1 Aralık 2009

Güney Afrika: AIDS ile Savaş Planı

Yedi Kıta Muh(a)biri'nde biraz önce yayınladığım yazıyı daha fazla okurla paylaşmak için burada da yayınlamak istedim. (Kızanlar olursa affola!)

Öncelikle AIDS/HIV konusunda ufak bir bilgilendirme yapmak gerekirse; HIV (Human Immunedeficiency Virus) adından da anlaşılacağı gibi bağışıklık sisteminin zayıflamasına neden olan bir virüs tipidir. AIDS (Accuired Immune Deficiency Syndrome) ise HIV virüsünün etkisi ile bağışıklık sisteminin çökmesi ve kişinin hastalanmasıdır. HIV pozitif olmak AIDS pozitif olmak demek değildir. Bu yüzden de her HIV taşıyıcısı hastalıklı olmayı gerektirmez.

Güney Afrika AIDS'in dünyada en yaygın olduğu ülke. AIDS Foundation South Africa'nın verilerine göre ülkede 5 milyondan fazla kişi HIV virüsüne sahip. Korunmadan yapılan seks ile karşı tarafa HIV virüsünün transferini sağlamak çok kolay. Aynı zamanda anneden bebeğe doğum ya da emzirme sırasında HIV virüsü rahatlıkla geçebiliyor.

İşte bu yüzden Güney Afrika'nın 2009 yılında seçilen devlet başkanı Zuma, AIDS ile mücadelede yeni bir Ulusal Plan açıkladı. Bu plan dahilinde Amerika'dan 120 milyon dolar ek yardım talebinde bulunan Zuma hükümetinin amacı 2011'e kadar AIDS hastalarının %80'ini tedavi altına almak. Ancak hükümetin ARV adlı ilacı %80'lik bir kitleye ulaştırmaya maddi olanakları yeterli olacak mı ve ne kadarlık bir bütçe AIDS ile mücadeleye ayrılacak tam olarak bilinmiyor. Zuma'nın Ekim ayındaki konuşması da aktivistler tarafından övgü ile karşılanmıştı. Zuma yeni ulusal planla da Birleşmiş Milletler'in övgüsünü almış durumda.

Bütün bunlar buraya kadar ne kadar hoş gözüküyor değil mi? Güney Afrika'da yeni devlet başkanıyla dönüşümler görüyoruz gibi bir olgu yaratılıyor. Peki Zuma kimdir allahısen? Ondan önceki devlet başkanı nasıl bir herifçioğluydu da Zuma metihler alıyor?

Thabo Mkebi, bir önceki devlet başkanı, AIDS'i ulusal bir sorun olarak görmediği gibi AIDS ve HIV ile mücadelede ilaçlar yerine sarımsak ve pancar ile tedavinin doğru olacağını savunan bir insan. (Vallahi sallamıyorum, yalansa kurşuna dizsinler beni. Verdiğim linklerden siz de bu bilgiye ulaşabilirsiniz.) Aslında sarımsak/soğanın hastalıkları geçirmeye iyi geldiği Türkiye'de de yaygın bir görüştür. Hatta bir arkadaşım rahim ağzı kanserini her gün çiğ sarımsak ve soğan yiyerek atlatmış. Doktoru da ona şaşmış. (Kızın yalancısıyım). Bireyler istediği yöntemle kendilerini tedavi edebilirler. Ancak bir devlet başkanının pancar ve sarımsak varken ne ilacı demesi ve bu politikayı da senelerce devam ettirmesi asıl şaşılacak durum bence.

İşte ben de şaşıp kaldığımdan olacak Güney Afrika'da şeker pancarı üretimi diye google'da bir arama yaptım. (Google da arama yapma nedenim ise aklımda hep anlatılan bir mitin oluşmasıyla oldu: Hz. Muhammed döneminde hurma satışlarının durması sonucunda hurmanın kutsal bir yiyecek ilan edilmesi... ve buna ilave olarak Hz. Muhammed'in de hurma ticareti yapıyor olması...)Google Mkebi döneminde şeker pancarı üretimine başlandığı haberini verdi. 2006 yılında yapılan bu üretimin ana amacı etil alkol ve yakıt kullanımında pancara ihtiyaç duyulmasıymış (pancar'dan etil alkol üretimi konusunda bilgim yoktur). Neyse sonuç olarak alıcı ve üretici arasında pancar üretimi anlaşması bile çıkmış. Şeker pancarı üretiminin ilk defa 2006 yılında yapıldığı da şu haberin başlığından anlaşılıyor: "GA'nın ilk şeker pancarı mahsülleri beklendiğinden önce gelebilir". Hz. Muhammed'in hurmasıyla Mkebi'nin pancarı arasında kurduğum korelasyon da tutmuş oldu. Seni gidi Mkebi... İşini biliyon ah gevur ah...

Mkebi'yi aldık dağdan taşa kadar vurduk vuruşturduk da Zuma'ya ne demeli? Kendisi AIDS aktivisti olarak geçiniyor, peki gerçekten öyle mi? Onun için de ufak bir araştırma yaptım. Zuma'nın geçmişi her politikacı kadar karanlık çıktı. 2005 yılında Johannesburg Yüksek Mahkemesi Zuma hakkında aile dostu olan bir kadına tecavüz suçundan dava açmış. Zuma kadının HIV pozitif olduğunu bilmesine rağmen kondom kullanmamış. Rızayen mi yoksa tecavüz yoluyla mı birlikte olduğu konusunda ise medya ikiye ayrılmış. Hatta Zuma'nın partisinde bile çifte görüşler ortaya çıkmış. Mahkeme Zuma'yı suçsuz bulmuş ve "karşılıklı rıza ile birlikte olma" kararını vermiş. Buraya kadar Zuma'ya götelek falan diyemeyiz, haklısınız. Peki mahkeme sırasında Zuma'nın yaptığı açıklamayı duysanız:

"Mr Zuma said in court on Wednesday he had left his bedroom after having sex with the woman and taken a shower because this "would minimise the risk of contracting the disease [HIV]".

Türkçe meali ile Zuma kondom kullanmamış olabilir evet ama HIV pozitif kadınla seviştikten sonra hemen yataktan kalkarak duş almıştır. Ve duş alarak da "hastalığı kapma riskini en aza indirdiğini" iddia etmiştir. İşte göteleklik burada oluşuyor.

Zuma'nın duş alarak HIV kapma riskini azalttığı haberi için BBC News'e ve Zuma'nın AIDS ile mücadelede yeni adımlar atmaya başlaması haberi için ise El Cezire'ye selam ederim.

2005 yılından 2009'a kadar ya Zuma çok değişti ya da bu ne perhiz bu ne lahana turşusu (pancardan esinlendim) allahısen?

Tartışılması gereken bir başka konu ise acaba Güney Afrika'da HIV/AIDS testi mecburi hale getirilmeli midir sorusudur? Bu sorunun görüldüğü kadar kolay bir yanıtı olmadığını düşünüyorum. İnsan sağlığı açısından testin mecburi hale gelmesi gerekir. Ancak bireyin seçimini elinden almak da doğru mudur/etik midir sorusu da ayrı bir polemik yaratmaktadır.

31 Mart-3 Nisan tarihleri arasında Durban'da Güney Afrika AIDS Konferansı'nın 4.sü düzenlenecektir. Bu konferansların ilk üçünde konuşulanları bilmek ya da 4. konferansa katılmak isterseniz de şuraya bakabilirsiniz.

24 Kasım 2009

Tarih Öncesi Köpekler

Malumunuz, Dersim Katliamı'nı hatırlıyoruz son iki haftadır. Bu konudaki cahilliğimden utanarak günlerdir bulduğum her şeyi okuyorum. En son, Çayan Demirel'in şuradaki (teşekkürler Billur!) başta olmak üzere, bazı belgeselleri de izledim. Uzun uzun bir şey yazamayacağım. Ancak, ne hissettiğini şöyle kısaca bir anlat derseniz, kendi meşrebimce süzüp çıkardığım, bana her şeyi anlatan sözler Cemal Süreya'nın eşi Zuhal Tekkanat'a yazdığı mektuptan çıkan şu sözler/dizeler olur:

“Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”

(Zuhal Tekkanat'a mektup, 23. 7. 1972)

(1931 Tunceli doğumlu Cemal Süreya, 1938 yılında Bilecik'e bir yük vagonu içinde sürülürken yolda annesini ve bir kardeşini kaybetmiş. Şurada da bahsedilmiş.)

* Şair'İn hayatına ve şiirlerine şöyle psikoloji penceresinden bakayım derseniz psikiyatrist ve yazar Cemal Dindar'ın Yas İçinde Bir Göçebenin Türküsü: Cemal Süreya'nın 'şiire dahil' Hayatı ve Şiiri Üzerine bir İnceleme'sini okumanızı öneririm. Ekşi Sözlük'ten m0ruzak bahsetmiş.

** "CHP'nin onuru, evlâdı Kerbela'ya karşı" - Yıldırım Türker

21 Kasım 2009

Günün Okuması #3 - Domuz Gribi

Son zamanlarda Domuz Gribi denen hastalık dolayısıyla yaşanan panik ortamı içinde, benim düşüncelerimi de yansıtan "Korku Tüccarlığı Reloaded" adlı Enver Gülşen yazısını paylaşayım. Manzaranın sadece Türkiye'de değil, dünyada böyle olduğunu eklemek isterim. Lanse edildiğinden çok daha az tehlikeli olduğu aşikar bir salgına -hükümet ve medya tarafından- buldumcuk gibi atlayarak bu konuda halkı paniğe sürüklemenin dünyada mütemadiyen uygulanan bir politika olduğunu biliyoruz. Ankara metrolarında, otobüslerinde maskeli insanlar gördükçe hep bu aklıma geliyor. Hayır, bir gün gerçekten 'gerçek' bir salgın türeyecek ve biz inanmayacağız, o olacak.

Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz, ben yine birkaç alıntı yapacağım:

Domuz gribinin tüm dünyada salgın haline gelmesi ile birlikte, sokaktaki vatandaşlar olarak hepimizin kafası karışık. Bir taraftan gelen aşının güvenli olup olmadığı tartışmaları, öte taraftan ölen kişilerin sayısının Sağlık Bakanlığı tarafından adeta çetele tutularak insanların gözüne sokulması, domuz gribi ile ilgili tartışmaların çok boyutlu düşünülmesi gerektiğini ima ediyor.

(...)
Son yıllarda her yıl yeni bir salgın korkusuyla baş başa bırakıldığımızı hepimiz hatırlıyoruzdur. Sars hastalığından artık ne zaman öleceğiz diye gün sayarken, sars gitti kuş gribi gündemimize konuverdi. Tabii arada daha “yerel” olan kırım kongo kanamalı ateşli kene salgınlarını saymıyorum bile… Kuş gribi salgınında olan milyonlarca zavallı kuşa oldu. Bu salgın korkularını, adeta, hemen yarın hepimiz ölecekmişiz gibi yayanların arka planında, bu korkuların parsasını toplayan küresel aktörler olduğunu görmemiz uzun sürmedi. Evet, sadece tamiflu adı verilen ilacın satışından milyar dolarlar kazanmıştı kimileri…

Son haftalarda domuz gribi ile ilgili haberlere ve bu haberlerin resmi merciler aracılığıyla büyük bir korku mekanizmasına döndürülmesine hayretle bakıyorum. Sağlık Bakanı, adeta devletin en yetkili kişisi ağzıyla büyük bir korku pompalıyor ülkeye. Evet, gerçekten bir salgın olabilir. Ancak, sonuçta bu bir grip salgınıdır ve insanları bu derece büyük paniğe ve paranoyaya sevk etmeye Sağlık Bakanı dahi olsa kimsenin hakkı yoktur. Her gün çetele tutar gibi domuz gribinden ölenlerin sayısını vermenin insanlara, korkuya sevk ederek onların dengelerini bozmaktan fazla ne faydası olabilir merak ediyorum. Ve bu korku tüccarlığında, 40 milyon doz aşı sipariş etmiş bir Sağlık Bakanlığı’nın “yaptığımız şey doğru değilse bunun hesabını nasıl veririz” panik havasının etkili olduğunu düşünüyorum.

Sağlık Bakanlığı yetkilileri eminim doğru bildiklerini yapıyorlardır. Bu konuda diyebilecek çok fazla bir şeyimiz olamaz. Ancak, eğer bir ülke, Sağlık Bakanlığı aracılığıyla adeta bir korku ülkesi haline getirilmek isteniyorsa; ölüm oranı 1000′de 1, hatta 2000′de 1 kadar küçük olan bir hastalık, adeta her rastlayanı öldürecekmiş gibi bir tonlama ile sunuluyorsa burada art niyet olmasa da, basiretsizlik bulurum. Açıkçası Sağlık Bakanı Recep Akdağ televizyona her çıktığında artık söylediklerinden ziyade onun psikolojisine odaklanır oldum. Bana sanki salgının ve ölüm riskinin abartıldığı iddialarına ve bu yönde aldığı eleştirilere karşı, ne pahasına olursa olsun kendileri haklı çıksın diye uğraşan bir kişi izlenimi veriyor Sn. Akdağ. Açık söyleyeyim, bu psikoloji benim Sağlık Bakanı’na güvenmemi engelliyor. Bereket ki Sağlık Bakanlığının bütün eyyamcılığına karşın, Başbakan farklı ve daha sakin bir ses olarak yer alabildi Hükümet içinde.

Buradan Sağlık Bakanı Sn. Recep Akdağ’a sesleniyorum: Sn. Akdağ; anlıyoruz işinizi bütün ciddiyetiyle yapıyorsunuz. Anlıyoruz domuz gribi salgınını da ciddiye alıp büyük kayıplar olmadan engellemek istiyorsunuz. Ancak bir vatandaş olarak, bu mücadelenin yolunun sizin söylemlerinizle tezat oluşturduğunu düşünüyorum. Halkı, dışarı çıkamayacak, ya da yanında hapşıran bir insanı otobüsten atacak hale getirecek kadar paranoyak hale getirerek, ölüm sayılarını her dakika güncelleyerek gözümüze sokarak, kapitalist zorbalığın ve rantiyeciliğin en azından söylemlerle suyuna giderek olmaz bu mücadele. Zira sizin söylemleriniz ardından domuz gribinden rant kapısı açan bir çok sektör türedi. Küresel olanlarını saymıyorum bile! Ben vatandaş Enver Gülşen olarak, domuz gribinden ölenlerin sayısının gazetelerde, televizyonlarda her gün güncellenerek gözümüze sokulması ve çoluk çocuğun dengesinin bozulmasının sorumluluğunu bir Bakan olarak alıp, buna bir dur demenizi talep ediyorum. Siz de bilirsiniz ki hiçbir veri bir başka veri ile karşılaştırılma imkanı olmadan anlamlı değildir. İlla ki ölenlerin sayılarını verecekseniz, mesela mevsimsel gripten, mesela kazadan, mesela sigaradan ölenlerin sayıları ile birlikte güncelleyip verin ki karşılaştırma yapabilelim. Yoksa tek başına bu bilgileri gözümüze sokmanız benim vatandaş Enver olarak size olan güvenimi artırmaktan ziyade azaltıyor.

Katibim?

Bugün, bir süredir takip ettiğim münevver düşmani, seviyesiz bir blog sayesinde Chia e Tazi Pesen? (Whose is This Song? - Bu Şarkı Kimin?) adlı bir belgeselden haberdar oldum; üstüne üstlük bir de oturdum izledim. Alıp da okumak için sabırsızlandığım Genesis: “Büyük Ulusal Anlatı” ve Türklerin Kökeni adlı kitabında Murat Belge de bu belgeselden söz etmiş.

Belgesel, hepimizin bildiği Üsküdar'a Giderken yahut Katibim şarkısının aslında hangi ulusa sahip olduğunu bulmaya çalışıyor. Bir İstanbul şarkısıdır işte dediğinizi duyar gibiyim, o kadar emin olmayınız efendim.

Adela Peeva adlı Bulgar bir yönetmen İstanbul'da alaturka bir lokantada diğer Balkan milletlerinden arkadaşlarıyla demlendiği bir muhabbet sırasında arkada mevzubahis şarkı çalmaya başlar. Masadaki Yunan, Arnavut, Makedon vs. herkes bu şarkının aslında kendi ülkesine ait olduğunu iddia edince Peeva, bu işin peşine düşmeye karar verir. Bu şarkının ardından, İstanbul'dan çıkıp Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Sırbistan, Bosna ve Bulgaristan'ı arşınlayan yönetmen, her yerde farklı versiyonlarla karşılaşır. Olaylar gelişir.

Anonim bir şarkı üzerinden, aynı ana-babadan olma kardeşler kadar birbirine benzeyen Balkan halklarının birbirlerine düşmanlıklarını izlemek biraz gönül kırıcı. Fakat yönetmen sonunda müziğin birleştiriciliğine inancını kaybettiğini ima etse de, ben tam tersini düşünüyorum. Siyasi düşmanlıkların ne kadar yüzeysel olduğunu gösteren bir örnek oldu benim için bu belgesel.

Bir saat on dakika süren belgesel hemen aşağıda. İlgilendiyseniz mutlaka izlemenizi öneririm. Şiddetle.


11 Kasım 2009

Oyun Teorisi ve Kararlı Toplum


Geçen hafta, yıllar önce izlediğim A Beautiful Mind filmini tekrar izledim. Oyun Teorisi (Game Theory) ile ilgili ilk bilgiyi bu film sayesinde edinmiştim. O zaman bu teoriden hiçbir şey anlamadığımı itiraf etmeliyim. Daha çok John Nash'in muzdarip olduğu şizofreni hastalığı, Princeton University'nin kampüsünün güzelliği ve Go'nun ne menem bir oyun olduğuyla ilgilenmiştim.

Filmi izledikten sonra geçen altı-yedi yıl içerisinde Richard Dawkins'in Gen Bencildir, Jared Diamond'un Tüfek, Mikrop ve Çelik, Mary&John Gribbin'in İnsan Olmak* gibi kitaplarının yanı sıra internetten de insan evrimi, antropoloji ve sosyoloji ile ilgili birçok yazı okudum. Bugün filmdeki Nash'in evreka! sahnesini ve filmin sonunda yazan "Nash'in kuramları, küresel ticari anlaşmaları, işçi-işveren ilişkilerini ve hatta evrimsel biyolojiyi etkiledi" sözünün az çok ne anlama geldiğini anlayabiliyorum. Filmi tekrar izlediğime çok sevindim.

Filmde Nash'in kuramını geliştirdiği meşhur sahneyi şuradaki -türkçe altyazılı- youtube bağlantısından izleyebilirsiniz. (İzin verilmediği için videoyu buraya koyamadım maalesef.) Şu repliği buraya yazayım:
"Adam Smith, en iyi sonucu almak için gruptaki herkesin kendisi için en iyi olanı yapması gerekir demişti. Doğru ama eksik. Çünkü en iyi sonucu almak için gruptaki herkes hem kendisi hem de gruptaki diğerleri için en iyiyi yapmalı."
1973 yılında John Maynard Smith bu oyun teorisi üzerinden Evrimsel Kararlı Strateji (Evolutionarily Stable Strateji -ESS) adlı bir kavram geliştirdi. Bu kavram kısaca şöyle tanımlanabilir:

“Bir topluluğun üyelerinin çoğunluğu tarafindan benimsendiği taktirde, başka hiçbir alternatif stratejinin daha iyi olamayacağı bir stratejidir.' Ya da 'bir birey için en iyi strateji, nüfusun çoğunluğunun ne yaptığına bağlıdır. Stratejiden sapmaları ise, doğal seçilim cezalandıracaktır.'**

Bu şekilde söyleyince kafa karıştırıcı olduğunu Maynard da anlamış olacak ki, Şahin-Güvercin Oyunu dediği anlaşılır bir model oluşturmuş. Bu modellemeyi ilk kez Gen Bencildir kitabında okudum, anladığım kadarıyla en popüler ve sade versiyonunu Richard Dawkins geliştirmiş ki daha çok ona ait olarak anılıyor. Benim gibi amatör bir okuyucu için üçüncü elden en anlaşılır olanı ise İnsan Olmak kitabında anlatılmış. Bu uzun alıntıyı burada paylaşmak için yanıp tutuşuyorum, bu yüzden -hazır yazılmışını bulamadığımdan- üşenmeyip yazayacağım. (Kolay okunması için araya başlıklar koyuyor -italik kalınlar- ve paragrafları biraz bölüyorum.) Eğer buraya kadar yazılanları merakla okuduysanız bu kuşları seveceksiniz:

Başarı için Stratejiler

Maynard Smith, hepsi aynı türe ait hayvanlardan oluşmuşbir popülasyon hayal edin der. Popülasyonun her bir tekil üyesi ya bir Şahin olarak davranıp, saldırgan davranış gösterir ya da bir Güvercin olup barışçıl davranış gösterir. (Aslında güvercinler oldukça saldırgan kuşlardır ama metoforik bir şekilde barışı simgeleyegelmişlerdir.) Bir şahin ne zaman bir parça yiyecek bulsa ve türünün başka bir üyesini orada hazır görse, her zaman için eğer gerekiyorsa yiyeceği almak için savaşacaktır. Bir güvercin bir parça yiyecek bulmuşsa ancak türünün bir üyesi de oradaysa, saldırıya uğrar uğramamaz kaçacaktır. Eğer başka bir güvercinle karşılaşırsa, tehditkar bir gösteride bulunarak blöf yapmaya çalışacak ama sonunda yiyeceği bırakıp geri çekilecektir. Bunlar Maynard Smith'in matematiksel modeline programlanmış temel programlardır. Smith'in sorduğu sonraki soru güvercinlerin ve şahinlerin hangi oranının kararlı bir popülasyon temsil edeceğidir.

Bu katıksız varsayımsal bir örnektir ve biz de hayvanların gereksindiği yiyeceğin değerine işaret eden, bir takım katıksız olarak varsayımsal (ama akla uygun) rakamlar koyalım.

  1. Eğer birey yiyeceği alırsa 50 puan kazanır.
  2. Eğer kaçarsa, tabii ki, 0 puan alacaktır.
  3. Eğer kavgaya girer ve kaybederse yaralanacak ve -100 puan alacaktır.
  4. Eğer kaçmadan önce karşılıklı tehdit gösterisine girişirse, zaman kaybettiği için -10 puan alacaktır.

Rakamlar keyfidir ama her olası sonucun göreli statüsünü göstermektedir; bu belirli rakamlar Richard Dawkins'in The Selfish Gene'ninden alınmıştır.

En başarılı bireyler en fazla yiyeceği yiyen ve yaralanmaktan kurtulan ve böylece genlerini sonraki kuşağa aktarabilenlerdir. Puanlar üreme başarısıyla eşitlenmekte ve ESS teorisi popülasyonda, şahinler ve güvercinlerin bir kuşaktan diğerine devam edecek kararlı bir karışımı olup olmadığı sorusuna yöneliktir.

Hesaplamanın gösterdiği ilk şey, bu bakımdan, ne tümüyle şahinlerden ne de tümüyle güvercinlerden oluşan bir popülasyonun kararlı olacağıdır.

Güvercinler Başbaşa

İlk olarak güvercinleri ele alalım: Eğer herkes bir güvercinse, o zaman çatışmanın olduğu her seferde her iki birey de -10 puana mal olan bir tehdit gösterisi yaparlar. Ama içlerinden birisi önce kaçar ve diğeri yiyeceği alarak 50 puan alır ve bu da net olarak ona 40 puan kazandırır. 40 ve -10'u alıp, onları toplayıp ikiye böldüğünüzde çıkan ortalama sayı 15'tir.

Buraya kadar iyi. Herkes yiyecek buluyor, hiç kimse yaralanmıyor ve tüm güvercin toplumu sağlıklı görünüyor. (Bu çok basit örnekten de, neden bu kadar çok sayıda hayvan türünün çok incelikli ve uzun süren tehdit gösterilerini, hakiki bir kavgaya girişmeden karşıtını dize getirme çabalarını evrimleştirdiğini görebilirsiniz. İnsanlar da, diğer hayvanların yaptığı şekilde, çoğu zaman buna denk şeyler yaparlar.)

Güvercinlerin Arasında Bir Şahin

Ancak şimdi popülasyonda bir şahinin (mutasyonla) ortaya çıktığını düşünelim: Şahin tehditlerle zaman kaybetmeyecek ve her seferinde karşıtını kaçırıp ödülünü alacak ve 50 puan kazanacaktır. Şahinler seyrek oldukları sürece birbirleriyle nadiren karşılaşıp kavga edeceklerinden, güvercinler ortalama 15 puan kazanırken 50 puan toplayarak çok iyi bir iş çıkaracaklar ve genlerini popülasyon boyunca yayacaklardır.

Şahinler Başbaşa

Peki kefenin öteki tarafında ne olmaktadır? Tümüyle şahinlerden oluşan bir toplumda, her karşılaşma sert bir kavgayla sonuçlanır. Kazanan 50 puan alır, kaybeden -100 puan alır (100 puan kaybeder) ve ortalama, patetik bir biçimde -25'tir. (Böylesi bir popülasyon elbette sadece çatışmaların seyrek olduğu ve çoğu yiyeceğin başka bir şahinle karşılaşmadan ve kavga etmeden alınabildiği sürece hayatta kalabilir.)

Şahinlerin Arasında Bir Güvercin

Ancak (mutasyonla) bir güvercin ortaya çıkarsa ne olur? Bir şahinin tehdit ettiği her seferinde kaçarak ve her çatışmada 0 puan elde ederek ama etrafta kimse olmadığında yiyeceği alarak, güvercin de görece başarılıdır. Böylece güvercin genleri de bir yere kadar yayılırlar.

Besbelli ki, bu uçlar arasında şahinlerin ve güvercinlerin popülasyonunun aynı kaldığı, her iki stratejinin de herhangi bir çatışmada aynı ortalama kazancı sağladığı bir yerde kararlı bir durum olmalıdır. Burada seçtiğimiz belirli rakamlar için, kararlı popülasyon on ikide beş güvercin ve on ikide yedi şahin içerir (5 güvercin + 7 şahin= 12) -yani her beş güvercin için yedi şahin- ve her bir birey her bir çatışmada 6.25 puan toplar. Gerçek hayvanların gerçek popülasyonları açısından bunu biraz düzenleyebiliriz:

Her bir birey için on ikide yedi sefer bir şahin gibi davranmak ve on ikide beş kez bir güvercin gibi davranmak kararlı bir stratejidir. Sanki 'yarıdan biraz daha çok kez saldırgan davran, bu zamanın yarısından biraz daha az bir pasifist ol ve herhangi bir çatışmada hangisi olacağını rastgele seç' diyen, vücutta işleyen genler en başarılı genler olacaklardır. ESS ya her bir birey için yüzde x kere güvercin olmayı seçme ya da bireylerin yüzde x'inin sürekli güvercin olmayı seçmesi olabilir.

Ancak burada öne sürdüğümüz rakamlarda alışılmamış ve önemli bir şey vardır. ESS her bireye her çatışma için 6.25 puan sağlar. Herkesin güvercin olduğu senaryoda her birey, iki kattan daha fazlasını, 15 puan alıyordu. eğer hepsi güvercin olsaydı, popülasyondaki her birey daha iyi durumda olurdu:

'Türün iyiliği için' herkesin güvercin olduğu senaryo ESS'den daha iyidir! Ancak evrim böyle işlemez. Evrim türler değil bireyler üzerinde çalışır ve kararlı toplum öyle görünüyor ki, her bireyin yapabileceğinden daha kötüsünü yaptığı toplumdur.


Bu modelden, dünya görüşünüze ve bilginize göre yüzlerce çıkarım yapabilirsiniz. Tercihe göre uluslararası ilişkilerden borsaya; küresel savaşlardan küçük arkadaş çevrenize; çevre politikalarından aşk ilişkilerinize -hatta kişisel hesaplaşmalarınıza- kadar her şeyi belli bir açıdan aydınlatacak matematiksel bir şablon elde etmek kadar heyecan verici bir şey olamaz!


*İnsan Olmak 2005 yılında Dost tarafından yayınlanmış bir kitap. Ancak, sanırım Ergi Deniz Özsoy'un oldukça olumsuz önsözü (... Ancak kitap sosyobiyoloji diye ortaya atılan ideolojik sağlamlaştırmanın metodolojik zayıflığını , genetik ve evrimsel argümanların bu bağlamda bir 'ayağa düşüşünü' örnekleyen bir ibreti alem kanımca.) dolayısıyla senelerdir Dost'un çok/hiç satılmayan kitapları arasında duruyor ve fiyatı oldukça makul. Bu önsöz ve özellikle sosyobiyoloji konusunda yorum yapacak yetkinlikte değilim ancak yine de kitaba biraz haksızlık yapıldığını düşünüyorum.

**Alıntı buradan

2 Kasım 2009

Water: (Gurum Gandhiji)



Afrika'ya gitmek istiyorum mesela... Safari'ye katılmak adına değil de saçma gelecek belki ama "insani yardım" adı altında bir organizasyonla giderek bir şeyler yapmak, yaptığını sanmak... Çocuklara ders anlatmak ya da yol yapımına yardım etmek, temiz su sağlamak, hastalıklardan korunmaları için aşılar yapmak.... Yapmak da yapmak..

Bir de Hindistan'a gitmek istiyorum. Oraya gitmeyi istemem biraz da kendimi düşündüğümden aslında. Bir Guru ile oturup bugün de hava epey kapalı be guru, sence de yağmur yağar mı? diye sormak istiyorum mesela. Ya da gene insani yardım adı altında Hindistan'ın hayati sorunlarına el atmak, elimin altından geldiği kadar yardım etmek istiyorum. Benim elimin altından çok şey gelir ya zaten.

Oturup Water adlı filmi izleyip ağlamak yetmiyor bazen. Hindistan'da dulların yaşamını anlatan bir film. 2001 yılında yapılan nüfus sayımına göre Hindistan'da 34 milyon dul varmış misal. Water adlı filmde onların hayatını anlatan sosyal içerikli bir film. Slumdog Milyoner'in müziklerini yapan A. Rahman bu filmde de karşımıza çıkıyor. 34 milyon dul olsa ne olacak diye düşünebilir insan ancak Türkiye'de nüfus kağıdımızda dul ibaresi yazdığı senelerde Hindistan'daki dullar bir manastıra kapatılıyorlarmış. Beşik kertmesi mantığı onlarda da mevcut. Bu yüzden 9 yaşında dul kalan kızlar bile manastıra kapatılmışlar.

Hint kutsal kitaplarına göre dul kalmış bir kadının kocası öldükten sonra yarısı ölmüş demektir. Bu koşullar altında kadının 3 seçeneği vardır.
1) Kendisini kocasının cenazesinde öldürebilir
2) Kocasının ailesi izin verirse en genç erkek çocukları ile evlenebilir
3) Kendi kendini reddetme (self-denial: feragat). (üçüncü seçenek manastıra kapanmak olsa gerek.

Thanks to Gandi: 1947 yılında Hindistan'ı İngiliz sömürgesi olmaktan kurtaran Gandi kadın haklarına da önem veren bir insan. Aslında kadın haklarına ekstra önem vermiyor kadınları gün ışığına çıkarıyor. Gandi'ye göre kadın ve erkek aynı değil ancak eşittir (Women and men are equal but not identical). Bir kadın zeka olarak, mental olarak ve ruhsal/tinsel olarak bir erkekle çok kolay aşık atabilir diyor Gandhiji. Fiziksel durumları siktir et der kısaca.

Düşünüyorum da insani yardım adı altında bir şeyler yapayım diye bas bas bağırmamın nedenini yine Gandi'nin bir sözü ile açıklayabilirim. Kendisi sosyal fedakarlıkların ve hizmetlerin allahubukelamun'un katında büyük yeri olduğunu söylemiştir. Hatta bu işi insanın doğasına bağlayarak service has to be performed for self-fulfillment der Gurum Gandi.

Gandi'nin doğumgününde yazdığım bir yazıda buradadır.

31 Ekim 2009

Yedi Kıta Muh(a)biri

Yeni bir blog açtım. Hu huuu!!

Uluslararası haberleri Türkçe olarak azıcık yanlı, azıcık benim dilimden, azıcık da farklı bakış açılarından görebilmenizi istedim. Uluslararası İlişkiler, Siyaset, İnsan Hakları, Kadın Hakları, Çocuk Hakları, Devletler, Ülkeler, Müzik, Spor vb. konular...

Bir süre önce aynı konsept ile Adabasını'nda yazıyordum. Artık Yedi Kıta Muh(a)biri'ni kurdum. Yayınlanmasını istediğiniz haber nitelikli yazılarınızı mail atarsanız seve seve yayınlarım.

Bezis

18 Ekim 2009

Ailenin Internet Öğrenmesi

Bizimkiler şu 3G teknolojisine kendilerini adayarak eve bir Vınn aldılar. Abim olacak insan onlara hiçbir şey öğretmeden Adana'ya gittiği için de bizimkiler beni arayıp nasıl bağlanacağız, ne yapacağız gibi sorular soruyorlar... Kaç gündür babamı Vınn'la bir türlü internete sokamadım. Telefondan olmuyor be kardeşim. Babam bana şunu diyor misal:

- Evet ben şimdi tıkladım Vınn yazan yere... Hah bağlanıyor diyor. Bekleyin diyor. Bekleyin... Bekleyin... Bekleyin... Bekleyin...
+ Baba tamam bekliyorum tekrar etmene gerek yok.
- Hah bağlantınız da sorun var. Kesik ya da ot bok olabilir...
+ Baba telefondan yapamıyoruz bunu
- Dur kızım bir daha deneyelim..

3 kere deneniyor. Ama olmuyor. İzmir'de olsam 2 dakikamı alacak ama bağlanmayı bir türlü sağlayamıyorum. Neyse bugün komşunun kızından sonunda yardım istendi. Kendileri Vınn almışlar ama bilgisayardaki Internet Explorer dahi bulunamıyor. Annem ısrar ediyor, berfu ile konuşmakta kaç gündür. N'apcağımı şaşırdım burada. Komşunun kızı onlara neyin nasıl olacağını gösteriyor şu anda ama ne kadar söylenenleri akılda tutarlar onu da bilemiyorum.

Vınn denilen teknoloji henüz çok yeni olduğu için aslında çok da iyi değil. Yani tamam yanında taşıyorsun ve internete giriyorsun istediğin yerden eyvallah da artık bir çok kafede, pub'da zaten internet mevcut. Şifre direk söyleniyor müşteriye. Hadi onu da geçtim. Teknik sorunları var aletin. Bir kere garip bir şekilde yavaş çalışıyor. Bu yüzden de görüntülü arama ve konuşma yapmak belli yerlerde çok zor oluyor. Bu sorunu şimdi babamlarla bağlantı yaptığımızda yaşadım ve daha önce de S. adlı Ankara Dikmen'de oturan arkadaşımla "canlı bağlantı" yapamayınca yaşadım. Kameranın internet hızından dolayı tam çalışmıyor olması bir kere çok saçma çünkü bizimkilerin ana amacı şu an Berfu ile ve 3 ay sonra da ben ile görüntülü konuşmayı başarmak...
Turkcell'in kendini geliştirmesi temennisi ile..

Sözümü bitirirken anneme telefonda bilgisayar hakkında hiçbir laf edemeyeceğimi anladığım konuşmayı aktarıyorum:

+ Annecim messenger'ı masaüstüne kurarsınız daha rahat bulursunuz. Uğraşmazsınız aramakla bilgisayar içinde.
- Salondaki masanın üstünde zaten bilgisayar, aramıyoruz.

Seviyorum len sizi ailem benim! Deli de etseniz pek bir şirin ediyorsunuz, insan tam kızamıyor.

15 Ekim 2009

Ne Zitime Doğdun Yiğit?

Kuzenlerin iki hasından biri olan Yiğit'e Berf tarafından gönderilmiş kartı "use of abuse" ve "infridgement" gibi kelimelere rağmen bloga koyuyorum. Sıkıyorsa dava açsın kartın sahibi/gönderen...

Ha harbi Yiitcim doğa doğa ancak Türkiye'de doğmuşun. Oysa biz senden bir Somalilik bir Mozambiklilik beklerdik.

Yarın davul zurna eşliğinde Yiğit'in doğumgününü kutluyor olacağız. Şimdiden söylüyorum iki biradan fazla içmem agalar... Dün gece şarabı ver etmişim bünyeye, başım çatlıyor. Ar damarımın çatlamasından iyidir zaar.

11 Ekim 2009

Hayyamiyiz Biz Kendi Cennetimizde!!


(Ömer Hayyam olmaya kasılmış daha çok bir
keçiyi andıran minyatür havalı çizim)

Ömer Hayyam'ın Rubaileri elimde bir süredir. Evirip çevirip bakıyorum aklıma geldikçe. Biraz araştırma yaptım hakkında ve genelde zevk pezevengi denilecek tarzda yazılar mevcut kendisi hakkında. Hatta ahiret ya da tanrı inancının olmaması, dünyevi değerlerle hareket etmesinden bahsetmişler çoğu yerde.

Aslında ben dörtlüklerinde şunları buldum: Kendisinin Tanrı inancının olmadığını değil aksine olduğunu, şarap içmenin bu inancı yok etmeyeceğini aksine tanrı varsa eğer rahmeti ile Hayyam'ı kucaklayacağını, iş bu nedenden Hayyam'ın rubailerde tanrı ile şarap arasında gidip gelmesinin caiz olduğunu...

Hayyam Kemal Kara tarih kitaplarından öğrendiğimiz 1040 Dandanakan Savaşından sekiz sene sonra İran'da dünyaya gelmiş. Kendisi aslında şiirleri ile falan tanınıyor değil. Bir bilim adamı sıfatı var. Matematik ile arası baya iyi. Hayatına muhtemelen ki çok kadın girmediği için de kendisini şarap'a vermiş.
(Tarikatlar kralı Hasan Sabbah'ı bir baletmiş edasıyla görüyoruz)

Bir de Hayyam'ın garip arkadaşları var o dönemde. Hasan Sabbah... Ismini görünce yok artık dedim. Hasan Sabbah İranlıdır. Kendisinin dini öğretileri felaket kuvvetli olduğu için tarikatlara bulaşmış bir şahsiyettir. Uluslararası İlişkiler'de Sabbah'ın ismi terör çalışmalarında sıkça anılır. Müminlerine haşhaş ve işte dönemin diğer uyuşturucu çeşitlerinden içirerek/yedirerek terörist eylemler yaptırdığı söylenir. Bu eylemler genel olarak Sünni olan kesime yöneliktir. Ömer Hayyam'ı bir yana bırakarak Sabbah'tan azıcık daha bahsetmek istiyorum. Hasan Sabbah sayesinde İngilizce lügatına çok güzel bir kelime olan "assasination" geçmiştir. Assassin'in birbirini tamamlayan iki anlamı vardır. Assassin kimi kesimlerce "the followers of Hassan" (Hasan'ın müridleri) demektir. Kelimenin diğer türediği yer ise haşhaş yani haşhiş (ing: hashshasin-assassin) den gelmektedir. Şimdi bu Assassin'ler haşhaş alıp bilinçsiz bir şekilde kendi hayatlarına kıyarken aynı zamanda da öldürmek istedikleri adamları lime lime ettikleri için assasination kelimesi oluşmuştur. (Baya karışık anlattım sanırım işte siz asasin ve assasination kelimelerinin haşhaş kelimesinden doğru çıktığını bilin yeter.)

Tanrı inancı olmadığı söylenen Hayyam ile tarikatlar reisi Sabbah'ın kanka olarak 11.yy'da dolaşmasına bu yüzden biraz şaşırırım aslında. Eğer arkadaşlarsa Hayyam'ın bu kadar hayali/sanrılı (delusional) yazmasını da Sabbah ile haşhaş alemi yapmalarına bağlayabilirim. Yani hem tanrıdan bahsedip hem de ziterim tanrısını bana şarap ver şarap! demek biraz abes ile iştigal oluyor. Bir de Nizam-ül Mülk'ün de onların arkadaşı olduğu yazıyor bazı kaynaklarda. Ancak bu şahısın arkadaşlığı biraz şaibeli çünkü Nizam Sabbah'tan 40 yaş kadar büyük. Aynı medresede eğitim aldıkları söyleniyor ki Nizam eğer Sabbah ve Hayyam ile aynı medresede 40 yıllık farka rağmen eğitim aldıysa hangi ara veziriazam oldu onu da bilemiyorum?

(Apollo'nun tipine gel!)

Hayyam'ı okurken aklıma Eski Yunan dönemi de geldi aslında. Şimdi adama sefa pezevengi dedik ama olumlu anlamda kullandık biz bu kelimeyi. Kendisi dünya zevklerinden, özellikle de şaraptan büyük keyif alan bir şahsiyet. İş bu nedenden bence haşhaş almadan kafayı bulması daha muhtemeldir. Eski Yunan'da geçen ve daha sonraları Nietzsche'nin değindiği Tanrı Diyonisos ve Apollo tam da Hayyam'ın yaşadığı hayatı ele alıyor bence. Diyonisos Şarap Tanrısıdır ve onun karşısında da Apollo durur. İkisinin de Zeus'un çocukları olduğu söylenir. Apollo'nun erkek olduğu Diyonisos'un ise hem kadın hem adam olduğu söylenir (hermafrodit anlamında değil sanırım bu söylem. O döneme göre incelemek lazım, bilemeyeceğim). Apollo ise güneşi temsil eder. Akıl, mantık, bilgeliğin de temsilcisidir. (Nietzsche bu iki tanrıyı sanat ekseni altında incelemiştir, o kısma girmiyorum). İşte Tanrı Diyonisos da Hayyam gibi zevk ve sefanın peşindedir. Kaldı ki şarap tanrısı olmasından dolayı güzel sükse yapmıştır ortamlarda. Baccus diye bir de lakabı vardır Diyonisos'un. Apollo ise hem tanrılık rahmetini veren hem de kötü olaylara neden olabilen göt bir tanrıdır gözümde. Ancak insanda hem Apollo hem de Diyonisos birlikte uyumu sağlarlar. İşte bu yüzden ki Hayyam Apollo'nun rahmetinden de kendini dışlayamaz.

Hayyam'ın bir kaç dörtlüğü ile bu yazıyı sonlandırayım artık:

Biz aşka tapanlarız, müslüman değil;
Cılız karıncalarız, Süleyman değil;
Biz eskiler giyen benzi soluklarız:
Pazarda sırma satan bezirgan değil.
.....
Neredesin? Sana başkaldırmışım işte;
Karanlık içindeyim, ışığın nerede?
Cenneti ibadetle kazanacaksam
Senin ne cömertliğin kalır bu işte?
......
Şarap içip güzel sevmek mi daha iyi
İki yüzlü softaları dinlemek mi?
Sarhoşla aşık cehenneme gidecekse,
Kimselerin göreceği yoktur cenneti.
.....
En büyük söz Kuran bile
Arada bir okunur besmeleyle
Kadehteyse öyle bir ayet var ki
Okur insan her zaman, her yerde

O kadar gaza geldim ki Hayyamgillerden olup kendi cennetimi kurmaya karar verdim. Apollo'ya da "ya bi siktir git Apo.. veriyon ara gazı insanlara, sonra olan bana oluyor anasını satayım. Hadi Apo senin yerin bura değil.. Burada içki var, eğlence var" demek istiyorum.

9 Ekim 2009

Until the End of the World

Hollywood-Bollywood hastası değilseniz ve arada Alman, Fransız, İspanyol filmleri izleyebilen bir bünyeniz varsa Deniz'in bir önceki yazıda bahsettiği Wings of Desire adlı filmden önce ya da sonra izlenmesi gereken ikinci film Until the End of the World'dür (Bis ans Ende der Welt). IMDB manyağı filme 6.6 puan değer biçmiş, hah biz onların 7.8 dediği filmleri de biliyoruz zaten. Film fazlasıyla eleştirilmiş ve beğenilmeyen yanları olmuş. Ben buna ancak ağzının tadını bilmeyen eleştirmenler çıkmış piyasada vık vık konuşuyor derim.

Until the End ofthe World öyle hap gibi bir şey değildir. Yavaş yavaş, sindire sindire izlenmesi gerekir. Modunuzu izlemek için ayarlamanız her şeyin ötesinde önemlidir. Sonuçta Western filmi değildir kendisi. Bir süre sonra filmi müzikleri için de izlemeye başlarsınız. Hatta Wim Wenders gözümde Almanların hası olmuş ve soundrack'te R.E.M'i, U2'yu, Talking Heads'i dinletiştir. 1991 yapımı olan film 1999'da Hindistan'ın nükleer bir satalayt'ı düşürmesi konusuyla başlar. Aslında gariptir ki bu ön bilgi filmin hiçbir noktasını anlatmaz. 3cd'lik uzunca bir filmde istemediğiniz kadar dünyadan mekan görüp, garip hayatlarla karşılaşabilirsiniz. Wim Wenders filmi 5 saat yapmak isteyerek bütün hikayeyi anlatmak istemiştir ancak yapımcı filmi keserek 2.5-3 saat arasına sıkıştırmıştır. Şu an filmin üç ayrı versiyonu bulunmaktadır. Eğer 5 saatlik halini izlemek istiyorsanız sanırım İtalyan versiyonunu izlemeniz gerekiyor.
Filmin bir noktasında ağlarsınız belki de. Niye bilmem Wim Wenders'ın hangi filmini izlesem hık hık diye ağlayasım geliyor benim. Hatta gözyaşlarımı tutamıyorum bile. Dün gece de kuzenlerle içtikten sonra felaket yalnız kalmak istedim aslında ama arkadaşım S. bırakmadı bir türlü, yapıştı yakama. Sonuç Kızılay'da yürümeye başlamamız oldu. Bir noktasında kulaklıkları çıkarıp Until the End of the World'ün soundtrack'lerini dinlemeye başladım. Hava karanlık, gece olmuş çoktan... Dünya bir garip geldi bu müzikler eşliğinde... Nasıl tanımlasam? Eksik!
Hani hep bize öğretmişler ya: önce okuyacaksın, sonra üniversiteyi bitirirken birisini bulacaksın-o ara bulamazsan iyi adamlar kapılır- sonra iş bulacaksın, işin ilk senesinin sonunda da evleneceksin. Evlenip bir de çocuk koydun mu ortaya ohh daha ne istersin? Ne isterim(iz). Yok öyle bir hayat tarzı bende. Yani tabi ki de mavi bir gezegende yaşamayı falan düşünmüyorum. Dünya'da olduğumun da gayet farkındayım ama adam yok olum piyasada, kalmamış. Hepsinin bir marazı var anasını satayım. Annemi dinleseydim eğer 2. sınıftaki birlikteliğimi hiç bitirmezdim. Salaklık işte, nereden bileceksin iyilerin kapılacağını?
Ama bazen de düşünüyorum, eğer bu kurduğum mantık hatunlar için de geçerliyse o zaman ben de çürüğüm len, ben de evde kalmadım mı sanki? Bazen de diyorum filmdeki Claire Tourneur gibi olmak istiyorum ben diye. Peşinden gitmek her şeyin, istediğini yapmak, dünyanın sonuna kadar hayatı yakalamak, yakaladığını sanmak... Bazen ise Sam Farber (William Hurt oynuyor onu) gibi olsam diyorum... Bir idealim olsa, birileri için bir şeyler yapsam. Arada aşk beni bulsa, ben kaçsam, sonra tekrar bulsa...

(Bu gentlemen gibi olmak istemiyorum ama.. yok istemiyorum)


Benim gibi çok kolay aşık olduğunuzu sanıyorsanız işiniz daha da zor oluyor. Ama aşk güzel bir vaka yahu! Gerisini siktir edin..

4 Ekim 2009

Berlin'in Gökyüzü*


Bir kez olsun ciddi olmalı.

Çok yalnızdım ama hiç tek başıma yaşamadım.
Biriyle olduğumda genelde memnundum ama bunu hep bir tesadüf sandım;
bu insanlar benim ailemdi ama başkaları da olabilirdi.
Neden o kahverengi gözleri olan kardeşimdi de şu karşıda öylece duran yeşil gözlü adam değil?
Taksi şöforünün kızı benim arkadaşımdı ama yerine kollarımı bir atın boynuna da dolayabilirdim öyle değil mi?
Bir erkekle birlikteydim hatta aşıktım ama onu aniden terk edip o anda sokakta karşıdan gelen yabancı bir erkekle de kaçabilirdim.

Bana ister bak ister bakma, ister elini ver ister verme.
Hayır bana elini verme, uzaklaştır bakışlarını!

Sanırım bugün yeni ay var;
gece pek sakin değil. Yine de şehirde hiç kan akmayacak.

Ben hiç kimseyle oynamadım,
buna rağmen hiçbir zaman gözlerimi açıp şöyle de demedim;

İşte şimdi ciddi
.
Nihayet ciddileşiyor.

Böylece yaşlandım işte.
Yalnız ve ciddi değildiler, zaten zaman ciddiyetsizdir.
Hiç yalnız kalmadım, ne tek başımayken ne de biriyle birlikteyken.
Aslında artık yalnız olmak isterdim,
çünkü yalnızlık
artık bir bütün olmak
demektir.

Artık bunu söyleyebilirim;
bu gece işte, ben de nihayet yalnızım!
Tesadüfler artık bitmeli.
Yeni ay, karar vermenin 'yeni ay'ı.
Yazgı diye bir şey var mı bilmiyorum ama karar vermek diye bir şey var,
karar ver!
Bak biz 'zaman'ız şimdi;
sadece bütün şehir değil, bütün dünya bizim bu önemli kararımızın parçası.

İkimiz iki kişi olmaktan da öteyiz; bir şeyleri oluşturuyoruz.
Seninle halkın yerinde oturuyoruz
ve meydan bizimle aynı dilekleri paylaşan bir sürü insanla dolu.
Oyunun kurallarını biz belirliyoruz.

Ama şimdi sıra sende,
oyun sende,
ya şimdi ya da asla!

Bana ihtiyacın var, bana ihtiyacın olacak.
Bu, ikimizin hikayesinden daha büyük bir hikaye;
bu erkeğin ve kadının hikayesi;
bu devlerin hikayesi olacak!
Bu görünmez ama aktarılabilen yeni bir neslin hikayesi olacak.

Bak, gözlerime bak! Onlar zorunluluğun resmidir.
Buradakilerin geleceğinin resmi...

Dün gece rüyamda o yabancıyı gördüm.
Yani kocamı.
Ben bir tek onunla yalnız olabilirim,
sadece onun için alabildiğine açık olabilirim.
Bütün olarak içime alabilirim onu,
onu paylaşılan mutluluğun labirentiyle sarmalayabilirim.

Biliyorum.
O sensin...
* Wim Wenders'ın bu muhteşem filminin orijinal adı: Der Himmel Über Berlin. Başlık bana ait. 'Gökyüzü' kelimesinin takı kabul etmez, içeriğine birebir uyan özgürlüğüne bayıldığım malum.

** Filmin benim için en vurucu repliğinin hazır yazılmış halini şurada bulmak çok güzel oldu. Fakat bence bu bir şiirdir, bu nedenle ona göre bazı noktalama işaretleri, düzeltmeler ve boşluklar ekledim naçizane. Açıkçası Türkçe çevirisinin pek iyi olduğunu düşünmüyorum ama derin içerik daha önemli olduğundan yayınladım yine de.

***Filmi bana uzun zaman önce öneren Beyza'ya teşekkürü bir borç bilirim. Biraz ağır bir film, İngilizce altyazılı izleyince biraz daha ağır oluyor hatta. "Aşka dair replikleri en derin olan film" sıralamamda birinciliği Before Sunset ile paylaşacaklar artık. Özellikle şiir sevenlere şiddetle tavsiyemdir.

**** Şurada da yazdığı gibi; kamera şiir ritminde hareket ediyor. İzleyin, şiiri seyredin…

Gandi'yi Anarken


Gandi'nin doğumgünü de geçti 2 Ekim'de... Yazacaktım hatta yazdım bir şeyler ama bu ara "kaydı yayınla" butonuma elim gitmiyor yahu. Neyse aslanımızsın ve hatta kaplanımızsın Gandi. Şiddete karşıt olan görüşleri ve tavırlarıyla her zaman tek bir Hindistan hayali kuran bir insandır kendisi. Ancak tek bir etnik yapılanma ile değil multi-etnik bir yapıda birliği savunur. Savaş, şiddet gibi kavramların halkları birbirinden uzaklaştırdığına inanır.

Pakistanlı bir arkadaşım A.R.'ye geçen gün Gandi Pakistanlılar için ne ifade eder diye sordum? Kendisi ılımlı Pakistanlıların Gandi'yi sevdiğini ve onun öğretilerini doğru bulduklarını, ilk ayrım başladığında bile bu insanların Hindistan'dan ayrılmak istemediğini söyledi. Peki radikal Pakistanlılar neden sevmez Gandi'yi dedim? Bunun nedeninin ise Gandi'nin bütünleşmeye yönelik sözleri olduğunu söyledi.

Gandi döneminde iktidarda olan Nehru yüzünden bugün Gandi'yi pek de iyi tanımıyoruz aslında. Nehru'nun ağır politikaları yüzünden Gandi'nin barış yanlı görüşleri de o dönemde hafife alınmıştır. Ancak ikinci dünya savaşı sırasında bile Third Worldist Approach adı altında savaşa girmemeyi, savaşın gelişmemiş ülkeler için çok ağır sonuçları olacağını savunanlar arasında gelir Gandi...

Kendisini saygı ile anıyorum. O ki insanlığın nasıl olması gerektiğini, insan olmanın, erdemli olmanın, eğitimin önemini savunmuş bir insandır. Ve yine o ki barışçıl bir felsefe gütmüştür. Gandi'nin ağzından kimse için "la olum senin için de onla bunla takılıyor diyorlar" gibi bir laf duymadım mesela ben. İncecik fiziksel hatları ve kuşandığı o kıyafetle dünyadaki pek çok liderden hatta hemen hemen hepsinden daha iyidir benim gözümde.

Yürü be Gandi iyi ki doğdun!

25 Eylül 2009

Adalet Neden İnsanın Temeli Değildir?

(Cem Koç adlı blogger'ın Terazi'nin Kefesi adlı blogu için yaptığı bir çizim.)
Uyuzum okur ben bayramlara... Bayram da bayram... Tatlı yemekten diliniz damağınıza yapışıyor. Eve gelen hanım amca ve teyzelere "ya ya evet Amerika'ya gideceğim, rabbul bukelamunun izniylen tabi... ancak önce şu tezi bitirmem gerek" söylemlerim eşliğinde 3 gün geçirdim. Hayır bir de bizimkiler apartmanın wisdom sahibi, yaşını başını almış sakinleri olunca ev ilk günden on beş kişiyi falan ağırladı. Gelen ayağını sürüdü, giden geri geldi biraz daha oturdu...

Bayramın en çarpıcı yanı ise abim olacak insan ile dışarı çıkmam sonucunda belanın bizi bulmasıydı. Olay tam olarak şöyle gerçekleşti: Abimle onun can ciğer dostu M. bir yerde demleniyorlardı ve ben de seke seke yanlarına gittim. İkisi zaten bir 35'lik devirmiş, rakı masasında değil balık zurna olmuşlardı. Ben de 2 bira ile eşlik ettim kendilerine. Gece 12 sularında Bostanlı'da her gün gittiğimiz kahvehane olan Hayal'e gidip birer acı türk kahvesi içelim paşalar dedik. İşte her şey oturduğumuz mekandan kalktığımızda gerçekleşti. Tek sıra halinde sokakta yürürken bir anda bir araba sesi duydum. Len karşıdan araba da gelmiyor amma, haydin hayırlısı dememe vakit kalmadı abim beni kenara doğru ittirdi. Meğer manyağın teki arabayı geri vitese takıp gazı da köklemiş. Neyse arabanın dikiz aynası hafifçe abime vurunca biz de gayet insani bir şekilde adamlara "n'apıyonuz be kardeşim, çarptınız!" dedik. Bu sözümüz abim ve onun saz arkadaşı M.'ye bir kaç yumruğa benim ise bu zibidilerden biri tarafından itilmeme neden oldu.
O an çok garipti.. Bir baktım abim yanımda değil. Tipin teki arabadan inmiş, gayet güzel kardeşim siz çarptınız asıl diyor ve bir saniye sonra da sanki dostmuşcasına bir elini abimin omzuna koyup ve diğeri ile de yumruğu patlatıyordu. Rüya gibi anlattım ama o an gerçekten bana rüya gibi gelmişti. Bu sırada dikkatimi arabayı kullanan tipin arabadan çıkması da çekmişti. Abim yerdeyken ben o tipe konsantre olmuştum çünkü bu zat-ı tipi tip arabadan güneş gözlükleri ile indi. Gecenin körü güneş gözlüğü takmış salak inerken... Ben mallığına vermiştim ama sanırım tanınmak istemediğinden öyle bir şey yaptı. Daha sonra karakolda kendisinin 12 sabıkasının olduğunu öğrendik çünkü...

Keşke her şey dayak yememizle bitseydi... Salak gibi babamın mesleği icabı olan lokale gittik. Lokalin altında polis durur çünkü. Neyse açılır kapanır bir kapı var. Biz tabi sinirliyiz. Aşağıdaki görevliye polisi getir diyoruz. Bu sırada ben 155'i arıyorum, arabanın plakasını veriyorum. Size ekip göndereceğiz bekleyin orada diyorlar. Eyvallah diyoruz. Abim ve M. sinir küpü... Dayağı öyle böyle değil iyi bir yediler. Bir de her zaman gittikleri barların önünde olduğu için M. ayrı bir sinirli. Rezil olduk lan cümle aleme diyor. Abim ise s.kerim len alemini düşündüğün şeye bak diyerek tekrar bir atar yapıyor. İşte tam o sırada ben lokalin kapısına dikkat etmiyorum. Otomatik kapı kapanırken geçmeye çalışıyorum ve kapı orada bir insan olduğunu anlamadığı için kapanmaya devam ediyor. Sonuç ise lokalin görevlisinin: "ya efendim kapıyı kırdınız. ben memurum... bu benim zimmetimde. kapıyı nasıl kırarsınız" şeklindeki bağrışları; benim ise "kardeşim bak sinirliyim bana kapı diyosun... Kapı resmen çarptı bana... Benim etim ne budum ne kapıyı kırayım" demem sonucunda lokal kimliklerimizi istiyor bizden. Hakkımızda tutanak tutacakmış. Buyur tut dedik biz de, ne diyelim...

Polis gelmek bilmiyor o sırada bir türlü...Lokalin dışarısına çıkıyoruz ve bir ekip yanaşıyor. Biz harıl harıl anlatıyoruz şöyle oldu böyle oldu diye... Bu sırada içerideki polislerden biri "gençler hayırdır ya, beni tanımadınız mı?" diyor. Bizimkiler şöyle bir bakıyorlar... Aaa Savaş abi dedikleri anda gözünü sevdiğimin abisi arabadan iniyor hepimizi bir öpüyor. Seneler boyunca bizim apartmanın altında görev yapmış Savaş abiye derdimizi anlatıyoruz. Abimin arkadaşı M. "Savaş Abi bu şu piçleri... Karşıma getir benim. Bak çok sinirliyim. Bilirsin bizi" diyor. Telefonlar alınıyor. Biz karakola gidiyoruz. Karakolda ifade vericez. Ömrümüzde karakol içi görmemişiz. Nedir ne değildir.. İçeride maskulenite 1500 dolaylarında. Oturuyoruz bir 5 dakika geçiyor. Savaş Abi arıyor M.yi. "Bir yere ayrılmayın geliyoruz" diyor. Yakalandılar oleyy diye seviniyoruz tabi biz. Bu sırada saat 1.30 yaklaşmış. Damarlardaki alkol adrenalin yüzünden gitmiş. Düşünüyoruz, peki ya şimdi n'apcaz?

Bir ara odada M. ben ve abim yalnızız. Özür dilesinler, polisler de biraz hırpalasın bırakalım diyoruz. Ama polis geliyor içeri: "eee özür diliyorlar mı diyoruz". Ne özrü nerede olduklarının bile farkında değil hiçbiri. Biz yapmadık diyor adamlar diyor. Biz tabi haydaaa şeklinde kalakalıyoruz. Abime ve M.'ye "eğer bu adamları şimdi tamam bırakın desek bırakacaklar ama yarın bu adamlar birisini öldürürse? Bunları bırakmamak lazım. Akılları başlarına gelsin. Dava açalım. Biz açmayacak ve tırsacaksak bu ülkede kim tırsmaz?" diyorum. Onaylıyorlar ve suç duyurusuna getiriyoruz işi. Adamlar nezarete gidiyor. Bu sırada nezarette yatan başka bir suçlu yukarı yollanıyor çünkü gözünü sevdiğimin karakolunda tek nezaret var (komik!!). Neyse Karşıyaka Sağlık Merkezine gidin de sağlık raporu alın diyor polisler. Gecenin körü hastanede rapor sırası bekliyoruz. Darp olduğunu kanıtlamamız gerekecekmiş. Bu sırada doktordan azar işitiyorum gene... Aklıma kırdığım kapı geliyor gülüyorum...

Çıkıyoruz karakola geri döneceğiz. Peki ya şimdi?N'apcaz? Babamı mı arasak diye düşünüyoruz. Panik olursa diye tedirgin olmamıza rağmen arıyoruz: "Baba biz karakola düştük". Babam karakola koşuyor. Aynı odada bu sefer babam da var, oturuyoruz. Üzülmeyin, hiç olmayacak şey olmuş diyor. Bu sırada içeri bir polis giriyor ve zanlıların bir tanesinden bıçak çıktığını söylüyor. Babam 6314'e göre biraz ceza alabilir aslında o zaman diyor. Polis 5 dakika sonra geri geliyor ekmek bıçağıymış çıkan diyor. Babamın yüzü hafif düşüyor. Ekmek bıçağı 6314'e girmez diyor. Bu sırada ben babamla konuşmaya başlıyorum. Bu nasıl bir sistem, adam arabada ekmek bıçağı ile geziyor ve bunun bir suçu yok mu? Aynı adamın 12 sabıkası var baba yapmayın diyorum.... Babam haklı olduğumu yarayan bir kamu vicdanı olduğunu ancak hukuğun bu konuda bir şey yapamadığını söylüyor. Hukuk hakkında tartışıyoruz. Babam sabah savcı onları serbest bırakacak onu bir kere kabul edin diyor. Biz karşı çıkıyoruz. Babam gene hukuğun elinin kolunun bağlı olduğunu söylüyor. Ardından da ekliyor. Bu tip davalarda bir de zanlıya mahkeme avukat bulur, sen avukatını kendin bulursun. Zanlı para ödemez avukata sen mağdur olarak ödersin diyor... Gülmek istiyorum. Hukuğun kim elini kolunu bağlamış olabilir, ne zaman bu sistem bu hale geldi acaba diye düşünüyorum.

Gece 4 gibi karakoldan çıkıyoruz. İfadeler alınmış. Babam sabah savcıya gidecek... Adamlar nezarette... Sabah oluyor uyanıyoruz. Babam geliyor adamlar çıkmış diyor. Biz nasıl olur diye sinirliyiz. Savcı bırakmış, ben daha konuşamadan gece bırakmışlar diyor. Biz bütün gece olayı savcılığa taşırsak başımıza bir şey gelir mi diye düşünürken savcılık direk bırakıyor adamları...

Lokalin bana çarpan ve benim kapıyı kırdığımı inatla savunan görevli babamın ismini görünce gece bir anda yön değiştiriyor. Aaa ben bilseydim sizin bilmem kimin kızı olduğunuzu hiç demezdim, hiç tutmazdım tutanak.. vah vah.. tüh tüh.. iki kat üzüldüm şimdi diyor. Ben "sağlık olsun.. İmzamı atayım tutanağa gideyim" diyorum. Atıyorum imzayı. Ertesi gün öğlen kapının üzerine zimmetli olduğunu söyleyen görevli arıyor abimi. Kapıyı yapmışlar. Babanıza söylemeyin diyor. Ancak çok geç. Ben kıvranıyorum bütün gün evde: "Şu bayramın akide şekeri olan misafirler bir gitmek bilmedi. Babamı arayacaklar şimdi. Önce benim söylemem lazım oysa" diye. Bir ara yakalayıp gidiyorum babamın yanına... Baba diyorum "ben lokalin kapısını kırdım". Babam asıl o senin omzunu kırsaymış ben yapacağımı bilirdim diyor. Ertesi gün akşam annem, babam ve ben balık yemeğe oraya gidiyoruz. Kapı üstüne zimmetli görevli bana bakıyor, babam yokken hemen soruyor: "babanızın haberi yok değil mi?". Hayır var söyledim diyorum. Şikayet etmeseydiniz beni diyor. Hayır etmedim merak etmeyin diyorum. Biraz mahçup kalıyor. Ben şimdi bilmem kimin kızı olmasaydım bu adam o artizliğine devam edecekti öyle mi diye düşünüyorum içimden... Ve babama şikayet edip etmediğimi sorguluyor bir de... Bu memlekette ya birinin çocuğu ya da eşi mi olmak gerekiyor illa?

Şimdi çıksam dışarı bi kaç adam pataklasam biliyorum ki delici, kesici alet kullanmadığım sürece en fazla 3 saat nezarette kalırım. Polisin de eli kolu bağlı. Adamların gücü tamemen gitmiş AB diye. Kabul, görevini suistimal eden polisciklerimiz fazlasıyla var. Ama kardeşim ne hukuğun elinden bir şey geliyor ne de polisin...

İşte memleketim bu durumda sayın başbakan. Siz daha milletin evine gidip sigara paketleri toplayın.

12 Eylül 2009

Doğumgünü mü? Ne Dedin?

13-09-2009 için:

Bu sene doğum günümü kutlamak istemiyorum bir şekilde. Akşam dışarı çıkacağız ama içimden bir ses yapma, gitme falan diyor. Ne diye gitmeyeceğim ki? Kendi doğumgününe gitmemek… Aslında farklı olurdum herkesten. Eğer amacım farklı olmak olsaydı. Değil.
Ama ben giyindim kuşandım ve gidiyorum. İki gündür çevremdeki insanların gene üzerime üzerime gelmeye başlamasını nasıl değerlendireceğimi de bilemiyorum. Ha bir de benim kimseyi aramamaya başlamam var ki sormayın gitsin. İş güç diyip duruyorum bir de onlara. Evet, kafam dolu ve evet bir sürü yapacak şey var ama neden bunlar benim en yakınımdakileri aramamı engelliyor ki? Zaten bir eksilmiş devam ediyorum yola… Ha bir eksik ha bir fazla ne fark eder ki?

Arkadaşlardan geçtim, dostluklardan da geçtim de ablam olsaydı bari be? Niye yok ki? Niye yoksun len gudik? Oradan da bir eksiklik var tabi.. Kemirilmişlik hissi oluyor bu da.

Ne yapıyorum ki ben Ankara’da? Ne işim var burada? Bir de benim ne işim var allahısen elin Amerikasında? Erkeklerde depresyon daha zor atlatılıyormuş bir de bunu da biliyorum. Salladım ya da bilmiyorum. Annem bayramda daha erken gel dediğinde ona neden imkansız olduğunu açıkladım. Gidemez miyim? Gitmemeli miyim? Peki ya buradaki sorumluluklarım… Hu huuu… Bir tezin var bitmesi gereken. Bakılması gereken tiineyc gençler ve düşünülmesi gereken bir çok problem…

Ve ben gene aynı noktadayım. Bir tepeye gitseydim keşke bugün… Sessizce oturup düşünseydim ne yaptığımı? Yapmadım.

Ne diye gitmeyeceğim ki doğumgünümü kutlamaya kuzenlerimin yanına? Aslında farklı olurdum herkesten. Eğer amacım farklı olmak olsaydı. Değil.

Yurt Hayatı Dedikleri

(Bu oda benimki değil. Benim odam daha çok tımarhane havası katan ya da alkol tedavisi için bir odada kalıyormuşsunuz gibi hissettiren bi yer. Hatta duvaarın en köşesine geçip dizlerimi gögsüme kadar çekerek arkaya ve öne sallanma hissi veren bir yer benim odam. Tamam abarttım.)

Dün gece Bilkent’e taşındım. Advisör sıfatı ile buradaki “heyoo lise bitti, artık sapıtabiliriz” diyen gençlere bir Fransız mürebbiye’ymişcesine “hayır arkadaşlar sapıtamazsınız… burası yurt ve yurtlarda disiplin esastır” diye sesleneceğim. Ya da “la olum sabahtan beri lak lak, bi susun gari” de diyebilirim. (Henüz diğer advisör gelmedi, o yüzden bol keseden sallıyorum) Ama garip bir duyguymuş yurda çıkmak. Kızlar 18-19 yaşında ve sen onların başında disiplin amirisin. Benden ne amir olur ya?

Bana kalsa yurtlar karışık olmalı ve kızlarımız bir erkeği boxer’la görmeye alışmalıdır. Ancak onlar dün gece bir yandaki yurdun erkekleri ile gitar eşliğinde halay falan çektiler. Boxer’la görmek de neymiş? Bu söylediklerimi aşağıda duran “aşırı milliyetçi” F. Abla duysa beni yurttan attırmak için elinden geleni yapar. Ben aşırı milliyetçi mi dedim kendisi için, ha evet… Kendisini tarif ederken “benim de kötü huylarım var aslında… Ben de aşırı milliyetçiyim” dedi F. Ablam. Gözümün nuru, sonra da Pascal adında bir Fransız öğrenci ile ne de iyi anlaştığını anlattı. Abla hani milliyetçiydin dediğimde de gözlerini bir bu yana bir diğer yana devirerek orası öyle ama işte falan yaptı. O sırada göz hareketleri ile dudak hareketlerini görmeniz gerekirdi. Kendisi ile muhabbetim ise şöyle ortaya çıktı. Ben yengeç gibi iki katı zıp zıp zıplayarak aşağıdaki banklardan birine oturacaktım ancak F. Abla’nın önünden geçerken “bak bi… bi bakkk” şeklinde bir cümle duydum. “buyur abla” dedim. “2009 nasıl söylenir İngilizce’de?” dedi. Şöyle bir ablaklaştım. Kadın acaba beni hazırlıklardan biri mi sandı da bilgimi ölçüyor diye de düşündüm. Sonra daha ben söylemeden kendisi atladı: “tu tasund en nayn” di mi? Evet abla aynen öyle dedim. Durdu zaten kendisinin söylemeyi bildiğini ama bir türlü tasund yazamadığını söyledi. Ben de ulen ben 17-18 yaşların advisörü olmayacak mıydım bu yurtta? Ablalara da yardım mı edicem diye düşündüm. Yok düşünmedim aslında. Heyecanlandım F. Abla bana bu soruyu yöneltince. Gerçekten İngilizce mi çalışıyor yani bu kadın diye yanına gittim. Ayaklarımı hafif havaya kaldırıp onun oturduğu yerin arkasına doğru sarktım, evet İngilizce kitabı açılıydı önünde. Ben tabi dumur…

İşte konuşmanın uzaması ve kendini aşırı milliyetçi olarak tanıtması ardından da hukukçuları hiç sevmem demesi her şeye tuz biber oldu. Bir de kadın haz alıyordu bu tip konuşmaktan. “Valla kusura bakma baban hukukçuymuş ama yani geçen sene benim bir icra davam oldu (gözleri devirir bu sırada) ve avukat her ay dosyadan açma kapama parası aldı. Meğer her ay dosyanın açılıp kapanması gerekmiyormuş da. Böyle işte hukukçular!” F. Abla o adam avukat hukukçu değil. O adam üç kuruş için bunu yapar tabi, parayı öyle kazanıyor desem de yok valla hukukçu o da… Zaten hukuk da neymiş, ben inanmıyorum hukuka. Hukuk yoktur adalet vardır gibi laflar etti. Hatta bu son ettiği “hukuk yoktur adalet vardır” lafı sanki bir filmden aşırma ya da bir yerden alıntı gibi duruyordu ama üstelemedim. O konuşmaya devam ederken de hukuk ve adalet kavramları üzerinde düşündüm biraz. Gerçi o sırada gene kendisi “bir Allah’a hesap verilir. Sen oruç tutuyor musun bakayım?” dedi. Aldım arkadaşlar başıma belayı… Hayırlara vesile olsun…

Ya bir de denk geldi ikidir gece bu kadın duruyor. Gece 12.3o dan sonra kapıyı kitliyor falan. Hafta sonları da gece 2 de kitleniyormuş. Dönemlik 15 gün yurt dışında raporsuz kalma hakkım varmış. (Gerçi bu doldurduğum form 17-18 yaş hazırlıkların oldurduğu form ile aynı.) Ya bir gidin allahasen! Anneme bu kadar hesap vermiyorum ben.

9 Eylül 2009

Part II- Babam bizim neden şimdiye kadar evlenemediğimizi çözdü


Bu yaz İzmir’e gittiğim ilk gece yemekten sonra erkek kardeş Çağatay’la “hadi Bostanlı’da bi bira içelim” diye dışarı çıkmaya karar verdik. Ben giyindim geldim, gittim salonda televizyon izleyen babamı öptüm, “hadi hazırım” dedim bizim oğlana. Bunun gözler bi belerdi böyle. Kendisi kazak erkeğidir zira, böyle bi belertir bazen gözleri. “Abla ne bu hal yaaa, böyle mi çıkcaksın dışarıya. Hayatta olmaz, git başka bişi giy ya da üstüne hırka mırka bişi al” dedi. Kıyafeti açık bulmuş beyefendi. Ben ama acaip inatımdır böyle konularda “hadi len” dedim kendisine. Fakat diretti. Olm sen benden küçüksün, ne diretiyosun? Ablaya kalkan eller kırılır, otur len yerine di mi? Yok “vır vır vır, herkes dönüp dönüp bakarsa rahatsız olurmuş da bilmemneymiş de”. Yahu millet nie bana baksın. Bostanlı’da kızlar kıçlarında şortla geziyorlar taş gibi. Ben erkek olsam ne bana bakcam, direk onlara bakarım. Dediysem de bizim tartışma uzadı.

Bu vesileyle babam “Ciddi birşey var herhal. Eşşek kadar oldular fakat Beşiktaş'ın transfer haberlerini de bi ağız tadıylan izletmiyorlar” diye düşünüp yanımıza geldi. Çağatay konuyu kendisine “aplam ne biçim giyinmiş ya baksana” şeklinde aktarınca, az önce kendisini öperken bana hiç bişi dememiş olan babam “kızım, kardeşin haklı. Bu bluz açık değil mi?” diyiverdi. Alllam yaleppim, ben de bir şaşkınlık. Zira böyle şeyler duymaya alışık değiliz. Len n’olmuş babama, kardeşime? Benim orda iyice nevrim dönünce tabi başladım söylenmeye ve en sonunda “valla ister gel ister gelme, ben böyle çıkıyorum oğlum” diyip asansöre seğirttim. Çağatay n’apsın, geldi tabi arkamdan.

Fakat bu olay akabinde şöyle bişi olmuş biz çıktıktan sonra. Annemden duydum. Babam derin bir “offffff” çekmiş. Sonra anneme dönmüş “hanım, bizim kızlar bu gidişle hayatta evlenemez. Şu hale bak. Bunlar kesin damada da (hipotetik damattan bahsediyor) böyle yaparlar. Oğlan onu giyme dese sana ne derler, şuraya gitme dese bana ne gitcem derler. Sürekli didişirler çocukla. İnatçı bunlar. Hadi hayırlısı”.

Babam içlenmiş resmen. Üstelik bi de elin oğlunu (nerde olduğu/kim olduğu belli olmayan) savunuyor. Yahu babacım sen karışmamışsın bu yaşıma kadar, elin oğlu karışsa iyi mi?

Ama gördüğünüz gibi Yiyit bir babam iki, bizim hayatta da evlenemeyeceğimizi düşünenler çoğalıyor.

Bir dahaki yazı: “Leman Teyze, Tülay Yenge ve Nazmi Dayı’mın bizim hala evlenmemiş olmamıza yaklaşımları” (Tez başlığı gibi oldu ama bir yerde hakikaten “case study” olarak düşünebilirsiniz).

Fotoğraf: Bostanlı sahil

8 Eylül 2009

Şerefsizler O Rüya Hala Aklımda!

Not: Resme kanma..

Evet geçen gece bir hışımla uyandım, gecenin 5'inde. O uyanışımla önce Deniz'in odasına gidip onu yastıkla boğmak ve ardından da Yiğit'in odasına girip üzerine şeltoks sıkarak onu zehirlemek istedim. İnanmayacaksın cidden istedim. Hatta hızımı alamayıp Berfu'nun yanına giderek "o.ospu demek beni sattın ha?" diye avazım çıktığı kadar bağırarak sinirimin geçmesini bile dileyebilirdim. Bu kısmı biraz yalan ama az daha telefon açacaktım kendisine.

Bu 3 gubidik insan benim rüyama girip resmen beni sattılar arkadaş. Şu an evsiz bir insanım ben. Deniz'lere yerleştim ve o rüyayı gördüğümde yurt çıkacak mı acep bana diye düşünüyordum (evet çıktı.. hobarey hüberey!!) Neyse rüyamda Yiğit dallaması bana 2 gün kalacak bir ev buluyordu önce. Ben Yiğit'e "olum burası hangar be ne evi, ben burada kalmam. Ev sahibinin bile haberi yok. Nasıl girdik lan içeri?" derken Deniz ile Berfu o 100 metre kare salona eşyalarımı dağıtıyorlardı. Bende bir hüzün. Ardından da "hadi biz gidiyoruz şimdi, sen yerleş. İki gün kal burda, kimsenin haberi olmaz" diyerek Deniz ve Yiğit'in evine gidiyorlardı. Berfu: böyle bir rahatlık, böyle bir gebeşlik görmedim ben arkadaş. Ohh mis gibi evi buldun, attın kardeşini hangarın ortasına. Ya düşünün ki koca bi salon, ortada ateş yaksam ancak bulunduğum yer ısınır. Reziller, kepazeler.... Hala sinirliyim.

Rüya, bu 3 büzük gittikten sonra Deniz'i aramam ve ne yapıyorsunuz diye sormamla devam etti. Bu sırada ben koca evde yalnız başıma olduğumdan ağlıyordum hüngür hüngür. Bu kendini bilmez kuzenim ile geçen diyalog şudur:

Deniz: N'apalım ya iyiyiz işte... evde film falan izliyoruz. Çay içiyoruz...
Beyza: (ağlamaklı): Hadi ya!! Ben gelsem mi oraya diyorum Deniz? Berfu'da yarın gece Hollanda'ya dönecek.. Ne işim var benim burada?
Deniz: Yok ya gelme.. Sen kal orada... Evdeki işlerini hallet!
Beyza: Ama...öyle mi? Peki.

Ardından telefonu kapatıp ağlamaya devam ettim lanet rüyada... Sonra da uyandım işte. Bu rüyayı görme nedenimi düşündük Deniz ile: Bir gece önce Berfuyla 2 saat Skype'ta konuşurken benim web cam'in kadrajına sadece "adiyosss!" derken girmiş olmam (kalçam ağrıyodu, gebeş gibi kanepeye uzanıp dahil olmuştum konuşmaya) bunun yegane nedeniydi bizce. Muhtemelen alakasız bir şekilde kendimi dışlanmış hissetmiş ve ardından da ev mev mevzularını rüyama katarak hayatımın nadide çiçekleri olan 3 kişiden nefret etmiştim...
Yapmayın ulen böyle gerçek hayatta....

Not 2: Cidden gelecektim Deniz odana...
Hak etmedim ben bunu... Ayıp size gebeş oğlanlar!

7 Eylül 2009

Yiyit Haklı Olabilir mi Acaba? - Part 1



Şindi efendim, dün Anıtpark’ta düzenlenen Kardeş Türküler konserine gitmiş olan Deniz-Beyza-Yiyit üçgenine, Groningen’den ok gibi dalmak amacıyla (zira kıskandım kendilerini), açtım skype’ı gecenin bir köründe, kendilerine canlı yayınla bağlandım. Amacım Kardeş Türküler ne söyledi, halaybaşı oldunuz mu, perküsyoncu kız Diler ne güzel çalıyo di mi gibi sorular yöneltmekti. Ama konu daha oralara gelemeden bir şekilde Yiyit’in bu ara takıldığı bir hatuna geldi. Bir şekilde derken aslında direk oraya geldi. Malumunuz, gönül işleri mi Kardeş Türküler mi noktasında, öncelik gönül işlerindedir.

Şimdi Yiyit garibim yıllardır üç hatunun arasında, adeta maymunlar tarafından büyütülen adamlar gibi, değişik süreçlerden geçerek büyüdüğü için, bizi hem çok sever hem de biraz uyuz olur. Zira elimizde değil, çocuk ne zaman bir kızdan bahsetse, böyle bir görümcelenme havası hasıl olur bize. Ama saygıda da kusur etmemişizdir hiç. Misal dün Yiyit’in dokuz sene önce eve getirdiği kunil bir kıza ikramda kusur etmiycez diye Deniz’le ıspanaklı börek, çay, bal, kurabiye derken nasıl da kendimizi paraladığımızı hatırlayarak Yiyit’e dolu dolu küfrettik. Abak sabuk insanlarla muhattap etmiş bizi, ramazan mübarek gün, ağzımızı bozduk valla.

Neyse efendim, yeni manita da elinden her iş gelen, böyle baklava börek açabilen hanım kızımız tadında bir tip çıktı. Yiyit görmüş beğenmiş, bize tabi ki bok yemek düşer. Kızı alsın, elimizi öpmeye getirsin, direk bağrımıza basarız, sıkıntı olmaz diyordum fakat denyo Yiyit bu kızı anlatırken öyle bi laf etti ki üçümüz de donduk kaldık. Efendim neymiş, biz hayatta evlenemezmişiz, bir karnyarık bile yapamıyormuşuz daha, Deniz bunun pantolonunu ütelemiş de ütü çizgisini şeedememiş, fasulye yapmış da kıtır kıtır olmuşmuş, entel dantel takılıyormuşuz, erkek elinden iş gelen kadın istermiş de yok bilmemne. Elinin körüsü.

Tabi hemen hindi gibi “gulu gulu gulu gulu” diye üçümüz birden söylenmeye başladık. Yanımda olsa ben ramazan mamazan dinlemeden uçan tekmeyle dalmıştım zaten. Neyse ortam biraz durulunca - ki bu bizim “hadi beaaaa, biz ne yemek yapanlar gördük ki zaten yoktular”, “yemek yapmayı bilen ama ebleh bi kızla mutlu olacağını sanıyorsan yanılıyorsun dostum” ve en nihayetinde “bi kere biz gayet güzel yemek yapabiliyoruz” şeklindeki apartlarımızın sonrasına denk geliyor – Beyza şu soruyu yöneltti: “Yiyit, biz muhafazakar, böyle aşırı dindar falan bi tiple çıksak hoşuna gider miydi?” Tabi hepimiz “Hayır, hoşuma gitmez, ben eniştemle içebilmek isterim, o birlikteliğe maniğğ olurum” gibi bir cevap bekliyoruz, ama adam önce ağzını yaya yaya, katıla katıla güldü, sonra da “Yahu o adamlar size bakmaz bile” dedi. Böylece bizim ikinci “gulu gulu gulu gulu” seferimiz başladı. Ama nasıl bozulduk. Olm niye bakmazmış o adamlar bize? Esas biz onlara bakmayız. Üfff. Kim len o farazi adamlar zaten, neyi tartışıyoruz biz?

Yiyit konuşmasını “valla siz kesin evde kaldınız” diyerek sonlandırırken, ben her ne kadar dışımdan gulu gulu yapsam da içimden düşündüm ne yalan söyliiim: “Yiyit haklı olabilir mi acaba?”

Bir dahaki yazı: “Babam bizim neden şimdiye kadar evlenemediğimizi çözdü”.



Resim: Karnıyarık

4 Eylül 2009

Isırgan neden bir roka gibi değildir?


Sinirden gülmek diye bir tabir vardır bizim ailede. Bu durum seneler önce Safranbolu'da annemin babama ait paracıklar dolu çantayı girdiğimiz bir dükkanda unutması sonrasında babamın dellenip anneme bağırması ile annemin sinirden gülmeye başlaması ile farkedilmiştir. Bu olaydan önce annemin gülmesine "deli be bu" diye yaklaşırdı babam.

Berfu ile ben büyüyünce de sanki daha iyi bir özelliği yokmuş gibi annemden bu huyu almışız. Bir erkek arkadaşımla kavga etsem misal, tartışma sırasında gülmeye başlayıp karşıdaki insanın sinirlerini iyice bozabiliyorum. "Gül sen", "daha çok gülersin", "ağlanacak haline gülüyorsun" gibi tabirleri de bu yüzden içselleştirdim.

Yalnız geçen gün yine Safranbolu'daki evdeyken gülme krizine girdim. Bu seferki farklı bir nedenden. Tıptan bütün ümidimi kesmiş bir insan olarak kronik "hebele hübele" hastalığımın ısırgan denen ne idüğü belirsiz, saçma ot parçası tarafından geçtiğini, babannemin de "hebele hübele" hastalığına sahip olması nedeniyle biliyordum. Babannem küçükken bi yel esmiş onu zatüre etmiş ve o da hebele hübele olmuş sonrasında. O bunun genetik bir hastalık olduğunu bilmiyordu tabi. İki sene önce cennetteki yerine gitmiş olan babannem zamanında yaptığı ısırgan dalatmasını şöyle anlatmıştır:

"Benim dizlerim hiç tutmaz olmuştu. Merdivenden inemez olmuştum. Anammm ne ağrılar o öyle. Bahçeden topladım ısırganı. Banyoya girdim. Küveti sıcak su ile doldurdum içine de duz attım. Gara duzdan attım amma. Orda bekledim biraz, sonra çıktım. Isırganı dizlerime dolayıverdim. Aberiii o ne acı öyle".

Seneler önce bu hikayeyi dinlemiş Berfu insanı babanneme "canım babannem, şeker babannem, elleri kınalı babannem ne kadar tuttun ısırganı bacaklarında" diye sormamıştır. Bunun mühim bir soru olduğunu geçen gün aynı olayı yapacağım anda farkettim.

Hebele hübele rahatsızlığını rabbül-bukelemun düşmanıma vermesin. İki kalçama ısırgan dalatmak ne zor işmiş anasını satayım. Ulen zaten her nane beni bulur. Acıların çocuğu emrah gibi 25 yaşımı zor ettim inanmazsınız. Bu dünyevi hayatta bir çok ağrıyı ve acıyı tattım, ısırgan da ne ki, tey tey... havasında olan ben, ısırganın üstüne oturunca anyayla konyayı gördüm.

Anneme kaç dal ısırgan topladın bahçeden diye sorduğumda annemin 4 diye cevap vermesi ve benim ısırganı roka gibi bir şey olarak düşünmem ve "amannn 4 dalmış, 4 daldan ne olacak, tey tey..." demem ve tek bir dalın bir metre uzunluğunda olması benim bünyeyi çıkmaza soktu.

Evde de eskiden soba vardı bizim. Böyle sobaya çalı çırpı atıp yakardık ve su ısınırdı. Neyse annemler bir önceki gelişlerinde o sobayı da atmışlar. Eee nasıl küvete gircem ben? Babannem demiş bi kere tuzlu sıcak suda durmam lazım. Onun da hal çaresini bulduk. Küvet yerine kırmızı leğen, soba yerine güğümde suyu ısıttık. Ardından hamama gitmişim gibi kırmızı leğenin içine oturup bekledim. İşin bu kısmı gerçekten kolay. Annen ile baban zaten seferber olmuş bana sadece leğene oturmak kaldı. 15 dakka boyunca leğende oturup su ile oynarken de annem o bahsettiği birer metrelik dalları yatağa koydu. Ulen roka gibi bir şey sandığım ısırganı görünce beni bir gülme tuttu. Katıla katıla gülüyorum ama. Babam dışarıdan "çocuk gülüyor hanım, bu iyiye işaret" derken ben sadece ısırganlara bakıp gülüyordum. Ağzımdan o anda tek bir cümle çıktı: "Berfu gibi oldum." (Berfu sebepsiz gülmeleri ile de meşhurdur aile içinde.) Yiğit ve Deniz'de de var aslında bu sebepsiz yere gülme özelliği. Babam her gereksiz şeyin Sünnahlarda toplandığını söyler zaten. Sünnah denilen kesim annemin tarafı oluyor. Sünnah olmak da zor iştir. Neden pekmez almadın, yemekte neden tavuk yoktu, yemek yedik eee çay nerede? gibi yemekle ilgili olan sorular hep Sünnahlardan çıkar. İşimiz gücümüz yeme içme bizim.

Neyse gereksiz gülmelerim geçince o çiğ ısırganın üzerine yattım. Nasıl bir histi tam olarak tarif edemiyorum. Her acının kendine göre bir skalası var sanırım. Düşünün ki acı +1'den +4'e kadar size girsin.
+1: Grip olmadan önceki kırgınlık hali, eklemlerin zonklaması
+2: Diresiğini kapının köşesine çarptın, hani bir nokta var ya çok acır ama x zamanda geçer.
+3: Diş ağrısı (antibiyotiği bastığın an geçer)
+4: Kronik hastalıklar (constant bir ağrın vardır. X Miks zamanda geçmez.)
Isırgan: Yok böyle bir şey. Her yerine dikenler batıyor. Sanki irin gibi bir şey çıkıyor vücudundan. Oturamıyorsun da üstüne... Kalakalıyorsun belli bir süre... Gözlerinden yaşlar akıyor. Ağlarsam annem de ağlar diyosun. Annen ağla diyor. Gözünden yaş akıyor. Hık hık yapıyosun... Annem hıçkırıyor. Annene bakıyosun gülerek ve ağlayarak "len sana ne oldu, ne ağlıyon?" diyosun.. Annen gülüyor.

İki saat boyunca ısırgan daladı beni. Hem de bu işlemi iki kez yaptım. Dün bu yazıyı yazmaya başladığımda yatakta ısırgan dalayalı 1.5 saat geçmişti.

Bu ısırganda acı baya yüksek ama magnet tedaviye benziyor. Magnet tedavi +,- kutupların olduğu magnetlerin vücudunuzun belli yerlerine vantuz gibi konulması sonucunda oluşan ısırılma hissi. Magnet tedavi (y) acı verirse ısırgan 100y acı veriyor. Böylece iyileşeceğim diye her bir boku denedim. Günde 6 ilaç alarak başladığım yolculuğa, reiki, yoga, meditasyon ve magnet tedavi ile devam edip ısırgan ile sonlandırdım şimdilik.

Bütün bu olanlardan anladığım her acı farklı can yakıyor bee.. Geçecek bu hastalık da geçecek. Bitti bile: iki ucu bir ortası kaldı!

1 Eylül 2009

Leylek Gördüm Havada, Yumurtasıyla İlgilenmedim*

Dikkat! Çok uzun ve hatta biraz gereksiz bir yazı. Ortaokul günlüğü gibi, şuraya gittim buraya geldim filan yazdım. Amaç biraz da kayıt düşmekti aslında, zira yeni defterime ancak İzmir'de başlayabildim. Bu nedenle sıkılacak gibi olursan bırak gitsin, okuma len. (Belki en sondaki otobüs maceramı okumak istersin ama.) Güzel güzel şeyleri bu yazıdan sonra yazacağım, hele bir dur şunu yazayım da.

İş güç bitti malumunuz, ve hatta yazmadığım bu süre boyunca işsiz ilk günlerimin heyecanı da bitti. Sanki durumum hep buymuş, senelerdir aylak adam olarak takılıyormuşum gibi bile gelmeye başladı.

Sanki işten, şöyle rahat rahat gezeyim, tatilimi neyim yapayım diye ayrılmışım gibi, neredeyse o mutlu günden beri gezmelerdeyim, içmelerdeyim. Hadi içtiğim benim olsun (muhteviyatı malumunuzdur zaten) gezdiğimi anlatayım ben en iyisi. Yoksa başka türlü girişemeyeceğim yazıya.

17- 24 Temmuz 2009 Kaş - Ateş Pansiyon

İşten ayrıldığım 3 Temmuz Cuma ile 17 Temmuz Cuma arasındaki günlerimi, evde iş arayan kardeşimi "Yiğit len, gündüz evde ne yapılıyor? Şimdi televizyon mu izlememiz lazım? Yemekteyiz mi, bu ne be? Eveet, sanırım şimdi kanepeye uzanıp kitap okumalıyım, di mi? Ha, film mi izleyelim?" gibi sorularla bunaltarak geçirdiğimden kelli, 17 Temmuz'un gelmesine en çok Yiğit sevinmiştir diye düşünüyorum. Neyse ki son günlerde sabahın sekiz buçuğunda uyanıp, bir saat sonra geç oldu diyerek kendisini uyandırmalarım bitmiş, uyanma saatim gittikçe geçlere doğru çekilmeye başlamıştı.

Şimdi, Kaş tatilini anlatayım diye giriştim ama, o rüya gibi günleri nasıl anlatacağım, neresinden başlayacağım bilmem. Beyza'nın pis, gıcık tezi yüzünden gelemediği Yiğit-Berfu-Deniz üçlemesi ile katıldığımız bu müthiş etkinliği, orada tanıştığımız süper insanların katılımıyla toplamda on altı kişi olarak her sene tekrarlamaya karar verdik, o kadar söyleyeyim.

Kaş merkezdeki kaldırımdan Mavi Bar ve meydan manzarası by Berfu

Önce biraz Ateş Pansiyon'u anlatmalı. Kaş'a her gittiğimizde kaldığımız Gülşen Pansiyon'da yer olmadığını öğrenince (aslında zaten artık farklı bir yer görmek istiyorduk.) özellikle Ekşi Sözlük'te ballandıra ballandıra anlatılmış Ateş Pansiyon'da karar kılmış ve yer ayırtmıştık. Bu karardaki en önemli etken, olumlu referanslar dışında, deniz manzaralı teras ve tabi ki merkeze yakınlık oldu. Ama gittiğimizde gördük ki, odaları oldukça temiz, klimalı, terasın manzarası ve ortamı süper, üç dakikada yürünen Lemonya adlı plajı (Ateş'ten geliyoruz deyince şezlong, şemsiye, havlu parası yok) müthişmiş. Tabii ki sahipleri Recep Abi ve Ayşegül Abla'nın içtenlikleri, diğer misafirlerin tam kafamıza uygun kişiler olması gibi etkenlerle Ateş, bizim şimdiye kadarki en güzel tatillerimizden birini geçirdiğimiz mekan olarak da hep aklımızda kalacaktır. Kaş sevici herkese tavsiyemizdir.

İlk gün, odamıza yerleştikten sonra hemen denize girdik. Geldiğimizde yorgunduk ve 'akşam yemeklerini geçiştirelim, tatil ucuza gelsin' planımızı unutup pansiyonda yemeye karar verdik. Ama ne yemek! Yiğit'in kızlar az yer genellemesini alt üst edercesine açık büfe mezelerden ikişer tabak yiyip doyduktan sonra, Recep Abi'nin mangalda pişirdiği sarımsak soslu çipuraları da bir güzel götürdük Berfu'yla, Yiğit'le yarıştık yani.

Sonra, saat dokuza geldi diye acele acele hazırlanıp çıktık, hastası olduğumuz şehir merkezine seyirttik. Fakat meydan ve barlar, yaşlı amcalar filan haricinde neredeyse bomboştu. Kaldırıma oturup biralarımızı içerken "bu sene gerçekten turizm cortlamış" içerikli konuşmalar yaptık. Halbuki, dokuz dediğin saat Ankara için geç bir adım, tatil dünyası içinse büyük bir tezcanlılık saatiydi. Bunu, saat on iki gibi her yer hınca hınç iken yorgun bir halde pansiyona döndüğümüzde fark ettik. Hatta ben bir ara "olm, bence bir otobüs insanı buraya atıverdiler, bu kadar aniden dolar mı yahu her yer?" diye bir iddiayı ciddi ciddi ortaya atacak kadar şaşırmıştım.

Ertesi gün kahvaltıda, bir gün önce tanıştığımız Sevinç Abla ve Esra Abi çifti, arkadaşları ve çocuklarıyla kaynaştık. Yaşlarına rağmen çok kafa ve hatta çılgın bir çiftti, süper insanlardı. Aynı günün akşamı Pınar-Tolga çifti ve baldızlarla tanıştık. O kadar iyi anlaştık ki, o akşamı terastaki çardakta muhabbet ederek geçirdik. Tabi, Recep Abi'nin de gazıyla ertesi günü pansiyonda topluca rakı balık yapmak üzere ayırdık. Bu arada, tamamen tesadüfi bir şekilde Yiğit'in dört arkadaşının da Kaş'ta olduğunu öğrendik ve onları hemen Ateş'e aldırdık. Hop, oldu mu sana kocaman bir grup? Oldu.

Ertesi gün, dalgıç teknesiyle denize açılıp, Kaş'ın akvaryum gibi denizinde altta teçhizatlı dalgıçlar, üstte şinorkelli bizler olmak üzere yüzdük, güneşlendik. Akşam, upuzun bir masa oluşturup rakı balık gecemizi düzenledik. Öyle güzel bir gece oldu ki, dostlar başına. Sanki hep beraber birimizin yazlık evine gelmişiz gibiydi. Tolga'nın bas sesiyle söylediği, Pınar'ın sufleleri sayesinde interaktifleşen süper şakılar söyledik. (Akşama Geleceğim ve Fes Başına.) Recep Abi arada bize bir tekila açtı, ikram. Sonra, polisin uyarısı sonucu o kadar kişi kalktık meydana gittik. Orada eğlenmeye devam ettik. Gecenin sonunda Lemonya'dan denize girmeye kalkışıyorduk ki, o iyi ki olmadı.

Kaş'taki günlerimiz hep bu minvalde devam etti. Ateş Pansiyon, Lonely Planet'te ve diğer sırt çantalı gezgin kataloglarında adı geçen Kaş'taki tek (sanırım) pansiyon olduğu için arada bir sürü yabancı turist ağırladık, yolcu ettik. En son gün biz giderken neredeyse tüm pansiyon aşağıya indi, arkamızdan su döktüler. Hep birlikte üzüldük. En son otobüsteyken üçümüzün 'gitmesek mi yaa' diye cama yapıştığımızı hatırlıyorum. Çok güzeldi, çook.

5-12 Ağustos 2009 Yalvaç

Tatilden döndükten bir süre sonra Berfu'yu ağlaya sızlaya Hollanda memleketine yolladık. Sonra bir gün "ben Yalvaç'a, annemlerin yanına gideyim bari" deyip, ertesi gün yola çıktım. Çıkış o çıkış.

Yalvaç'ta, üst komşumuzun torunun sünnet düğününü yaptık. Evin önünde yapılacağı için heyecanla beklediğim bu düğünün benim için en zor yanı, on üç ve on dört yaşlarındaki iki kuzen genç kızın gönül maceraları ve birbirlerini gizlice kıskanmaları arasında danışman ve gözlemci olarak atanmamdı. Bu iki kız da, sürekli bir biçimde gerçekleşen ergen faaliyetleri için beni akil kişi bellemişler ki, evin önünden geçen yakışıklı (!) çocuklar ve düğünde giyecekleri kıyafetler için verdikleri zıplamalı ve çığlıklı tepkilere katılmamı ısrarlı bir şekilde istediler. Bense, faytondaki sünnet çocuğunu, konvoyun en önünden giden münübüsün arkasından videoya çekmek gibi işler bularak hep kaçtım.

Yalvaç'ta analı kızlı, huzur içinde geçirdiğim günlerin en sonunda ise kendimi yaralayarak, tatilim bundan sonrasında sağ elimi kullanım dışı bırakmayı becerdim. Düğünün ertesi günü sabah, bulaşık makinesini yerleştirirken kırılan kase, sağ bileğimin iç kısmındaki "intihar etme bölgesi"nde iki milimetre bile olmayan minicik ama biraz derince bir delik açtı. Maalesef küçüklüğümden beri bu tarz şeylere hemen bayılıveren bir bünyeye sahip olduğum için o andaki dünya kararmasını filan pek önemsemedik. Zaten nokta kadar yara, nereye önemsiyorsun? Fakat akşam tüm parmaklarım uyuştu, bileğim bana hareket etmemi yasaklayan sancılar gönderdi, yine önemsemedim. Son olarak bu minik delik, ertesi gece İzmir'e yaptığım yedi saatlik yolculuk boyunca dirseğimden orta parmağıma kadar istikarlı ve yoğun bir şekilde ağrıyarak beni o koltuktan bu koltuğa atınca ciddi bir şeyler olduğunu anladım.

12- 19 Ağustos 2009 İzmir


Anladım da ne oldu? Bendeniz hastane sevmez, hele abuk sabuk kağıt işlerinden nefret eden kişi olarak "emaaan, n'olcak, geçer ki bu" dedim. Fakat Beyza the Hastane Uzmanı durmadı. Araştırdı etti, bir kliniği aradık. Ama gelin görün ki, işten çıktıktan sonra altı ay devam etmesi gereken SSK'mı kullanabilmek için her seferinde şirketten vizite kağıdı almam gerekiyordu. Tamam faks çektiririz filan dedik ama bir de orijinal olacakmış. En sonunda Beyza bile "hareket ettirme geçer" dedi. Bir hafta boyunca sürekli yer değiştirerek azalan bir ağrı ile bardakları Beyza'ya tutturdum, kapıları ve şişeleri Beyza'ya açtırdım, alışveriş poşetlerini ve hatta bavulumu Beyza'ya taşıttım. Yemek ve temizliği söylememe bile gerek yok sanırım, zira kendi elimi yıkamak için sabunu bile tutamıyordum. Beyzacım, o zaman söyleyemedin, şimdi söyle kuzum; gelmeyeydi daha iyiydi demişsindir içinden, çok da haklısın, ehe. Benim kendime göstermeyeceğim özeni, baskı yöntemi (hangi elin o? tutma onunla) ve "çek elini, kullanmasana len!" çığırışlarıyla elime gösterdiğin için çok teşekkür ederim.

Neyse, bu sağlık sorunu dışında bir de Çağatay'ın nişanlısı ile ayrılması ile ilgilendik. Zaten aslında İzmir'e Çağatay'ın yanında olalım diye de gitmiştik. (Hülya Teyze ve Muharrem Amca İzmir'de değillerdi.) Çok da iyi oldu, hem destek olduk, dert paylaştık, hem de uzun zamandır görüşmediğimiz için hasret giderdik.

Bostanlı'da, deniz kenarındaki bir apartmanın on birinci katındaki bu lojman dairesini her zaman çok sevmiş, hatta kıskanmışımdır. Ankara ve Yalvaç'tan sonra İzmir'i, bir de böyle bir manzaradan görmek bende estetik şoklar yarattı. "Allaaaam yalebbim yaaa, öf yaaa, bu ne be?" gibi olmayacak sözlerle hayranlığımı ifade etmeye çalıştım ama olmadı sanırım. İzmir için sözün bittiği yer diyorum bu yüzden, bitiyor hakikaten.

İzmir' gitmediğim son yedi senedir (sanırım) Bostanlı'da birçok mekan açılmış. Eskiden evden çıkar çıkmaz mutlaka gittiğimiz Alsancak yerine, Beyza'yla birçok gün Bostanlı'da takılmayı tercih ettik. Gündüzleri de, deniz kenarındaki çok güzel yerler olan Yasemin (sanırım bu isim yanlış, sonra sorar düzeltirim) ve Deniz Atı gibi yerlere gittik. Bir akşam ise Melek ile buluşup Sardunya'nın ikinci yeri olan Sardunya's'ta oturduk. (Gözlem: İzmir'deki barlarda garsonlar müşteriye 'sen' diye hitap ediyor ve hatta "ister misin bir bira daha" diye sipariş alıyorlar ehe.) Daha sonra Beyza ve Eda'nın katılımıyla hemen yandaki Kybele adlı canlı müzik mekanında geceyi bitirdik. Çok güzeldi. Gecenin sürprizi ise, saat ikide gelen belediye otobüsüyle eve gitmemiz oldu. Beyza ve Melek hep söylüyorlardı sabaha kadar otobüs var diye ama kadim bir Ankara gececisi olarak idrak edememişim demek ki. Gözünü sevdiğim gevur İzmir'i be!

İzmir'in insanlarının güzelliğine ve rahatlığına olan hayranlığımı tek bir olay zedeledi -ki aslında o kadar rahatlığın böyle sonuçları olması normal. Melek'in hep bahsettiği "Ankara'dan sonra İzmir'de yaşamak zor oluyor, gezerken iyi de işin varsa o rahatlıklarına katlanamıyorsun" durumunu postaneye işsizlik maaşımı çekmeye gittiğimde gördüm. Tek bir gişenin oldukça yavaş çalıştığı postanede aslında sırada bekleyen bir sürü insan muhabbete dalmıştı. Sanki postane iş yapılan bir yer değil gibi, sanki böyle kafe filan bir yermiş gibi kimse de şikayetçi değildi. Nasıl olur da tek bir kimsenin bile acelesi olmaz diye düşünürken İzmirlilerin her randevuya geç kalma konusundaki ünleri aklıma geldi. Ama benim acelem vardı, olmasa bile işler belirli bir hızda görülmeli ve bitmeliydi. Hırrlamaya başlayınca 'bu kadar insan sesinin çıkarmıyor, şimdi çıkışırsam olmaz' diye düşünüp paradan filan vazgeçip ortamı terk ettim. İçinde yaşarken fark etmesem de Ankara çok daha disiplinli bir yermiş gerçekten.

Gel gör ki, bu kadar söylendiğim şeyin aynısını, Bodrum'a giden otobüsün servisini ve tabii otobüsü kaçırarak ben de yaptım. Bir haftada İzmirli olunuyor yani, bir sıkıntı yok, ehe. Fakat bu kaçırmadan bir zararım olmadı zira zaten biletimi henüz almamıştım ve bir saat sonra başka bir otobüs vardı.

20 - 25 Ağustos 2009 - Bodrum

Bodrum'a, başka bir adla Berna'nın yanına, bir saat gecikmeyle saat dokuz gibi vardım. Berna'yla biraz hasret giderdikten sonra on bir gibi Kule'ye gittik. Fakat, hem yaz sezonu olması dolayısıyla çok hastası olan Berna yorgundu hem de artık ben yorgundum. Biraz durup geri döndük.

Ertesi gece ise (Berna akşam dokuz gibi eve gelebiliyordu.) rakımızı alıp elimizdeki malzemelerden mezeler yapıp, Berna'nın yedi cücelerin şirinlerden satın aldığını düşündüğüm süper evinde oturduk. Telefonla olmuyormuş arkadaş, 3G filan da kurtarmaz, illa ki görmek lazım. O kadar çok özlemişim ki Berna'yı, o akşamki muhabbeti unutamam. Çok güzeldi, çok.

Daha sonra İmge, Barış ve Berna'nın klinikten arkadaşlarının da katılımıyla Moonlight'a, Kule'ye ve Körfez'e gittik, içtik coştuk, eğlendik. Özellikle Moonlight denen, denizin dalgalarının ayağına değdiği mekanı çok seviyorum. Bodrum'un ünlü Sandoz'unu da ilk defa orada içtim.

Pazar gecesi on buçuk diye aldığım Ankara biletim, benim adamı doğru düzgün dinlememem ve bileti kontrol etmemem sonucu aslında sekiz buçukta olunca, koca bilet yandı. Bernacığım dişime dolgu yapmak, uykumda sıktığım çenemi rahatlatmak için gece plağı yapmak ve dişlerimi temizlemek için (Gördüğüm en iyi diş doktoru olan Berna'ma buradan kocaman öpücük gönderiyorum.) klinikteyken Kamil Koç adamı beni cepten arayıp otobüsümün kalkmak üzere olduğunu söyleyince başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Zira elimdeki son para da ikinci bilete gidecekti. Berna'ya teknisyen parasını vermek gibi hayaller kurarken kendisinden otogarda on lira da üstüne borç aldım. Bernam, sen de "gelmeyeydi iyiydi" diyebilirsin, hadi hadi de.

Gidip Pazartesi sabahına yeni bir bilet aldım. Gece Kule'ye gidip eğlendik. Yoğun ısrar sonucu biletimi Pazartesi gecesine değiştirme kararı aldım. Kule'de Barış ve Berna kardeşlere aynı anda yazan biseksüel Alman kızın yaşattığı dumur yüzünden bileti değiştirmeyi unutup eve döndük. Sonra gecenin dördünde Barış'la evden otagara kadar yürüyüp değiştirdik. Artık otobüsün iyi olup olmadığını soracak lüksüm yoktu, tabi ki kötü çıktı.

Pazartesi gününü Berna'ların Bağla'daki yazlıklarında denize girerek geçirdim. Bodrum'da sadece o gün denize girdim zaten. Birkaç gün önce, bir yıl önce yine Bodrum'da tanıştığımız süpersonik Amerikalı (Türkçe'yi senden benden iyi konuşuyor lakin) Mark ile Gümüşlük'te buluşmamıza rağmen denize girmemiştim, o hastaydı zaten benim de canım istemedi. Kaş denizi doyurmuş beni anlaşılan.

26 Ağustos 2009 - Nihayet Kürkçü Dükkanı Ankara

On iki saat sürecek olan Bodrum-Ankara arasındaki yolculuğumun ilk onuncu dakikasında "bu yolculuk biterse her yolculuk biter" dedim. Uzun otobüs yolculuklarını çok sevdiğimi bilenler bu cümleyi kurmam için ciddi bir zorluk yaşadığımı hemen tahmin edebilir.

Koltuk numaraları bile silinmiş bu eski otobüsün en arkalarında, kucağına aldığı üç-dört yaşlarındaki çocuğuyla Ankara'ya kadar gidebileceğini uman gudik bir anne ve kokan çocuğunun tam yanına oturdum. Otobüsün yola çıkmasının beşinci dakikasında çok doğal olarak koltuğa bir türlü sığamayan kadın benden, arkadaki cadı görünümlü teyzenin yanına geçmemi rica etti. İki ucu boklu değnek olan bu teklif yapıldığında, yolculuğun iki ucu bir ortası kalmıştı. Mecburen teyzeyi tercih ettim. Cadı saçlı ve sokaklarda yaşayanların kıyafetleri gibi kıyafetler giymiş bu teyze de kokuyordu. Üstelik dizini bana yaslayıp yayılarak uyuyordu.

Eğer, sabaha kadar muavinin on beş dakikada bir gelip "hanımefendi, tüm otobüs şikayet ediyor, horluyorsunuz, lütfen ama" uyarısını yapacak horlama olayı yaşanmasaydı bunlara katlanabilirdim belki. Tüm kulağımı tıkayan süpersonik kulanlıklarım ve akşamdan kalmalığım sayesinde, teyzenin yanında oturmama rağmen, kamyon frenine benzeyen horlamalardan en az rahatsız olan bendim sanırım. Arada sadece teyzenin her uyardan sonra muavine verdiği cevap olan "horlamıyorum ben, boğazım rahatsız, hiç de horlamam ben"i duyuyordum. Fakat, bir kez, sanıyorum içine kamyon kaçma rahatsızlığı olan boğazını rahatlatmak için sıcak su isteyip, salak muavinin getirdiği kaynar suyun bir kısmını benim üzerime dökünce tamam dedim, zebaniler, kaynar suyla haşlamalar, iğrenç kokular filan, tamam, cehennem burasıymış demek ki.

Kitap okumak için ışığı yaktığımda çocuk uyanıyor ve zırlıyor diye kitap da okuyamadım, zaten bana kalan alan kitap okumak için çok dardı. En sonunda, öndeki koltuklarda (üst sosyoekonomik sınıf koltukları) oturan yakışıklı bir çocuğu gözüme kestirip ne yapıyor ne ediyor diye izleyerek onunla oyalandım. Arada biraz uyudum sanırım.

Evet, sonunda Ankara'ya geldim. Sonraki günlerde Beyza'nın evini taşıdık. Fakat bu başka bir macera, bu yazıyı burada bitireyim ben en iyisi. Buraya kadar okuyan canım okuyucularımı, baştaki uyarıyı dikkate almayıp da bana "bu ne be, iki saattir ne okutturdu bana gudik" dese bile seviyorum. Öpüyorum.

En son olarak, bu kadar gezdin fotoğraf yok mu derseniz, Kaş dışında yok derim. O kadar yollar boyunca bavulumda ve dahi çantamda pili bitik bir fotoğraf makinesiyle gezdim. Ama bir pil alamadım arkadaş, bir kare fotoğraf yok yani. Neyse, hem aklımızda, hem şimdi artık bir de burada, ehe.

* Bu tekerlemeyi bilmeyenler için başlığa açıklama getireyim dedim. Çocukken yaptığımız gezilerde babamın her leylek yuvası gördüğünde tekrar ettiği bu derin anlamlı tekerleme şöyledir efendim: Leylek Leylek Havada /Yumurtası Tavada / Geldi bizim hayata/ Hayat kapısı kırılmış / Boynu kapıya (?) kısılmış. Yardımları için Yiğit'e teşekkürler.