaraları çekemedim.

İkinci manzara yine plajın oralarda. (Sadece 5 fotoğraf koyabildiğim için bu yok. Ama nasıl güzel bir manzara, of of. Ay siz göremiyordunuz di mi? ehe ehe. Deniz). Üçüncüsü Venice Beach'te akşamüzeri şarabımızı yudumlarken. Biz bu fotoğrafı çektikten iki dakika sonra kaldırımdan geçen evsiz bir amca yanımızda durdu, bizimle konuşmaya başladı. Amcamın üstü başı dökülüyor, omzunda pırıl pırıl bir Amerikan bayrağı, artık kim verdiyse. Bize gülümsüyor. “Ne kadar güzel bir gün değil mi, siz çok mutlusunuz değil mi?” diyor. Fotoğrafını çekmek istedim ama sormaya yüzüm olmadı, adam 'ben maymun muyum?' derse diye tırstım biraz :)

Son üç fotoğrafın da hikayesini anlatayım : Forrest Gump filmini hatırlıyor musun? Forrest Gump, askerde Bubba ile karşılaşır. Bubba da biraz yarım akıllıdır, aklı karidesten başka bir şeye çalışmaz. Günlerce Forrest'a karidesle neler yapılabileceğini anlatır. Forrest günlerce sıkılmadan dinler. Dur yazmışken diyalogu da yazayım:

"Anyway, like I was sayin', shrimp is the fruit of the sea. You can barbecue it, boil it, broil it, bake it, saute it. Dey's uh, shrimp-kabobs, shrimp creole, shrimp gumbo. Pan fried, deep fried, stir-fried. There's pineapple shrimp, lemon shrimp, coconut shrimp, pepper shrimp, shrimp soup, shrimp stew, shrimp salad, shrimp and potatoes, shrimp burger, shrimp sandwich. That- that's about it."

Forrest en yakın arkadaşı Bubba'yı savaşta kaybedince karides avlamak için denize açılmaya karar verir. Bubba bunu çok severdi, diye düşünür. Şimdi tam hatırlayamadığım tesadüfi sebepten dolayı (bütün film boyunca olduğu gibi) çok başarılı olur ve "Bubba Gump Shrimp, Co." şirketini kurar. Buraya kadar hikaye tabi ama bu şirket gerçekte varmış! Santa Monica Pier'da da bir restoranları var. Bu fotoğrafları da orda çektik. Masaların üzerine "Run Forrest Run" yazdığı surece yemeğe devam ediyorsun, "Stop Forrest Stop"ı çevirdiğin zaman hemen garson geliyor.

Bu anlattıklarım sadece otelin çevresindeki, üç kilometre çapındaki bölgede gerçekleşti :) Bu memlekette fiyatlar tavanı delip geçtiği için ne araba kiralamak, ne de taksi tutmak mümkün olmadı. Adamlara yüz dolar falan çerez parası valla. California'nın yüzölçümü Almanya'dan büyükmüş. Benim bu üç kilometre çapında dolaştığım yerler bütün eyaleti nasıl temsil etti bilemiyorum :) En azından bir dahaki sefere gezecek çok yer kaldı diyerek bindim uçağa. Geri gitmek için şimdi çok sebebim var değil mi :)

İstersen bloğa koyabilirsin tabi ki :) Bu son yazdıklarımı da ekle. Bir de hiç düşünmeden tangır tıngır yazdığım için kötü Türkçe, saçmalama mevcut olabilir, onları da düzeltirsin değil mi :)

Opucuk! (Bunu düzeltmeyeceğim işte :P deniz)

Pınar

21 Temmuz 2006

Lynx olmadan asla!



Bu reklam Türkiye'de yayınlandı mı bilmiyorum ama bana onlarca defa izlemişim gibi geliyor. Bıkmadan izlerim o ayrı konu. Ama benim inatçı hafızam bunu her zaman Axe reklamı olarak hatırlamaya devam edecek gibi görünüyor. Sebepleri; (i) Axe ismini Lynx'ten daha iyi bilmem, (ii) reklamın kendisinin markanın önüne geçmesi veya
(iii) bizzat benim eblekliğim olarak sıralanabilir.

Bu arada, Axe dedim aklıma geldi. Yıllar önce internette dolaşırken görüp çok beğendiğim basın ilanları vardı Axe'ın. Girinti ve çıkıntı üzerinden çok tatlı reklamlar yapmışlar. İlkinde, ortada duran kurşun kalemin etrafını saran kalemtraşlar vardı. İkincisinde ise ortada duran fişin etrafına bir sürü priz toplanmış. Diğerlerini hatırlamıyorum. Ha, ne Axe'ın ne de Lynx'in ajanslarını bilmiyorum, o da benim ayıbım olsun. (Tamam tamam, araştıracağım şimdi).

Sen onu bırak da: Benim bu reklamı buraya koymamın nedeninin, filmdeki esas oğlanı istediğim zaman görebilme isteği olduğunu söyleyen bir takım söylentiler dolaşıyor ortalıkta. İnanmayın. Veya siz bilirsiniz :)

19 Temmuz 2006

Bırak içinde kalsın!

Size de olur mu?
Çok pis yetenekli hissedersiniz bazen kendinizi. Öyle ki, elinize bagetleri alır almaz davul solo atar, elalemin hayatını değiştirecek kitabı bir gecede yazarsınız.
Açıkçası bana çok oluyor bu. (Yiğit'e de oluyor. Günlerce 'yahu, davulun başına oturur oturmaz kesin süper çalacağım' dedi. Oturur oturmaz da kalktı :P)

Nereden mi aklıma geldi şimdi durup duruken? Ajansımıza staj için gelen çocuk bana kara aklem çizimlerini gösterdi. Çok güzel. Çizimlere bakarken içimden ne demiş olabilirim? Tabi ki 'Ben de yapabilirim aslında. Çalışmıyorum, üzerinde durmuyorum da ondan'.

Aradan bir süre geçti. Bu sürede benim iç ses 'evet evet, tabi tabi' falan deyip duruyor. İyice gaza geldikten (getirildikten) sonra aldım kurşun kalemi elime. Bir kelebek çizdim (nedense). Amanın! Kelebek haricinde uçaktan kitaba kadar her şeye benziyor! Daha önce hiç bir kelebeğe şöyle ayrıntılı olarak bakmamışım. Şimdi goole'dan fotoğraflarına falan bakıyorum biraz. (Bak bak, yine! Neden çizememişim? Çünkü kelebeklere ayrıntılı bakmamamışım. Evet evet, tabi tabi :P)

Bazen içinde kalması daha iyi oluyor gerçekten. En azından yapabileceğini 'zannediyorsun' :)