30 Haziran 2008

Haleyluyyah

Hadi bugün de müziksel manyaklıklarımı itiraf günü olsun:


Lucky Number 1: Ne zaman başladığını bilmediğim, kimseye de ayrıntılarını anlatmadığım bir huyum var. Yolda yürüken, önümde ve arkamda -yani yakınlarımda- kimse yoksa, bağıra bağıra şarkı söylüyorum! Şehrin ortasında şarkı söylemek halihazırda zevkli bir şeyken, bunu bir de oyun haline getirip iki zevk bir arada yapıyorum. Oyun, diğer insanların beni duymaması üzerine. Diyelim, şarkıyı söylerken karşıdan biri göründü. Ne kadar yakınına kadar beni duymamasını sağlayabilirim? Ayrıca, karşıdaki insanın gözü de var. Dudaklarına da hakim olacaksın. Ama sesi kısmak yok. Öyle böyle değil, servisle ev arasındaki yolun nasıl geçtiğini anlamıyorum bu sayede. Ayrıca, bana yaklaşan o insanlar çok havalı, burnu kalkık tiplerse "siz hiçbir şeyin farkında değilsiniz ki denyolar, ne havası bu" diyebiliyorum rahatlıkla. Arada değiştir, bir kelime tut ve ondan bir şarkı bul gibi oyunlar da yapıyorum. Çeşit çeşit.

Rocky Number 2: Eve gelirken yolumu uzatmak pahasına mutlaka konservatuvarın önünden geçiyorum. Eve yakın bir yerde konsevatuvar bulunması benim için zaten muhteşem bir şeyken (gerçi zamanla kanıksıyor kişioğlu) akşamın yedisinde, çello senin obua benim, enstrümanlar dinlemek iyice muhteşem oluyor. Her gün çalmıyorlar malesef, bu yüzden güzel sesler duyduğum an okulun duvarına biraz oturup dinliyorum. Arabalar gelsin geçsin n'apayım, allala? Belki birini bekliyorum? Size ne be?

Mickey Number 3: İngilizce'de "ilaçlı içki" anlamına da gelen (yarım saniye önce öğrendim) Mickey adını bu itirafa kasıtlı koydum. Zira içkiyi biraz kaçırınca müzik hakkında atıp tutmak gibi bir huyum var. Hele bir de konunun gidişatı gereği müzik ve marka kavramları yanyana gelir de oradan müziğin dağıtımına kadar muhabbet uzarsa; o anda burada bahsettiğim inat, dışarıdan da görünmeye başlıyor. Ben doğruyum arkadaş, evet herkes yanlış. Ben başbakan olsam var ya, direk cumhurbaşkanı olurdum.

Hadi yeter, ben miyim milletin enayisi kimse sormadan itiraf filan?
(Daha anlatacak çok şey var sayın Peder Efendi, öyle dediğime bakma. Dur ben bir minder getireyim.)

Yazılarıyla beni neşe içinde bırakıp, yukarıda bir örneğini gördüğünüz "deli üslubunda yazı sanatı"na döndüren Ben Yaptım'ın kişisi Good Girl'e buradan selamlar, sevgiler.

26 Haziran 2008

Giz

Annem ve babam, Ankara'ya beraber geldiklerinde, ben odamı babama veriyorum. Zira, oturma odası mutfakla birleşik ve diğer odalara çok yakın. Ayrıca babamın tek hayatı televizyon haline geldi uzun süredir. Kabloluya ek yapıp (aman kimse duymasın) eski küçük televizyonu odama koydum. Böylece babam, rahatça hareket edip (spor- milli takım için namaz) aynı anda televizyon izleyebileceği aydınlık bir odaya kavuşuyor. Biz de evin geri kalanını rahatça kullanabiliyoruz böylece. Evde Baba'nın olması, sadece Anne'nin olmasından ayrı bir sorumluluk getiriyor çünkü. Rahatça sigara içebilme, muhabbet edebilme özgürlüğü, 'babam hariç' ailemize güzel oluyor.

Bu durumda ben nerede uyuyorum /kalıyorum? Arkada, apartman boşluğuna bakan odada annemle birlikteyim. Orası, annemle benim odam oluyor. Onlar, yirmi gün kadar uzun bir süre Ankara'da kalmaya karar verince, elbette bendeniz "odasını çok seven"e bir fenalık geliyor. Ama aslında, akıl hocam annemle aynı odada kalıp yastık muhabbetti etmek çok güzel.

Ben, bu anne-beraber geceler boyunca, defterime yazmaya devam ediyorum. Uyumadan önceki birkaç on dakikayı defterime ayırıyorum. Sabah ise, yatağımı düzeltirken, defterimi de pijamalarımla birlikte yastığım yanına yerleştiriyorum. Üzerine yorganı örterek. Sanki, tüm ergenlik (ortaokul-lise) dönemim boyunca, çalışma masamın üzerine rahatça bırakıp, akşam eve döndüğümde hiç dokunulmamış olarak bulduğum -bazı işaretler bırakıp sınadığım ve yine hiç dokunulmamış olarak bulduğum- defter benimki değilmiş gibi. Gizliyorum.

Bugün annem- babam, saat üç gibi yola çıktılar. Ben işteyken. Eve geldiğimde, tüm çamaşırları ve nevresimleri yıkanmış, tüm evi temizlenmiş, birkaç günlük yemeğimiz hazır edilmiş olarak buldum evi -anne eli. Defterim, yine hiç dokunulmadan, arka odadaki küçük sahpanın üzerine konmuş. Utandım.

Nereden gelir de gitmez bu gizlemek arzusu?

25 Haziran 2008

Yorumsuz

Kaç gündür kıllanıyorum niye hiç yorum gelmiyor diye. Meğer hakikaten kıl tüy bir iş varmış işin içinde. Disqus denen yorum aparatını eklediğimden beri 'yav, bloğa bir şey olacak, tüm içeriğimiz kaybedeceğiz' korkusuyla yaşıyordum zaten, bir de bu çıktı. Hayır, aslında fena da bir şey değil, ama yüzlerce yorum alan bir site değilsen hiç de gerek yok.

Yorumunu onaylamakta çok geç kaldığım S.'den, Berfu'dan ve 'den özür dilemek istiyorum. Bir süre önce gelen spam yorumları engellemek için onay zorunluluğu eklemiştim. Fekat meğerse onaylanmamışlar için beni hiç ikaz etmiyormuş sistem. Deli mi ne? Eski Blogger tipi yorumlara geri de dönemiyorum. Gıcık oldum, b*k var anasını satiim. Yorumların moderatör tarafından onaylanması zorunluluğunu, her gördüğüm değişik şeye atlama özelliğim ile birlikte kaldırıyorum efendim. Saygılar.

Ha, spamlara hoş geldin sefa getirdin demiyoruz tabi ki. De get söylemli tavrımız devam etmekte.

24 Haziran 2008

Nes Kahvesi

Yalvaç'ta bir kadın, misafirlerine böyle dermiş:

-Türk kahvesi mi alırsınız Nes kahvesi mi?

Benim de her defasında "Türk kahvesi Nes kahvesi, hani bunun ilk kahvesi" diyesim geliyor. Ve fakat konumuz bu değil.


Nesistan illerinden gelen bu nadide kahve çeşidi, irademi sınama konusunda sürekliliğe neden oluyor. Lisede önce Berfu'dan ve ablamdan özendiğim, sonra hakikaten uykumu kaçırdığını anlayarak uzun test çözme gecelerinde alışkanlık haline getirdiğim güzel bir içecek kendisi. Ayrıca, "güzel eşofmanlarıyla camın kenarına oturup ayaklarını göğsüne çekmiş, elinde kahve dolu asortik kupa ve kucağında kedi ile huzurlu bir şekilde dışarıyı seyreden, bu nedenle yüzünü göremediğimiz yalnız ve güçlü kadın" resminin ilk adımını tamamlama şansı veriyordu bana neskafe. O sıralar fellik fellik asortik kahve kupası arayışım bundandır. Kedim olduğunda ise çoktan o resimdeki kızın mal olduğuna karar vermiştim.

Neskafeyle mücadelem üniversitenin ilk yılında başladı. Yanlışlıkla geçtiğim için okuyamadığım hazırlık sınıfı bana, paso İngilizce okuyup yazacağımız bölümün ilk yılında önüme konan hayvan gibi kitapların bir çeptırını ancak beş saatte okuyup bitirebilme mirası bırakmıştı. Elimde, artık folloş olmuş minik Redhouse sözlükle, seyyar soğan -patitizcinin sokaktan geçmeye başladığı saatlere kadar diplomatik histori, politikıl sayns okuduğum gecelerde, kazan büyüklüğündeki asortik kupamla altı -yedi tane götürürdüm bu meretten.

Hiç unutmam, o zaman yanında kaldığım ablam, odamın kapısında durup bana, bir gece ders çalışırken iyice ayık kalmak için koyu bir kahveyle kolayı karıştırıp içtiğini ve kalp çarpıntısı ve mide ağrısından arkadaşlarının kendisini nasıl acile götürdüğünü anlatmıştı. O gün anladım ki, içten içten elimin ayağımın titremesi, midemin yanıklığı filan, afedersiniz öküz gibi neskafe içmemden kaynaklanıyor. O günden itibaren fincanları saymaya başladım. Yani mücadelenin ilk günü...

Daha ilk günden anladım ki, bende neskafe bağımlılığı başlamış. Zira kendisi, içmediğim her an aklımda! Bağımlılık lafına bile alerjisi olan inatçı bir kişi olarak hemen bir çözüm buldum. Dedim ki kendi kendime, aslında ben ders çalışırken sıcak bir şey içmeye alışmışım, illa kahve olmasına gerek yok yani. Ertesi gün, nereden bulduysam (artık piyasada sadece ilaç olarak var) bir paket Oralet aldım geldim. Oh, iç Allah iç. Gecelerim Oraletle geçiyor. Onsuz yapamıyorum. Ketılı yanıma almışlığım bile var! Güya kendimi kahveden kurtarıyorum, iyi bir şey yapıyorum ya, illa boku çıkacak yani.

Kremasız ve şekersiz, zift gibi kahve alışkanlığından sonra aşırı şekerli geldi tabi. Bir süre sonra içim bayıldı. Uzun bir süre değil oralet, kalsiyum sandoz bile içmedim. Fakat "benim kahve değil, sıcak içecek alışkanlığım var" düşüncemden vazgeçmedim. O günden beri, direk kaynar su içmeyi seven bir insan oldum. Günde en fazla üç fincan sınırımı zamanla ikiye indirdim. Üniversitenin geri kalan yıllarında bu sınırı nadiren geçtim. Aferin dedim kendime. Ancak, içtiğim kahveleri sayma, daha fazla içmemek için kendimi durdurma, canım çok istediği zaman irademi sınama gibi alışkanlıklar bıraktı bana.

Son birkaç haftadır, iş yerinde üç, hatta bazen dört fincan içiyorum. Acayip canım istiyor bu ara nedense, ben de kendimi tutmuyorum. Bünyem "firiidıııım" diye çığırıyor, ben de serbest bırakıyorum. Ama yeter artık. Bugünden itibaren ver edeceğim kaynar suyu yine.

Resim: Tolga Özbakır

23 Haziran 2008

Düğün Derneği

Cumartesi gecemiz, bir akrabamızın düğünü dolayısıyla Karabük'te geçti. Kuru pasta -meyve suyu ikilisinin, yılların eskitemediği beraberliği yine sahnedeydi.

Dedim ki Yiğit'e, tam otuz yıl sonra, annemle babamın evlendiği salonda, birebir aynısından bir düğünle evlensem kendimi kötü hissederdim. Herkesin asık suratla ve kem gözlerle oynayanları seyrettiği, masalarında oturup oradakiler gıyabında bıdı bıdı ettiği filan, bozuyor beni arkadaş.

Sonradan Bartınlılar dedikleri davul zurna ekibi geldi de bari, dejenere düğünlerden eski tip eğlentilere kısa bir dönüş yaşadık. Ha, bu kadar söyleniyorum, hiç oynamadım mı? Kurtlarımdan kurtuldum desem yeterli sanırım.

21 Haziran 2008

Kuntastik

Son iki gündür çok pis 'aşık olunmuşum' (maşuk da denebilir) gibi hissediyorum. Sanki biri varmış da, çok seviyormuş. Gözümün içine bakıp bakıp gülümsüyormuş sevgiden. Ne yüzü var, ne kendi. Sadece bir hissiyat. Kehanet de denebilir, temenni de. İşin kötü tarafı, sevdiceğinin yanındaki kız kadar şımarıyorum durup duruken (asla çocuk gibi konuşarak değil tabi.) Dünyanın en çirkin şeylerinden birinin, yanında sevgilisi olmadan şımaran kız olduğunu bildiğim için, yalnızken şımarıyorum. Kalbim pır pır. Hayırdır? Şerdir?

Dostlarım da tek tek gitmeye başlayınca bu şehirden, sonunda hayali bir sevgili yaptım galiba kendime. Sorunsuz ilişki isteğini Objectum Sexual hastalığına kadar vardırıp Eyfel Kulesi ile ve yahut Berlin Duvarı'yla evlenen kafası bozuk insanlar var dünya üzerinde. Hayali sevgili, sanal dost filan yine iyi yani.

-Sence de öyle değil mi aşkım? -Hı hı.

resim CHKY

20 Haziran 2008

Sabah Sabah Saçma Sapan

Bu sabahın köründe, yine her sabahın köründe olduğu gibi, evden çıkmış servisimin geçeceği -geçmesi gereken -umarım henüz geçmediği yolun kenarına doğru hızlıca gidiyordum. On ila on beş dakika süren ev-'servis geçen yol' arasındaki mesafenin de büyük katkısıyla "Servis Kaçıranyus" familyasından olduğum için kendimi tanıyor, pergelleri açmazsam zaten beni beklemeye pek niyetli olmayan şoförümüzün gazı kökleyeceğini biliyordum. Telefonumda eş-zamanlı ortaya çıkan kronik şarj-kontör eksikliği hastalığı, kendisi uzun zamandır haplarını almadığı için yine nüksetmişti. Yani, servisin geçtiğini görüp arkasından telefon etmek suretiyle zibilyon metre uzaklıkta anca durduramayacak, o uzun mesafeyi koşarken de aradığıma pişman olamayacaktım.

Ben bu durum içerisinde en hızlı nasıl yürünür, jet-skiler saatte kaç km hızla gider gibi hesaplar yaparken, yanından hızla geçtiğim bir adam;

- Pişt, hey, bu Gazi'nin acili nerde?

dedi. Pişt mişt, hey mey hiç hoşlanmadığım seslenilme sesleri olduğu için, okuduğum tuğla kitabı barındırması dolayısıyla zarar verici silahlar arasına giren çantamı sırıtkan yüzüne geçirmek istedim amcanın. Fakat, mevzu bahis acelemden dolayı, bir yandan yürürken diğer yandan 'şuradan gidin, merdivenlerden inin' filan dedim. Oldukça anlaşılır bir şekilde anlattım. Yüzünde dünyanın en yavşak sırıtmasıyla beni dinleyen zat-ı muhterem bu kez

- Labortor nerde biliyon mu? Orda mı çalışıyon sen bakayım?

deyince, doğrudan sana yöneltilen bir soruyu en azından hı-mı diye yanıtlamak zorundasın adlı nezaket kuralı sebebiyle 'yok yok dedim. Uzadım. Sabah yedi yirmide sapıklık mesaisine başlamış olan bu amcaya buradan kavanozdaki dışkımı fırlatıyorum.

Tam hedefimdeki yol kenarına varmış, demir parmaklıların kenarındaki minik duvara ucundan oturmuştum ki, kısacık boylu, tombul, kızıla boyalı saçlı, yanında kendinin aynısından bir çocuk olduğu halde bir kadın bana doğru yaklaşmaya başladı. Yavaş ve emin olmayan adımlarla yürüdüğü halde, direk bana bakıp normal olmayan bir şekilde gülümsüyordu. Hani, Türk filmi kabuslarında sırıtarak üzerine gelen kötü insanlar vardır ya, onların daha kısa boylu hali. (Filmde genelde yatmakta olan birinin üzerine üzerine geldiklerinden olsa gerek, hep uzun boylu olarak hatırlıyorum onları.) Sonunda yanıma yaklaştı, elindeki sigarayı şöyle yana doğru çekti ve

- Şey, Ankara'nın telefon kodu kaçtı acaba?

diye sordu. 312. Cevabını aldıktan yaklaşık üç dakika sonra yanımdan ayrılmaya karar verdi. Cevap ve gitme arasındaki bu üç dakikalık sürenin benim için pek huzurlu olmadığını tahmin edersiniz.

Hemen sonrasında, benim 'yakışıklı delim' soldan gelmeye başladı. Açık renk saçları kirlilikten rastalı gibi bir hale gelmiş bu adam, uzun boyu ve narin endamıyla "hakikaten yakışıklıymış" dedirtiyor insana. Fakat kesinlikle yüz vermiyor, konuşmuyor, simit veya para uzatana dönüp bakmıyor bile, şöyle bir elini uzatıyor. Kuul. Bir de tombik delim ver aynı muhitte gezen. Kışın muhtemelen AŞTİ'de yaşayan bu adamımız, ilkbaharda üzerinde bir battaniye ile kış uykusundan yeni uyanmış olarak hastene önü kaldırımına atıyor kendini. Zararı yok ama, bu sabah olduğu gibi, bir şey diyecekmiş gibi telaşlı bir şekilde üzerine üzerine gelince korkuyor insan. O anda gelen servisten içeri kendini zor atıyorsun. Kimse servisin gelmiş olmasına bu kadar sevinemez herhalde.

Bir buçuk yıldan fazla zaman oldu burada çalışmaya başlayalı. İş yerinde kah güldüm kah ağladım, hüzünlü -sevinçli günler geçirdim. Fakat servis beklerken yaşadığım macerayı burada yaşamadım arkadaş. Hayatıma renk katıyor, sabah sabah millete anlatacak malzeme çıkarıyor bana. (Canım çok yazmak istediyse böyle, gereksiz uzatarak yazacak konum da oluyor.) Bir ara servisi benim için bekleten, yoldan geçerken alan, sürekli sizin şirkette Ahmet var, Mehmet var diye tanıdıklarını soran taksi durağı abilerinden de bahsetmek lazım.

19 Haziran 2008

Kafamda Çevreler Dönüşüyor

Hani, bazen bir yerden bir cümle duyar, bir yazı okur veya bir şarkı dinlersin, ve o 'şey' seni diğer kişilerden daha çok etkiler, düşünmeye sevk eder. Nedeni, önceden kafa yorduğun bir konunun başka biri tarafından güzelce ifade edilmesi olsa gerek. Bendeki neden bu en azından.

Son zamanlarda, sımsıkı takip ettiğim bloglardan Biyolokum'da, Düygü'nün hiç acımadan yazıp yayınlayıverdiği bu yazı, son zamanlarda kukuman kuşu gibi düşünmeye meyyal zihnimi yordu. 28 Mayıs'ta yayına giren "Dünyayı Kurtarmak İsteyen kadın ile Göhramon'un Sohbetleri" adlı bu yazı, 6 Haziran'da bir de pek sevdiğim "düşünenler için akıl defteri" sitesi Moleschino'da da yayınlanınca, artık bir yorum yazma zamanı geldi dedim kendi kendime.

(Bu paragrafı, yukarıda bağlantısını kondurduğum yazıyı okumuş olanlara yazıyorum.)
Önce “insan da doğanın bir parçası ise, belki de bu yaptıklarını da doğal saymalıyız, ve insanoğluna müdahale etmeyip kendi haline bırakmalıyız” cümlesine takıldım.Sonra baktım ki, bu pek içinden çıkılacak bir konu değil, mantık yürüterek sonuca ulaşmak zor. Yine de, bir dost sohbetinde bu konuyu tartışmak zihin açacak. Sonrasında, düşüncelerim bu parçayı bıraktı ve yazının genel halet-i ruhiyesini yansıttığını gördüğüm 'çevreyi dönüştürme telaşı' yoluna saptı. Kendimde de az buçuk bulunan bu telaş, bende de 'allaam boşu boşuna uğraşıyorum, ne yapıyorum ki ben, boş ver işte' dediğim durumlar yaratıyor ve çoğu zaman elimdekini bırakmama sebep oluyor. Eh, sonrasında bir huzursuzluk kaplıyor bünyeyi.

İşte, bu düşüncelerle bu yazıya yaptığım yorumu buraya da kopyalayıp yapıştırıyorum. Burayı okuduğunu bildiğim ve aynı telaş içerisinde olanlara da yorumlarını esirgemeyenzi diyorum.


Üniversite ikinci sınıftayken, nereden duyduğumu hatırlamadığım bir tanım, ergenlik zamanlarımdan beri bir türlü adını koyamadığım hissiyatı cuk diye dilimize tercüme etmişti: Çevreyi dönüştürmek.

Küçük bir ilçenin asi ergeni olarak, normalde gazete kağıdına sarılıp siyah poşete konan Orkid paketini çırılçıplak vaziyette şeffaf bir poşette, özellikle dışarıdan görünecek biçimde taşımamı; kızlar için erkek arkadaş denen şeyin sadece kaçamak bir bakış ve gizlice görüşülen telefondaki ses olduğu bir ortamda erkek arkadaşımla özellikle öğretmenevine en yakın kafede buluşmamı; 'selam' demenin bile dejenerasyon olduğunu söyleyen 'selamünaleyküm' din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenimize asla cevaplayamayacağı soruları özellikle sınıfın ortasında sormamı; velhasıl, o zamanlar küçük bir şehirde yaşadığım için var olduğunu düşündüğüm ama sonradan insanın olduğu her yerde mutlaka bulunduğunu gördüğüm 'tabu' meselelerin üzerine bu kadar çok -hatta o yaşın verdiği tutarsız agresiflikle- neden gittiğimi anlattı bana bu tanım. Okudukça, tecrübelendikçe, uyudukça- büyüdükçe üzerine gittiğim meseleler ve üzerine gitme biçimim değişti elbette. Ama, her ne kadar hep "pasif direniş" boyutunda kalmış da olsa -ki bu durum için kendimi çoğu zaman korkaklıkla suçlamışımdır- bu "çevreyi dönüştürme" telaşı içimde her zaman varlığını korudu.

Belki başka yerlerde, çok başka bir içerikle kullanılmış olabilir bu tanım. Ama ben, kendi doldurduğum içerikle bunu kullanmayı seviyorum: Kimsenin ses çıkarmadığı -belki mırıl mırıl şikayet ettiği belki de farkında bile olmadığı- durumları, kendi doğru bildiğim biçime adım adım getirme çabası.

Bunu kendim için mi yapıyorum, yoksa hakikaten bir şeyleri değiştirebileceğimi düşündüğüm için mi yapıyorum bilmiyorum. Tüm bildiğim, gözüme gözüme giren yanlışlara -kendi yöntemimle de olsa- müdahale etmediğimde, oldukça huzursuz olduğum. Anneme ve babama uzaktan ve daha soğukkanlı gözlerle bakmaya başladığım ilk günden beri vardığım sonuç ise şöyle: Bir insanın yetiştirilme biçimi, onun "bananeci" mi yoksa "çabalayıcı" mı olacağını belirliyor. Hiçbir şey yapmasa /yapamasa bile, yanlışları gördükçe huzuru kaçan insanlara bu "arıza" çok küçükken aşılanıyor diye düşünüyorum. Çevreyi dönüştürme telaşı, bir karakter özelliği olarak, yaşlandıkça azalsa da, insanın ömrünün sonuna kadar beraber yaşayacağı bir şey.

Şimdi bana "sizce daha iyi bir topluma nasıl gidilir?" diye sorsalar, vereceğim uzun cevabın ilk cümlesi "sadece kendi doğrusunu doğru zannetmeyecek kadar bilinçli, yanlışlıklara karşı en azından 'huzursuz' olan çocuklar yetiştirerek" olurdu.

Şimdi ara sıra, ergenliğimi geçirdiğim o küçük şehre gittiğimde, Orkid'in hala siyah poşete konduğunu ama en azından artık gazeteye sarılmadığını; çiftlerin rahatça el ele dolaşıp kafelerde takıldıklarını görüyorum. (Din hocalarının pek değiştiğini zannetmiyorum.) Bu durumdan ne kadar sorumluyum, bireysel pasif direnişimin kime ne katkısı oldu, asla bilemeyeceğim. Aslında, şimdi biraz da salakça gelen bu hareketlerimin o küçük şehrin insanlarında sadece "asi gençlik" intibaası uyandırmaktan öte gitmediğini, sadece ilerideki kendim için bir "atış talimi" olduğunu düşünüyorum. Yine de içimdeki bu huzursuzluğu,pasif de olsa, çevreyi dönüştürme telaşını seviyorum.

Yani, Göhramon'un arkadaşının dediğine varıyoruz yine; "“Dünyayı kurtarmaktan bahseden kim? Ben sadece varolmaktan bahsediyorum. Ben böyle varolmak ve yaşama bu şekilde müdahale etmek istiyorum. Hepsi bu!”

18 Haziran 2008

Firefox Bana Tenk Yu Dedi

Yeni versiyonu ile yirmi dört saat içinde en çok indirilen sunucu olma özelliği kazanarak Guinnes Rekorlar Kitabı'na girmeye çalışan Firefox bugün bana teşekkür etti. Halihazırda Firefox 3 Beta 5 kullanan biri olarak (kendisi dünyanın en güzel şeysi bence) pek fazla değişiklik fark edeceğimi zannetmiyorum ama, dilimize 'ginese girmek' diye bir deyim kazandırmış meşhur rekorlar kitabındaki bir rekora katkım olsun istedim.


Seviyorum bu tilkiyi!

Dipteki Not: Sözlüklerin Türkçe'ye azametle teşhir etmek olarak çevirdiği (çok müstehcen bir şeyler çağrıştırıyor bana) Flaunt derler, bir kelime var. Firefox 3'ü indirdikten sonra sağ tarafta Flaunt It! bağlantısına basıp, adınızı soyadınızı yazıyorsunuz. Firefox size bir TENK YU gönderiyor. Siz de böylece, rekora olan bu müthiş katkınızı azametle teşhir edebiliyorsunuz. Ehe, çocuğum ablana teşekkür et bakayım der gibi hissettim kendimi. İşin aslı bu. Ben yine de bu tilkiyi azametle seviyorum.

16 Haziran 2008

Gitsem

Bana bir gitme geldi, öyle böyle değil.

Bazen geliyor bana böyle. Gideyim. Ama mesela sadece yolculuk için gideyim. Otobüsten inmeden gittiğim yerden geri döneyim. Başka bir yere gideyim. Çok uzun bir yolculuk olsun, hiç bitmesin.

Bu hissiyat bazen o kadar kuvvetli hale geliyor ki, AŞTİ'ye, birini bırakmaya veya almaya gittiğimde otobüslerden herhangi birine atlamamak için kendimi zor tutuyorum. Artık ne acayip bir duygu yüklenmişsem, deli gibi çarpan kalbimi sakinleştirmek için otobüslerin durduğu tarafa (peron diyorlar) sırtımı döndüğümü hatırlarım. Bu nedenledir ki, tee üniversite ikinci sınıfta (geç anlamında tee, belki de tam zamanında) okuduğum Yeni Hayat (Orhan Pamuk), okudukça şaşırdığım kitaplardan biri olmuştur. Hiçbir zaman kitabın kahramanı olan çocuk kadar (adı neydi ki?) depresif olmasam, asla bir şeylerin peşine onun gibi kendimi kaybedercesine düşmesem de; onun bitip tükenmek bilmeyen yolculukları, nereye gittiğini bilmeden atladığı otobüsler bana oldukça tanıdık gelmişti. Bir hayal, arzu olarak tanıdık.

İşin can sıkıcı tarafı, aslen sabit durmaktan hoşlanıyor olmam. Benimseme süreci oldukça uzun süren bünyem; odamı, evimi, sandalyemi, kitaplığımı, ortası eskimiş minik halımı, masamın en üst çekmecesinde kalemlerin olması durumunu, düzenine alıştığım için düşünmeden yaptığım her şeyi terk etmeyi reddediyor. Belki de böyle olunca gitme isteğim, yolculuk isteğine dönüşüyor. Dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına geri dönme meselesi.

Özellikle okul bittikten sonra, gitmekten vazgeçip gidip dönmek haline gelen bu durum belli ki, şu belalı rutinden kaynaklanıyor. İş hayatına atıldıktan sonra, mesaiden kalan azıcık vaktimi, en rahat olduğum pozisyonda geçirmek istiyorum. Yepyeni maceralara atılmak için gerekli olan enerjim çoktan sömürülmüş oluyor. Evde hep aynı yerden aynı programları izliyor, aynı pozisyonda aynı tarz kitaplar okuyor; dışarıda hep ev sahibi gibi hissedecek kadar çok gittiğim mekanlara gitmeyi tercih ediyorum. Rutinin mat güzelliği gözlerimi kamaştırıyor; kendisine bir kere dikkatlice bakınca, baktığım her yerde onun silüetini görüyorum. Azalmış gücü en verimli kullanmanın en doğru yolu bu olsa gerek: Rutin. Belalı sevgili. Sıkıcı ve huzurlu. Beni kaçınılmaz kanıksamaya, hayatımı ucundan tutamayacak kadar çok kaçırmaya, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan ölüp gidivermeye götüren güzel, çiçekli yol.

Aslında, bu kadar korkarak bahsettiğim şey gerçekten de bu rutin denen meret midir? Aslında korktuğum, yapmak istediklerimi (makul olanları) yapamadan, hayatımı istediğim pozisyona henüz getirmeden, gelecek için gözümün önüne koyduğum ideal resme henüz hiç yaklaşmamışken şu rutin denen büyükbaşa binmek olmasın? Yoksa açıkçası, kafam acayip rahat bir şekilde eve gelip, terliklerimi giyip her gün yaptığım şeyleri o gün tekrar yapmak koymaz.

Gibi geliyor. Eh, asıl mesele zaten kafamın acayip rahat olması değil mi? Asıl istemediğim zaten bu değil mi? Sevmem ki ben kafası acayip rahat insanı! Bu yüzden mezun olduktan sonra devlet işlerinden, babamı da kaşıma alarak, fellik fellik kaçmadım mı? Bu işe girerken, görüşmeye giren müdürlere, beynimi her zaman zinde tutacak, çevremi dönüştürebileceğim ve her daim her şeyden haberdar olabileceğim, dinamik bir meslek edinmek istediğim için buradayım demedim mi? Dedim.

Of, kafamın içinde olanlardan tırsmaya başladım. Gerçek. Ben, beni bozanları biliyorum aslında. Bir; Ankara. İki; bu iş. Deniz görmem, şehirde bulunmam gerek. Böyle başı boş bırakırsan beni, uzun uzun bloğa yazı yazarak harcarım işte mesai saatlerimi. :)

Son karaladığım şiirlerden bir kuple ile bitireyim bu acayip ruh halinin ucubik yazısını. Ucu kaçtı ne de olsa, final filan yok.

Gitsem
Bahar kokulu çamaşır suyu
temizliğinde

Her yüzeni gemi zanneden
Bozkır cahilliğinde

Üçüncü Şarkı

Siz de benim gibi,
Günleri

Sevgiyle isteyerek

Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek

Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa,
Ankara güneşi

Sizin de

Uyuşturmuşsa beyninizi
(...)
Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız

Denizi

Kaybettiniz (benim gibi.)


Selim Işık
(Oğuz Atay - Tutunamayanlar)

14 Haziran 2008

Böcekli Bebek

Dün, yeni mekanımız Varil'in Olympos Bahçe'sinde Melek, Muharrem ve ekürisiyle geçirdiğimiz pek güzel gecede içtiğim üç biranın etkisiyle mi bilmem, sabah çok acayip rüyalar görmüş olarak uyandım.

Rüya, bebeği sonunda doğurmuş olmanın rahatlığıyla başlıyor. Yalvaç'taki baba evindeyim, ama yabancı kişiler var. Aylardır bu bebeğin doğumunu bekliyormuşuz hep beraber ve nasıl doğacağına dair tüm ayrıntıları ultra teknolojik cihazlarla görmüşüz. Erkek olacakmış ve sol kolunda gömülü bir böcek varmış! Ama, doğan bebek beklediğimizin tam tersi özelliklerde: Kız, siyah saçlı vs. Kolundaki böcek ise 15 cm boyutlarında kocaman bir şey. Tahmin edersiniz ki bu duruma o anda hiç şaşırmıyoruz, hepimiz rüya aleminin manyaklığı içinde anormal her şeyi normal olarak görüyoruz. Bebek, böyle bir -bir buçuk yaşında gibi ve tay tay da olsa yürüyor. Saçlı filan böyle.

Kolundaki böcek oradan kurtuluyor ve evin içinde uçmaya başlıyor. Altın rengi.
Rüyanın başındaki huzurlu ruh halimden, rüyanın sonunda eser kalmıyor elbette. Özellikle evin içinde ne ettiğini bilmeden deli gibi uçan, kuş büyüklüğündeki böcek tüm huzurumu kaçırıyor. Şerefsiz.

Dikkat ettim de, çok sıkıntılı dönemlerimde ya böcek, ya da gebelik -bebek rüyaları görüyorum. Lise sonda, sınavdan önce gördüğüm hamilelik rüyam hala kabus gibi aklımdadır. Aynanın karşısında kocaman karnımı seyretmiş, ikiz bebeklerin tenimin üzerine çıkmış kabartılarını endişeyle okşamıştım o uzun rüya boyunca. Üniversite ikinci sınıfta ise küvetin içinde beni sürekli ısırdığı halde ısrarla eğitmeye çalıştığım (zıpla, otur, sürün) minik böcek var bir de. Aşk acısı zamanlarım.

Bu hem böcekli hem bebekli rüya, hem de böyle gri, negetif bir atmosferde, kendime dönüp bakmamı sağlasın bari. Akşam bakayım bir ara, şimdi işim var.

EvAhalipisi'nin derinlerinden ilgili bir yazı

13 Haziran 2008

Teyze Anı

Bu fotoğrafı nereden bulmuşum da bilgisayarıma kaydetmişim bilmiyorum. Hatırlasam bağlantıyı yapıştırırdım buraya şak diye. Muhteşem bir kare! Fotoğrafın altına da bugün mail kutuma düşen yazılı bir teyze anı ekleyeyim de tam olsun. İsterseniz yorum olarak fotoğrafa ait bir diyalog yazarsınız, o zaman daha da tam olur. Oh.


Bankada gişenin önünde işlemimin yapılmasını bekliyorum. Yanımdaki gişede işlem yaptıran yaşlı teyzeye, işlemini yapan kadın soruyor:
- 'Parayı kim alacak teyze? Alıcısına ne yazalım?'
Teyzem cevap veriyor:

- 'Bu paranın hayrını görme İnşallah yazalım evladım.'

Dipteki Not: Başlıktaki ve yazının içindeki
anı kelimesindeki a harfi şapkalıdır, bilginize efendim.

9 Haziran 2008

Berfu Groningen'de

Sayın Ev Ahalipisi yazarlarından Berfu'nun ilk Gröningen anılarını dinleyelim, buradan buyuralım:

Ta taaaammmm. KuzeyGüney gururla sunar: Berfu Groningen’de.

7 Haziran 2008

Gözüne Gözüne

Şirkette bir Ali abimiz var. Çok muhatap olmadım şimdiye kadar, o yüzden kendisi hakkında pek bir yorumum yok. Bir tane, dikkatimi çektiği günden beri gözüme gözüme batan bir adet özelliği hariç.

Durumu ilk olarak bir öğle yemeğinde fark ettim. Ali abinin tam karşısında oturuyordum. Ben çorbamı içiyor, bir yandan da milletle sohbet ediyordum. Şen şakrak muhabbetimizin verdiği gazla Ali abi güzel bir espri yaptı ve hep beraber gülmeye başladık. O da gülüyordu. Fakat bir terslik vardı. Ali abi tüm o uzun gülmesi boyunca hep benim gözüme gözüme baktı! Ben de gülüyor, bir yandan da gözlerini hiç ayırmadan bana bakan yüzden bir türlü bakışımı kurtaramıyordum. Soğuk terler içinde o esprinin etkisinin geçmesini bekledim.

Neyse, biraz sakinleştik ama Ali abi coşmuştu, bu kez kötü olan bir espri yaptı. İşte yine, esprinin başlayacak gibi olduğu ilk saniyeden gülüşünün bittiği son saniyeye kadar gözüme gözüme bakıyordu.

O öğlen, yeminlen, bir çorba içip kalktım. Rahatsız olmaktan ziyade (kesinlikle aklıma kötü bir şey gelmedi zaten) şaşırmıştım. Bir insan gülerken nereye bakardı hakikaten? Ben mesela, neyin /kimin gözüne gözüne gülüyordum acaba? Aman Tanrım, bundan sonraki her gülüşümde nereye bakacağım stresine girip de kasılacak mıydım? Bunlar yanıtsız kalan sorularımdı.

Sonrasında, yemeklerde Ali abinin karşısına oturmamaya özen göstersem de, karşısına oturan kişiyi izlemekten kendimi alamadım. Çok tanımadıklarına ve misafirlere yapmadığını gördüm mesela. O durumlarda başka birini bulup onun gözüne gülüyordu. Zamanla, bu durumun gözü sabitlemekten öte, bir de onay içerdiğini anladım.

"Komik di mi? Nasıl da gülüyorum bak. Gülsene sen de! Ben güldüğüm süre boyunca gül. Yoksa komik değil gibi olur. Değil mi yoksa ha? Kötü müydü? Tüh."

gibi endişeli bir cümle geçiyordu o bakışların içinde. Bu onay içeriğini anladığımdan beri içimde bir sempati peydah oldu kendisine karşı. Belki çocukken babası ona hiç aferin oğlum teri dememişti, dalga bile geçmemişti. Çocukluğu boyunca hiç takdir görmemişti belki de. Yalebbim, ne kadar da acımasız, ne kadar da düşüncesizdim. Gülerken bakıyormuşmuş. Baksın ne var? Hayret bir şey yani Deniz. Bıdı bıdı bıdı.

Velhasıl velkelam, hiç de gerçek olduğunu düşünmediğim şeyler yüzünden, o günden beri Ali abi iyi- kötü bir espri yapıp da yine gözüme gözüme başladığı anda, tek kaşımı huşu içerisinde kaldırarak kafamı öne doğru şöyle bir sallıyorum ve

"Evet bravo, yine iyiydi. Aferin len"

diyorum. (Kocaman adama dediğim lafa gel. Bakışlarımla dediğim için sorun olmuyor ama. Kibir insanı oldum çıktım.) Bu hareket toplam iki saniye filan sürdüğü için, hadi birkaç kez yaptın diyelim on saniye olsun, tüm o dakikalar boyunca dik dik bakılarak gülmek beni artık kasmıyor mu? Kasıyor.

4 Haziran 2008

Ayakkabı Fabrikasında Çalışmak

Çalıştığım şirket, bir ayakkabı fabrikası. İlk geldiğimde "aha bu ne be, yok artık, uu beybi" diye gezen ben, birçok şeyi çoktan kanıksadım. Ama, havaalanına üç kala mesafede olduğu halde üşenmeyip şirketimize gelen misafirlerimiz, benim o zamanki şaşkınlığımı hatırlatıyorlar sağolsunlar. Kanıksama denen şeyi genelde pek sevmiyorum zaten, olumsuz gibi.

Bir ayakkabı fabrikasında, hem de koskoca üretime bir kapı mesafede çalışmanın, hayatın normal akışından farklı olan noktalarını sizler için derledim. Kah kendimden, kah mesai arkadaşlarımdan kah misafirlerden topladım, çok uğraştım. Üstün hizmet madalyası bekliyorum artık, madalyon da olabilir:

  1. Herkesin masasının üzerinde, dolabının kenarında, sağ kolunun altında filan mutlaka bir ayakkabı bulunur. Bunlar genelde tektirler, öyle yapılırlar. Güzelmiş lan, giyeyim de gideyim diyemezsin.
  2. Kadınsan 38, erkeksen 42 numaralı bir ayağa sahip olmak, gardırobunda delik, erimiş, çılgın, ucubik ve parmaklı çoraplarını atman gerektiğine dair çok güçlü bir işarettir. (Bütün denemeler bu numaralarda yapılır.)
  3. Aynı nedenden dolayı, bir 38 kadını olarak asla epilasyonsuz bacaklarla gezemezsin.
  4. Elinde bir tek ayakkabıyla insan trafiğinin en çok olduğu yerde durup 'kaç numara giyiyorsun, ayağın taraklı mı' gibi sorular soran kişiye istedikleri cevap verilmelidir. Zira onlar tasarım ofisinden gelirler ve bir kez 38 veya 42 olduğunu öğrenirlerse masanı basıp ayakkabını çıkarma ayrıcalığına sahiptirler.
  5. Etrafta, üzerinde işçi tulumu, altında tek beyaz rugan ayakkabıyla gezen kişiler görmek normaldir.
  6. Her sabah evden çıkarken, o gün giyeceğin ayakkabıyı iki kere düşünmelisin. Yoksa gün içinde düşünen çok olacaktır. Herkes birbirinin ayakkabısına bakar ve mutlaka yorum yapar.
  7. Tasarımcı arkadaşının 'kontırpiyesi düşük, fortta kayma var, gambalar dübürlenmiş' diye başlayan yorumunu 'bu ayakkabı iç topuk kısmında ağrı yapıyor olmalı, ver bir düzeltelim' diye bitirmesini hayranlıkla izlersin.
  8. Bir şeyin üretilmesiyle o ana kadar hiç ilgilenmediysen, emek yoğun işler arasında başı çeken ayakkabının üretim aşamalarını görüp dudağını uçuklatabilirsin.
  9. O gün toplantın varsa ve patron gelecekse en afili ayakkabını giymelisin. Habersiz bir toplantıysa ve konversle filan geldiysen ayaklarını sandalyenin altına çeksen iyi olur. Bir patronun ayakkabılarına gözünün takılması, stresli dakikalar yaşatması açısından üniversite sınavından hemen sonra gelir.
  10. Taraklı, sorunlu, normalde çok büyük veya çok küçük ayaklı insanların, sırf o ayakları sayesinde değerli oldukları tek yer, işçi ayakkabıları da üreten bir ayakkabı fabrikasıdır.
  11. Pazarlama bölümdeki marka sorumlusunun bile, iyi deriyi kokusundan ayırt edebilme özelliği vardır. Tasarımdakileri ve Ar-Ge'dekileri var sen düşün.

2 Haziran 2008

Eşeği Bulmak

Bir söz vardır; 'Allah sevdiğini kulunun önce eşeğini kaybettirirmiş, sonra buldururmuş.' Durup dururken sevindirme durumu yani. Zira, bütün dinler ve gelenekler insanlara sahip oldukları şeyi düşünüp, onun değerini bilmesini öğütlese de, insanlar durup dururken 'çamaşır makinem iyi ki çalışıyor' gibi bir şükür halinde olmuyor genelde. Hele ki bu tip araç gereçler hayatında difolt olarak bulunan tiplerin böyle bir değerini bilme durumu yaşadığını hiç sanmıyorum. İlla eşeği bir kere kaybetmek lazım yani.

Az önce renklileri çamaşır makinesine yerleştirip, deterjan vesairi de koyduktan sonra çalıştıran ben Deniz, aynen böyle bir durumla karşı karşıya kaldım. Makineyi yüz seksen derece açıyla tam dibinden gören klozete oturmuş, hemen yanda duran dergilikten eski bir Uykusuz'u alıp bin kere okuyup güldüğüm karikatürleri tekrar okumaya başlamıştım ki, yanıp sönen kırmızı bir ışık dikkatimi celbetti. Bir saniye sonra ise makineden ses çıkmadığını idrak ettim. Beynimdeki girdi sadece, düğmesine basılan makinen çalışacağı şeklinde olduğu için, oturduğum yerden düğmeye bir dahi bastım ve dergiyi okumaya devam ettim. Allaam, yine yanıp sönen bir kırmızı ışık! Bir sorun karşısında hemen harekete geçmek yerine önce durup bir düşünmeyi düstur edinmiş zihnim yine aynı şeyi yapmaya başladı. Düşünmek derken, çözümden değil, sonuçtan bahsediyorum. Malesef öyle.

Makine bozuk, bu kesin. Boş servisi filan bulmak lazım. Evin en büyük makinesini sırtlayıp götüremeyeceğime göre servis elemanlarının eve gelmesini; geleceklerine göre evde birinin bulunmasının lazım geleceğini;Yiğit'in son senesinin son haftasını yaşamasından mütevellit sürekli arkadaşlarında proje bitirmeye çalışır durumda olduğundan o birinin ben olmam gerektiğini; fakat bu ara nedense hep işe geç gidip durduğum için izin almamın zor olacağını; izin alırken bunun uydurmasyon bahane gibi görüneceğini; şirkettekilerin arkamdan konuşacağını; zaten galiba yakında işten kovulacağımı; bir haftadır yapmam gereken işleri bir türlü yapmadığımı; bence bende hafif bir pasif agresflik olduğunu; şirkete kızdıkça iş yavaşlattığımı ama bundan kendimin bile haberdar olmadığını; İstanbul'da iş bulursam yüksek kiraları karşılayacak kadar para kazanıp kazanamayacağımı; Kadıköy'ün tam bu mevsimde nasıl da güzel olduğunu; İstabul'da olursam Peyote konserlerini nasıl da hiç kaçırmayacağımı ve daha bunun gibi bin çeşit gereksiz şeyi kurdum kafamda. Dışarıdan bakan birisi olsa (ki o durumda olamaz tabi, laf öyle geldi) bozulan bir makinenin karşısında usturubunu bozmadan dergisini okumaya devam eden, son derece soğukkanlı bir ben görürdü eminim. Bazen kendime çok şaşırıyorum, gerçek.

En son Kadife Sokak'taki Karga'da Mehlika'yla biramı yudumlarken şöyle bir karşıma baktım ki ne göreyim; makinenin kapağı açık kalmış olmasın mı!? Olsun. Artık stresli şeyler düşünmekten yorulup keyifli anlara geçmişken -öyle zannetmişken, o nasıl bir rahatlamadır yalebbim! Bütün sorunlarımı beş santimlik bir aralık çözüvermişti işte. Ne izin alacaktım, ne de kovulacaktım. Bir süre daha kira mira düşünmeyecektim, pasif agresif filan da değildim. Kapağı kapattım, düğmeye, yine de birkaç dakikada oraya yerleşmeyi başarmış minik bir korkuyla bastım. Forş sesini duydum. o anda dünyanın en güzel sesi buydu işte; FORŞŞ.

Herhalde şu hayatta yaşadığım en rahat anlar, eşeğimi bulduğum anlardır.

Ha, yaklaşık iki dakika sonra ne oldu? Bilgisayarı oturma odasına taşırken elimde olan mouse bir anda kayboldu. 'Ulen' diye aranırken, sanki oraya aitmişçesine mutfak tezgahında durup dururken gördüm kendisini. Bu seferki rahatlama anı üç saniye filan sürdü herhalde, pek fark edemedim.