30 Nisan 2008

Sese Uyanmak

23 Nisan 1983, sabah sekiz suları

Müziğe benzer bir gürültüyle uyandım. Davullar, borazanlar, trampetler, pek beceriksiz bir biçimde ortaya uyumlu bir melodi çıkarmaya uğraşıyorlardı. o anda bunun pek de güzel olmamasına rağmen, içinde yüksek dereceden bir coşku barındırdığını düşündüm. Güzel olmayan bir şeyin içine böyle saf bir coşkuyu koyanlar, elbette, çocuklar olmalıydı. Yani uyanışım, saf çocukların coşkuyla bir şeyleri güzelleştirme çabası esnasında oldu. İlk duyduğum ses buydu.

Aslında biraz sinirliydim. Bu gürültünün gerçek bir melodiye dönüşmesi işten bile değildi zira. Yalnız birilerinin bunu fark etmesi gerekiyordu. Biraz daha disiplin ve inanç bu işi güzellikle çözebilirdi. Bu gürültü sadece teşvik edilmeye muhtaçtı. Ortada bir çirkinlik değil, bir eksiklik vardı. Çocuklar suçlanamazdı. O anda güzel olanı /olma olasılığı olanı teşvik etmeye karar verdim. Disiplini ve inancı içine başkaları da katabilirdi. Oysa ne kadar da küçüktüm, etkim de küçük olabilirdi ancak. Ancak bir damla olarak tümevarabilirdim belki. Olsun, o da olurdu.

Tekrar uyandım. Sonra tekrar. Ve tekrar. Her defasında o gürültü geliyordu yine kulağıma. Kimisinde daha melodik, kimisinde daha keşmekeş. Fakat her seferinde biliyordum ki, çocuklardı onlar ve coşkuyla harcıyorlardı enerjilerini.

Her uyanışımda, dünya hep çocuktu. Her uyanışımda çocuktuk. Gürültülü, coşkulu çocuklar.

29 Nisan 2008

aReSeS


Her ne kadar 'aman her şeyim gugıl olmasın, aman bunlar mikrosofttan beter tekel oluyorlar' filan gibi kaygılara sahip olsam, ve bu kaygılar doğrultusunda bazı hizmetleri non-google almaya çalışsam da olmuyor. Olamıyor. Çünkü çok iyiler, yapacak bir şey yok.

Geçen hafta Berfu kuzen, bendeniz blog canavarına (canavarlık da kalmadı ya) "Areses" denen hadiseyi sordu.

- Ya Deniz, sen biliyor musun? Areses diye bir şey varmış?
- Allala? Hiç duymadım. Bilmem, neymiş ki?
- Blogları oradan takip ediyormuşsun galiba.
- O ne be? Hiç duymadım ben, merak ettim.

Derken derken, Berfu'nun Areses deyu teleffuz ettiği sözcüğün, uzun süredir takıldığım bir hadise olduğunu; sorunun benim Areses de denen şeyi ne içimden ne de dışımdan hiç telaffuz etmememden kaynaklandığını anladım. Hayır, Berfu mevzudan ReSeSe diye bahsetse, onu da anlamayacaktım galiba. İnsanın okuduğu şeyin kafada bile bir sedasının olmaması ne garipmiş. Kimse duymuyorsa sese ne gerek diyor beyin galiba.

RSS'i ilk duyduğumda hiç ilgilenmemiştim açıkçası. Ne olduğunu anlamaya bile çalışmadım. Sonra, internetle ve özellikle bloglarla ilgili okuduğum her sayfada RSS aşağı ve RSS yukarı olmaya, mail kutuma RSS'in faideleri mailleri düşmeye başlayınca el mecbur araştırmalara giriştim.

Bu araştırma esnasında beni en çok aydınlatan bilgi, birinin üşenmeyip, RSS'in mantığını tahtaya çizerek anlattığı video idi. (İşyeri yasağı dolayısıyla bağlantı koyamıyorum.)

Hmm, peki en basit anlatımıyla RSS neymiş? (Daha karışığını bilmiyorum zaten):

Blogları birer gazete gibi düşünelim. Ama öyle ki, bu gazeteleri okumak için onun bulunduğu yere gitmek ve tüm okumanı da orada yapmak zorundasın. Birden fazla blog takip ediyorsan, her birine ayrı ayrı gidip orada vakit geçiriyorsun. Ama takip ettiğin blog sayısı 100 oldu, internete girdiğinde yeni yazı varmıymış diye bakmak için birini hatırlasan birini illa ki unutuyorsun; unutmasan da tüm günün bunları takip etmekle geçiyor, kafan doluyor, iş oluyor. İşte bu durumda, gidip o bloglara ABONE oluyorsun. Tüm olay bu abonelikte. Sen, blog sahibi olarak bloğunu aboneliğe açarsan, bloğunun okurları senin sitene abone olabiliyorlar. Böylece, o gazeteden bu gazeteye koşan zavallı okur olarak, evinin önünden bisikletiyle gazete çocuk geçmeye başlıyor. Hem de abone olduğun her gazeteyle ilgili son dakika gelişmelerini sana bildiriyor. Yok efendim bunda yeni yazı var, bunda senin ilgi alanına girebilecek bir şeyler gördüm, şu gazeteye de üye ol istersen, seversin sen cinsinden bıd bıd konuşuyor. Seviyorsun sen onu.

İşte bu bisikletiyle gazete dağıtan çocuğa da "RSS Reader" veya "RSS Okuyucu" diyoruz ve yazının başındaki meseleye böylece dönüyoruz. Bu çocuk, gazete ile bizim aramızdaki araç. (Hayatında Amerikan filmlerinden başka bisikletle gazete dağıtan çocuk gördün mü desen, yok görmedim. Zaman Gazetesi dağıtan amcaları saymıyorsak tabi.) Bir sürü çeşidi var. İnternette bu 'araç'tan yüzlerce mevcut. Benim uzun süredir kullandığım Bloglines bunlardan sadece biri. Başlarda, bu abonelik mevzuunu yeni öğrenmenin verdiği heyecanla bu çocuğa bayılmıştım. Ve fakat, benim de ilgisizliğimle, birbirimizden pek hoşlanmamaya başladık. Tabi bir de beni bıkıp usanmadan çağıran, internette kullandığım her türlü araçla tam uyum sağlayan Google Reader vardı. Eskiden her bloğa tek tek giren ben, bir Bloglines'a girmeye üşenir oldum. Yine de, bu da Gugıl olmasın artık dedim, direttim.

Sonuç olarak geçen hafta Berfu'nun Areses sorusu üzerine

- Kesin Google Reader'a git. En güzeli o! Süper bir şey o, manyak gibi. Birtanem. Seviyorum ben onu!

gibi bir tepki verince anladım ki, diretmenin alemi yok. Evet, en iyisi o, çünkü üzerinde en çok çalışılan o. Gmail adresin varsa, gün içinde internet aramaları Google'dan yapıyorsan, Blogger'da yazdığın veya okuduğun bloglar varsa, Google Reader zaten senin önünde durup duruyor. Tek yapman gereken sitesine girip takip ettiğin bloglara abone olmak. Karışık, anlaşılmaz hiçbir yeri yok, olduğu anda Yardım sayfaları hemen durumu aydınlatıyor. Türkçe'ye gösterdikleri özen de cabası. Bu çocuk gazetemi getirdiği gibi bir de terliklerimi giydiriyor. :)

Ben de artık bir Google Reader üyesiyim, teslim oldum. Mutluyum, huzurluyum.

18 Nisan 2008

Yeni Bilgisayar Yeni Blog

Sonunda iş yerimdeki bilgisayarım değiştirildi!
Buna işlerimi daha iyi yapacağım, benden daha çok verim alacaklar (et- süt), bir wördü bir ekzeli açmak için 41 dakika beklemeyeceğim diye mi seviniyorum?

Valla onları sonra düşünürüm. Ne yalan söyleyeyim, ilk sırada sevindiğim, kendi kendine blog yasağı koyan eski bilgisayarımın aksine, bununla artık vakit buldukça buradan da yazı yazabilecek olmam. (İş yeri otoritelerinden birinin burayı okuduğunu bilsem yukarıda kurduğum cümleler çok daha farklı olurdu tabi. Yalan da söylerdim, takla da atardım.)

Sanki bu bloğu yeni açmışız, yeni yazmaya başlamışız gibi heyecanlıyım sayın seyirciler.

Aha resim bile ekledim.
Aha html açılıyor. Renkleri ve fontu değiştirebiliyorum!

Dur yayınlayayım hemen, tutmayın!

Dipteki Not: Çok mobil bir kişiliğin ve işin yoksa dizüstü kullanmanın gereği yoktur görüşümü halen savunuyorum. Masaüstü bilgisayarın rahatlığı hiçbir şey de yok arkadaş.

6 Nisan 2008

Deniz Cuylan


Adaşım diye söylemiyorum (ki ne kadar da saçma olurdu), elinden çıkan her şeye gözüm kapalı atlıyorum artık.

Bant Dergi'nin geçen yılki kapaklarından birinde o kocaman karakteristik burnunu görünce 'ben bunu bir yerden tanıyorum sanki' dedim. Meğer elimde tuttuğum ve ilk çıktığı günden beri peşine düştüğüm o derginin bizzat editörüymüş. Ve böylece oldukça yavaş ve sindirerek ilerleyen, daha da bitmez gibi görünen Deniz Cuylan hayranlığım başladı.

Elinden çıkan her şey derken bir bildiğim var herhalde. Bilmediklerim de vardır gibi geliyor ya neyse. Tarihe veya alfabeye göre değil, kendi kafama göre sıralıyorum:

Portecho: Sanırım işleri arasında en popüleri bu grup oldu. Hakkında 28 Şubat 2007'de bir şeyler karalamıştım. Tamburada.

Netame: Bu cuma günü kanlı canlı elime geçen 'şey'. Gözüme, kulağıma, gönlüme şenlik!
(Yukarıdaki Myspace bağlantısına tıklayın, birkaç şarkıyı dinleyin, başka da bir şey demiyorum a dostlar.)

"Dünyada ve Türkiye’de çok az denenmis çarpici bir tür olan Grafik Roman türünde cesur bir deneme. Kitap, Illüstrasyonlarin müzikle ve her ikisinin de öykülerle örtüstügü sinematografik bir tat barindiriyor. Üç disiplinin birbirinin içine geçtigi bu grafik roman/albüm, ayni hikayeleri, yetkin olduklari farkli dillerde anlatan üç arkadasin ürünü. Illüstratör Sadi Güran, Portecho ve Maya gruplarindan bildigimiz müzisyen-prodüktör Deniz Cuylan ve mimar-yazar Senem Akçay’in ortak bir çalismasi. Ihtisamli, karanlik ve kalbi kirik bir sehirde geçen, gerçek disina kayan ama gerçekten beslenen bu hikayeler, kitaptaki resim ve müziklerden ilhamini aliyor. Eser boyunca müzik, metin ve illüstrasyonlar, cümleleri tek baslarina kurmak yerine birbirlerine bos alanlar birakarak, hatta zaman zaman kendilerini unutturarak ilerliyorlar. Tüm anlatilari birlestiren ortak duygu ise tekinsizlik. Netame, okuyucuyu iç yolculuga sürükleyen bir kitap, kendisi de bir yolculuk hikayesi. Genelden çok detaya yönelen, karakterlerin etraflarina siradan hayatlarini örmek yerine bir anda onlari yasadiklari tekinsiz bir duruma indirgeyen. Bu da onu alisildik bir roman/hikaye betimlemesinin disina itiyor (...) "

Maya
: 2003 yılına ait Telecine adlı bir albümle sonuçlanmış bir elektronik müzik projesi.

Bant Dergi: Her hangi bir gazetecinin önünden geçerken 'beni al' diye bağıran kapakları; grafik, dizgi ve kağıt kalitesi; keşifleri, icatları, yazıları, yazarları, illüstrasyonları falanı filanıyla 'böyle bir dergi görülmemiştir' diyorum. Belki de vardır da ben görmemişimdir. Olsun, ben bu derginin güzelliğini yaşıyorum. Adamımız, az yukarıda da bahsettiğim gibi, bu derginin editörü oluyor.

Norrda: Yaklaşık iki saat önce keşfettim ve bilgisayarın başından kalkamadan geçirdim bu 120 dakikayı. Bu yazıya başlamamı sağladı. (Özellikle, albüme de adını veren Infinite Face'i dinlemenizi öneririm.) Şuradan biraz açıklama aşırayım:

"Vokal, perküsyon ve gitar üzerine kurulu, elektronik altyapılarla destekli müzik üreten Norrda’nın ilk albümü “Infinite Face", kasım başında çıkıyor. İngilizce sözlü bu albümde 9 şarkı bulunuyor. Grup üyelerinden Hakan Vreskala’nın İsveç’te yaşaması nedeniyle Norrda’nın temelleri İsveç’te atıldı, Norrda ismi de İsveç dilinde kuzey anlamına gelen Nor kelimesinden türetildi. Ancak kuzeylilik grubun sadece adında yok, vokalin melankolik havasına perküsyonla doğu tadı, gitarla kuzey esintileri katılıyor. Norrda’nın müziğindeki füzyon biraz da grup içindeki karakterlerin müzikal geçmişlerinden etkileniyor.Norrda’nın ana sahnesinde Selen Hünerli, Hakan Vreskala ve Portecho’dan tanıdığımız Deniz Cuylan ile birlikte canlı elektroniklerde konuk sanatçı olarak Ali Rıza Şahenk yer alıyor."

Tırtıllar: Bant Dergi'nin kurucularından Aylin Güngör ve Hakan Dedeoğlu ile cumartesi günleri Açık Radyo'da (16:00-17:00) yaptığı radyo programı imiş. Ben hiç dinlemedim, gezinirken karşılaştım. Tam adı, Susam Sokağı şarkısı olan (ben de nereden biliyorum diyordum) "tırtıllar asla kahverengi bot giymez" de olabilir.

Bunlar dışında Deniz Cuylan'ın Stockholm'de Play adlı bir elektronik müzik grubu projesi var. Ali Rıza Şahnek ile birlikte kurdukarı Fat Lab adında bir ses stüdyosu sahibi. Hakan Dedeoğlu'nun kayıtları için gitar mitar, ne bulursa çalıyor. Ayrıca kendisi film müzikleri de üretiyor. Buradan en son Mira'da karşımıza çıkan (korkuluklu klibi bir ara dönüyordu müzik kanallarında) Tan Tunçağ'a değinmek güzel olurdu, onu yerine ikisinin bir röportajını ekleyeyim.

Yazıyı, sırf kompozisyon tamamlansın diye zaten baştan beri söylediğim şeyi tekrar ederek bitiriyorum. Deniz Cuylan yakın takibimdedir ey ahali! (Aferin)