27 Aralık 2008

Pembe Balina

Rüyamda pembe bir balina gördüm. Ama, rüyamın içinde bile sadece ben gördüm! Tüm bir rüya boyunca 'bakın bakın size bir şey göstereceğim' deyip cemaati etrafıma topluyor, deniz kenarındaki o mekanda, beş -altı kişiyi, pembe balina o koca cüssesiyle bir kez daha zıplayıncaya kadar bekletiyordum. Ama, içimizden birine aşık olan, suda ve karada yürüyen bir balina da dahil olmak üzere, türlü mahlukat o denizin içinden çıktığı halde bir tek benim pembe balina ortaya çıkmıyordu. Sonuç olarak dün gecem, diğer insanlara pembe bir balina gördüğüm iddiasını kanıtlamaya uğraşmakla geçti. Balina güzeldi de, gerisi kabustu be!

Dipteki Not: Bu ara, gördüğüm tüm rüyalar deniz kenarında geçiyor ve bir ara mutlaka Yiğit beni telefonla arıyor. Bu hafta hiç aramadı, ondandır.

23 Aralık 2008

Kısacık

Kendime kızdım.
Kaç günlerdir, aslında tam olarak bayram öncesinden beri, gazete karıştırmayışıma (tabii malesef sanal alemde, yoksa gönül isterdi ki kuzenlerin şenlendirdiği bir pazar kahvaltısı sonrası, demli çaylarımızın yanında yaktığımız ilk sigaramızla herkes eline bir gazete alsın, hatta Radikal İki'ye ilk kim davranacak diye kıpır kıpır olalım, sonra mır mır okuyup "aaa şöyle olmuş, böyle olmuş" diye anlatalım birbirimize) kızdım. Burda bazen hayat duruyor benim için. Bu da öyle birkaç haftaydı işte....
Bugün hayata dönüp de memlekette neler oluyor ki diye merak edince, günlerdir anlam veremediğim, feysbuktan falan beni tacizlemekte olan "Ermenilerden özür dilemiyoruz" davetlerinin nedenini, önce Baskın Oran'dan sonra Yıldırım Türker'den öğrendim. Şaşkınlığım daha geçmemişken bu sefer de Can Dündar'a çektiği belgeselle ilgili anında görüntü davalar açıldığını (Atatürk'e nasıl Mustafa denirmiş, Atatürk nasıl pofur pofur sigara içerken gösterilirmiş, olcak bişi diilmiş bu) okudum:/
Nasıl kurtulacağız biz bu tehdit algımızdan, tabularımızdan?
Bir fırın ekmek?
Yetmez sanki.


19 Aralık 2008

Jon Favreau ve Obama

Bu sabah maillerime bakmak için uğradığım Yahoo'da ilginç bir haber dikkatimi çekti. Haber, Obama'nın metin yazarı olan 27 yaşındaki birinden bahsediyordu: Jon Favreau.

Obama'yı seçim öncesinde ilk takip etmeye başladığım zaman, özellikle konuşmalarının çok etkili ve her birinin diğeriyle ne kadar tutarlı olduğunu düşünmüştüm. Değişim önermesi süperdi, çok uygundu. Tüm konuşmalarında bu "tek satış önermesi"nin çevresinden uzaklaşmamış olması da başarıyı getirdi diye düşünüyorum.

Amma ve lakin, benim bu genellemem, bu başkanlık seçimini aslında pek de sıkı takip etmeyen, konuşma metinleri üzerinde düşünmek için az bir mesai harcayan bendenizin gözlemi. Üç beş konuşma üzerinden bu kanıya vardım anlayacağınız. Bu nedenle, Obama'nın metin yazarının hastasıyım gibi bir şey söylemeyeceğim. (Ha, güzel bir insan, eli yüzü düzgün bir arkadaşımız, o ayrı.)

Bu konuyu buraya taşımamın nedeni başka. Şu anda, Beyaz Saray'da, Obama'nın Metin Yazarları Ekibi'nin başında 6 Haziran 1981 doğumlu Jon Favreau adlı bu çocuk bulunuyor, gerçekten. Bu haberi görüp de bu kadar çok şaşırınca, kendi kendime, Türkiye'de böyle bir şeyin olmasını imkan dahiline almadığımı anladım. Elbette genç çalışanlar vardır. Ama acaba, bu kadar yetkili bir konumda bulunabilir mi? Unvanı olsa bile kimse onu sallar mı? Kendisine, aşağıdaki resimde gördüğünüz gibi genç bir takım kurup başına geçebilir mi? Onun bunun tanıdığıyla değil de, hakikaten iyi olduğu için bu konuma gelebilir mi? Siyaset denen nanenin kültürel düzeyi, genç -yaşlı, işi uzmanına bırakacak kadar yukarı çekilebilir mi?

Geçen gece, kendimi tutamayıp Uğur Dündar'ın yönettiği Gökçek -Kılıçdaroğlu tartışmasının on beş dakikasını izleme gafletinde bulundum. Sinirden dudaklarım uyuştu! (Vücudumun garip tepkilerinden biri daha, sıkışınca dişlerimin zonklaması gibi.) Sonra, haberleri izlerken aydınların Özür Kampanyası hakkında Tayyip Erdoğan'ın dediklerini duydum, kendisinin daha önce söylediklerini hatırladım. (Ananı da al git ve diğerleri.) Adını hatırlamadığım siyasetçilerin, gazetecilerle konuşma şekline, bakışlarındaki 'seni küçük sürüngen, sen ne bilirsin' sözlerine şahit oldum. Kendi seviyesizliklerini 'samimiyet, halkın diliyle konuşma' filan zanneden, kendilerinden başka kimseye saygı duymayan bu adamları düşündüm de, bu habere bu kadar çok şaşırmama hiç de şaşırmadım.

Obama'yı neden tuttuğumu, savunduğumu, seçimi kazanınca içimde duyduğum ferahlık duygusunun nedenini şimdi daha iyi anlıyorum. Siyasi tutumundan çok daha önce; medeni davranışları, tüm insanlığa saygı duyar gibi bakışları, sakin hareketleri, bilgisini aktarım biçimi, kültür seviyesi vb. insanda güven uyandırıyor bir kere. Etrafındaki insanların /çalışanların da kendisi gibi olacağını /olduğunu düşündürüyor. Amerikan siyasetinde kocaman bir düzey yüksemesi oldu, umarım tüm dünyaya yansır.

*************
Birkaç Jon Favreau haberi:

How Obama Writes His Speeches
What Would Obama Say?
Obama's Speechwriter Speaks Up..


* Facebook'ta bir hadisesi olmuş kendisinin. Seçimden sonra, Hillary Clinton'ın maketinin memesine ellerken fotoğrafı çekilmiş. Özürler dilenmiş filan. Eh, gençlik işte :)

16 Aralık 2008

Mamak'a Yiğit Geldi

Yıl 2003. Yiğit Gazi Endüstri Mühendisliği'nde okumak üzere Ankara'ya, bizim (Berfu -Beyza-Ben) yanımıza yerleşti. Aylardan Eylül oldu. Okul açıldı, dersler başladı. Ve Yiğit daha ilk haftasında, neredeyse on yıl Ankara'da yaşamış olan ablam da dahil olmak üzere hiçbirimizin ayak basmadığı Mamak'a gitti!

Yeni Türkü'nün Sonbahar'dan Çizgiler şarkısının (bir Kemal Burkay şiiri) içinde geçen 'Mamak'a sonbahar geldi'den başka cümle içinde bile kullanmayı beceremediğimiz, nerede olduğunu ve nasıl gidildiğini zaten bilmediğimiz, çok uzaklarda bir Ankara ilçesi idi bizim için Mamak. Yiğit o akşam gelip de "ben bugün Mamak'a gittim" deyince önce Yiğit'e, sonra da birbirimize uzun ve şaşkın bakışlar atmışızdır kesin. "A-a, niye gittin lan?" sorusu biraz gecikmiş olmalı. Birkaç gün önce tanıştığı arkadaşının orada bir işi olduğu için beraber Sıhhiye'den banliyö trenine atlayıp gitmişler. Banliyö konusuna hiç girmiyorum zaten, halen binebilmiş değilim.

Velhasıl velkelam* Yiğit, sonraki beş yılı Ankaray'ın Beşevler -Maltepe -Kızılay güzergahında geçecek olan Ankara zamanlarının ilk haftasında banliyö trenine binerek Mamak'a gitti.

-------5 YIL SONRA ------

Yıl 2008. Yiğit Gazi Endüstri Mühendiliği'nden mezun olduktan hemen sonra askere gitme kararı aldı. Aralık'ın dokuzunu onuna bağlayan gece, bayram dolayısıyla bulunduğu babaevi Yalvaç'ta Yiğit'e bir telefon geldi. Bir arkadaşı kendisinin Bingöl'e, Yiğit'in ise Ankara Mamak'a asker olarak gideceğini duyurdu. Birçok arkadaşının askerliği Ankara'nın doğusuna çıkan Yiğit hem sevindi, hem üzüldü. En son tekrar, o arkadaşlarını da yanına alıp bolca sevindi. Sazlı (babamın udu ile) sözlü (cemaatin sesi ile) eğlence yapıldı. Üst komşumuzun ısrarı ile Yiğit'e kına bile yakıldı, anında gitti yıkadı. Öncesinde Ankara'da yaptığımız toplaşma (bkz: üstteki fotoğraf 5 Aralık 08 Nedjima 2), Yalvaç'tan Ankara'ya giderken otogarda uğurlama vs. ile Yiğit'i birkaç baskı yaparak askere uğurladık.

Yiğit 14 Aralık itibariyle, Mamak'ta birliğine teslim oldu. Kendisinin Mamak'la başlayıp yine Mamak'a dönen bir Ankara macerası oldu. Yani, Yiğit Üniversite'de serimizin sonuna geldik. Mayıs'tan itibaren Yiğit Asker'de ve sonrasında Yiğit İş'te maceralarımızda tekrar görüşmek ümidiyle, esen kalalım.**

* Google'da "velhasıl velkelam"ı aratınca ilk sırada Evahalipisi çıkıyor. Bu ikiliyi bu şekilde pek az kişi kullanıyormuş demek ki. Hukukçu baba sahibi olmanın getirileri, götürüleri.
** Eh, artık Yiğit'i buraya yazma konusunda sıkıştırmanın zamanı geldi. Di mi Cevat Abi? (Evet)


1 Aralık 2008

"Dergi, hür düşüncenin kalesidir."

Bu yazıya başlık olarak seçtiğim Cemil Meriç sözüne, az sonra sözünü edeceğim derginin, keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce ufak köşelerinden birinde rastladım. Tam o anda zaten, bu dergiyi ben bloğuma yazayım, tanıtayım diyordum:

Futuristika: Enterasan Mevzular Dergisi

Futuristika, edebiyat, fotoğraf, politika, müzik vb. vb. alanlarında enteresan mevzuları bulup çıkartan, profesyonel dergi anlayışıyla, ciddiye alınarak yayınlanan, bol yazarlı bir e-dergi. Keşfettiğimden beri her gün bir kez, kahvaltı ile birlikte alıyorum. Siz de mutlaka uğrayın, girin, takılın, enteresan mevzular keşfedin. Benim (ve Berfu) gibi çok severseniz buraya da bir yorum ekleyin, fazladan keyiflenelim. Son olarak, Futuristika'yı bir de kendi dillerinden dinleyelim:


… derdini Türkçe anlatma gayretiyle, enteresan mevzuları ya da gayet sıradan durumları aktarma gibi dünyevi bir meselenin peşinde olan bir online dergidir.

Interneti boş bir mecra olarak görmeyip interaktif özelliklerinden yararlanarak okumaktan, izlemekten, dinlemekten aldığımız keyfi arttırmaya çalışıyoruz.

Futuristika günlük olarak güncellenir ve yazılara anasayfadan ulaşabileceğiniz gibi, ücretsiz abonelik yoluyla mail adresinize de ulaştırılabilirsiniz. Uzun ama çok da uzun olmayan dönemde planımız da, batık dergiler cenneti ülkemize katkı olması açısından basılı mecrada da yer bulmamızdır. Her derginin tuvalette de okunabilmesi gerektiğini düşünüyoruz ve takdir edersiniz ki laptop ile tuvalete girmek yeteri kadar sıkıntı verici.

İlgimizi çeken konular nelerdir? İlginç olan her şey: Ayrıntılar, müzik, sinema, tasarım, mimari, edebiyat, politika, sokak, internet mucizeleri, oradan buradan duyulanlar, enteresan mevzular vb.

Futuristika!, bir yandan en ağırbaşlı tavrıyla sanat ve dünya meselelerine kafa yorarken, bir yandan da en hafif meşrep haliyle başka bir yerde Türkçe okumadığınız konulardan bahsetmeye çalışıyor.

21 Kasım 2008

Marguerite Yourcenar

Sanırım beş yıl önce, ablamın burada kalan kitaplarını tek tek sömürmekle meşgul olduğum zamanlar, elime bir kitap düştü. Diğer tüm kitapları okuyup bitirmeme rağmen açlığımı yatıştıramamış bir vaziyette, en dipte bucakta duran, incecik bir kitap: Bir Ölüm Bağışlamak. (Kitabın Yalvaç'taki kitaplıkta durduğunu, hatta aynı yazarın Zenon'unun da orada olduğunu hatırladım şimdi, şaşırdım.) Pek de istekli olmadan, şimdilik elimdekiyle yetineyim diye okumaya başladım.

Bir çırpıda okuyup bitiririm diye başlamıştım ama, kitap ilk sayfalardan itibaren gaflet ve delaletimi yüzüme vurdu. O zaman, bitirdikten sonra elimden bırakırken 'mutlaka tekrar okumalıyım' demiştim. Bir süre etkisinden kurtulamadığımı hatırlıyorum. Kitap, savaş ortamında yaşanan saplantılı bir aşk ve olağandışı bir arkadaşlık hikayesi diye özetlenebilir. Ama o duygusal tanımlar, şiir gibi itiraflar, iç muhakemeler tüm zamanlara ve mekanlara göre genişletilebilir. Şimdi tekrar elimde, tekrar her bir kelimenin üzerinde düşünerek okuyorum, tekrar hayran kalıyorum.

Marguerite Yourcenar, 1903 Brüksel doğumlu bir Fransız yazar. Asıl adı Marguerite Antoinette Jeanne Marie Ghislaine Cleenewerck de Crayencour olacak kadar köklü bir aileden gelmiş. Küçük yaşta annesini, hemen sonra da babasını kaybedince, kendini tamamen yazmaya adamış bir kadın. Babası küçükken, soyadının harflerini değiştirerek minik bir oyun yapmış, yazar da adını bu şekilde kullanmaya karar vermiş. (Crayencour =Yourcenar.) İlk olarak Hadrianus'un Anıları adlı kitabıyla ses getirmiş. Yourcenar'ın biseksüel olduğunu, Amerikalı çevirmeni Grace Frick'le 1937'den başlayan aşklarını, 1979'da Frick'in ölümüne dek, cesurca yaşadıklarını belirtmek gerek. Kendisi, 1987 yılında hayata gözlerini yumuncaya kadar birçok eser vermiş. Benim bulup da bazılarını satın aldığım kitapları şöyle:

  • Bir Ölüm Bağışlamak
  • Doğu Öyküleri
  • Zenon
  • Akan Su Gibi
  • Mavi Masal
  • Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı (1965)
  • Ateşler (1936)
  • Rüya ve Kader
  • Hadrianus'un Anıları (1951)
Okumayı sabırsızlıkla beklediğim Ateşler romanından, Ekşi sözlük'te bir alıntı okudum. Gerçi, Ateşler'in daha çok, uzuuun bir aşk şiiri olduğu yazıyor bazı yerlerde, genel üslubundan farklıymış yani. Yine de bu etkileyici alıntıyı ben de buraya alayım ve İdeefixe'ten aldığım kitapları beklemeye başlayayım:

Aşk bir cezadır. Yalnız kalmayı beceremediğimiz için cezalandırılıyoruz.

Biri yüzünden ıstırap çekmeyi göze almak için onu sevmek gerekir. Seni çekebilmek için seni çok sevmek gerek.

Aşkımda sefahatin incelmiş bir biçimini görmekten; zaman geçirmek için, zaman'sız yapabilmek için geliştirdiğim bir oyun görmekten kendimi alamıyorum. Zevk, kalbin son sarsıntılarından çılgına dönmüş motor gürültüsü içinde, göğün ortasında zorunlu inişe geçer. Motoru çalıştırmadan inerken, dua yükselir; ruh, aşkın göğe yükselmesi sırasında bedeni kendisiyle sürükler. Göğe yükselmesinin mümkün olabilmesi için bir tanrı gereklidir. Bir kadir-i mutlak'a vücut vermeye yetecek kadar güzelliğe, körlüğe ve sonu gelmez isteklere sahipsin. Daha iyisini bulamadığımdan, seni evrenimin kilit taşı yaptım.

Uzaktan, saçların, ellerin, gülümsemen taparcasına sevdiğim birini hatırlatıyor. Kimi? Bizzat seni.

Sabahın ikisi. Sıçanlar çöp tenekelerinde ölü günün artıklarını kemiriyorlar: Şehir hayaletlere, katillere, uyurgezerlere ait. Neredesin, hangi yatakta, hangi rüyada? Sana rastlasam beni görmeden geçerdin, çünkü rüyalarımız tarafından görülmeyiz. Aç değilim: Bu akşam hayatımı bir türlü hazmedemiyorum. Yorgunum: Hatırandan yakayı sıyırmak için bütün gece yürüdüm. Uykum yok: Ölüm için bile iştahım yok. Bir sıraya oturmuş, sabahın yaklaşmasıyla kendime rağmen sersemlemiş, seni unutmaya çalıştığımı kendime hatırlatmaktan vazgeçiyorum. Gözlerimi yumuyorum... Hırsızlar yalnız yüzüklerimize, âşıklar tenimize, vaizler ruhumuza, katiller canımıza göz dikerler. Benimkini alabilirler: Ondaki hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerine bahse girerim. Tepemde yaprakların kımıldanışını hissetmek için başımı arkaya atıyorum... Bir korudayım, bir tarlada... Zaman'ın çöpçü, tanrı'nın da belki paçavracı kılığına girdiği saat bu.

19 Kasım 2008

Bilkent'te Asistan Olmak

Solumdaki florasanın yanıp sönen ve sürekli ses çıkartan sinir bozucu engeline rağmen bu yazıyı yayınlamayı bir borç biliyorum.
Ben üniversiteye girerken bazı rivayetler vardı Bilkent ile ilgili, şunlar gibi:
  • Kantin girişinde köpekler ve burslular giremez!
  • Otoparkta: şahin ve kartallar giremez!

ve İhsan Doğramacı ile ilgili ise şunlar:

  • Ariel Sharon ve askeriyeden önemli kişilerle havaalanında çektirilmiş bir resim.
  • İhsan D. nin vizyonun genişliğini anlatan bazı hikayeler: Boş araziyi bir arkadaşına gösterip ben burada üniversite kuracağım demesi gibi...
  • Mason olması konusunda rivayetler

Bilkentte asistanlığımda ikinci yılımın ortasındayım ve gördüğüm şey şunlar:

  • Burslular olmasa öğrenci kalitesi çok kötü
  • Kantinleri ve kafeleri pahalı
  • Sınav sırasında gözünü açmazsan seni ayakta uyutacak öğrenci kaynıyor.

ve bir de şunlar var:

  • Hava soğuk olduğunda bile banklarında oturup bir sigara içerken önündeki havuza ve ışıklı ağaçlara bakasın geliyor.
  • Çimenlik alanının hastası olup yazın uzanıp müzik dinleyesiniz
  • Bazı imkanlardan yararlanmak istediğinizde büyük engellerle karşılaşmayacağınızı bilmeniz (idari açıdan)
  • Eskiden birlikte yürüdüğünüz Bilkent yollarını şimdi kendiniz yürüseniz de eskiyi hatırlamanız

İyisi ile kötüsü ile Bilkent işte... Bir gözetmenlik sonrası odama dönüp bunları yazmaya karar verdim. Birazdan dışarı çıkıp bir sigara yakacağım ve eskiden Danny'nin bulundupu Lojman'a doğru gideceğim. Amerikalıların Pot luck adındaki yemeğine katılacağım. Leon diye bir arkadaşım çağırdı. Pot luck bizim kermes gibi bir şey ama paralı değil. Herkes bir şeyler getiriyor yemek için sonra patlayana kadar yiyorsun. Türkçe de de zaten patlak diye okunuyor. Geçen seneki thanx giving bir nevi pot luck mış bunu anladım.

Neyse ben gideyim, sonra sizlerle gözlemlerimi paylaşırım.

Bezis

17 Kasım 2008

Melek'in Terlikleri

Melek, bir hafta bende kaldı. İzmir'e taşınacağı için evini kapatmıştı. Bugün gitti. Otobüsü gece 12'deydi. Birçok şey o kadar üstüste ters gitti ki, Melek'in gitmesini istemeyen sadece biz değiliz galiba dedim.
  • Önce, duvardaki saat durur gibi yaptı. Yarım saat öncesini gösterecek şekilde ilerliyordu. Ben bunu sonradan fark edip, vakti ayarlayamadım, Melek ve Muharrem'i yeterince uyarmadım.
  • Sonra, Melek'in kaç gündür yazdığı raporun olduğu mail bir türlü gitmedi. Ucu ucuna büyüklüğü sınırı aşmış. Muharrem bunlarla uğraşırken vakit geçiverdi.
  • Koca eşyaları harala gürele taşıdık. Muharrem o koca bavullarla arabasını park ettiği yere kadar koşmak zorunda kaldı.
  • AŞTİ'ye gittiğimizde girişteki trafiği gördük. Yok artık! Daha hızlı olur belki diye taksicilerin şeridine girdik, boştu. Ama en sonunda taksiler bekliyormuş meğer ve beş tane olmadan ayrılmıyorlarmış. Muharrem durumu kurtarmak üzere kaldı, biz Melek'le, elimizde bavullar, koşarak peronu bulduk.
  • Muharrem bir süre sonra koşarak yetişti. Ama iki koli eşyayı yetiştiremedik.
  • Doğru düzgün vedalaşamadan Melek'i otobüse bindirdik. Ama otobüs en az beş dakika daha bekleyince aslında vaktimizin olduğunu anladık. Camdan el kolla konuştuk, ağlaştık. Melek "birbirinize iyi bakın" dedi, bizim gırtlağımızdaki yumru büyüdü.
  • Muharrem'in telefonunun şarjı bitti.
  • Hiçbirimiz yanımıza para almadığımızı fark ettik. Otopark için Melek'in son anda verdiği 5 lira hayat kurtardı.
  • Otoparktan çıkış sırasında, önümüzdeki arabadaki yaşlı amcanın kafası en az bir milyondu, kesin. Düz yolda geri geri gelip bize çarpıyordu neredeyse. Aynı şeyi öndekine de yaptı. İyice sinirlermiz gerildi.

Muharrem beni eve bıraktı. Demir kapıdan içeri girer girmez kendimi tutmayı bıraktım sanırım. Neredeyse Ankara'ya geldiğimden beri çok yakın iki dost olduğumuz Melek'in gitmesi benim için travmatik olacaktı zaten. Eve girdiğimde daha iyi gibiydim. Sakinleştim, yatmak üzere hazırlandım. Melek bir şey unutmuş mu diye etrafı kolaçan ettim. Bir şey unutmuştu. Şuradaki yazımda bile bahsettiğim, giden'in arkasında bıraktığında en çok etkileneceğim nesnelerden biri: Ev terlikleri. bu tesadüf de fazla artık dedim. Yani, kaç kişi vardır ki "çok sevilen kişi gittiğinde ev terliklerini görünce çözülmek" gibi bir durumu olan? Birkaç saat içinde yaşanan bu tesadüfler, semboller, anlamların filan nedeni belli tabi. Güle güle git Melek'im, görüşürüz yakında! (Aha, terliklerin de hemen aşağıda:)

16 Kasım 2008

Ayakkabı Fabrikasında Çalışmak (2)


Haziran ayında Ayakkabı Fabrikasında Çalışmak diye bir yazı yazmıştım buraya. Az önce, fotoğraf makinemdeki kimbilir ne zaman çekilmiş fotoğrafları bilgisayara aktarırken, iş yerimde çekilmiş bu fotoğraf fırlayageldi. Aha dedim, o kadar anlatmışım, görselle desteklemeden olmaz. Listenin "Herkesin masasının üzerinde, dolabının kenarında, sağ kolunun altında filan mutlaka bir ayakkabı bulunur" içerikli birinci maddesinin fotoğrafı olsun bu.

Hangi arada, nasıl oluyor bir türlü anlayamadım, masamın /sağımdaki zeminin /arkamdaki dolabın üzerinde botlar peydah oluyor ve göndersem de gitmiyorlar. Bir sinir, bir bıkıntı geldi bana. İşte, ayakkabı fabrikasında çalışmak listeme bir madde daha:

12 - Ayakkabılar, doğal kullanım alanı dışındaki birçok yerde (örn: masa, hatta bazen tuvalet lavabosu) sanki zaten aslında orada olmak üzere yapılmışcasına dururlar. Ne kadar kurtulmak isteseniz de, her tarafınızda ot gibi ayakkabı biter. Öyle ki geceleri üretim bölümünden yürüyerek gelip yerleştiklerini düşünürsünüz, doğru olabilir.

Foto açıklama 1: Burada, tedarikçilerden aldığımız ve kendi ürettiğimiz ayakkabılar, ad verip stok kartlarını açmak üzere, birer örnek olarak bana getirilmiş. Normalde biraz daha az sayıda olurlar körolasıcılar.
Foto açıklama 2: O Nescafe fincanının duruşundaki saçmalık dolayısıyla, fotoğrafı çekerken böyle amele bir mizansen yapmış olabileceğim korkusuyla irkildim. Ama sonra hatırladım ki, Duygu, fotoğrafı çekebilmek için fincanını oraya koymuştu. Huh.
Foto açıklama 3: O andaki bakımsız duruşum ve yorgun bakışımın, ayakkabılara karşı bıkkınlığımı anlatan bu yazıya iyi gitmiş gerçi ama muhtemelen akşamdan kalmayım orada.
Foto açıklama 3: Bu fotoğrafla, "masamın konumu itibariyle vitrinde oturduğum düşünülebilir" diye sarf ettiğim cümle daha iyi anlaşılmıştır sanırım. Sürekli patron, müdür ve misafir gözetimi altında olduğum için sinir stress yapmış olabilirim.

1 Kasım 2008

Post Modernist düşünceler

Aha işte tam burda durduğum yerde
görünecek bir şey ya da bir kişi yok
karışıklık dediğimiz olguları kendimiz mi yaratiyoruz acaba..
yoksa karışıklık zaten var ve biz mi kurtulamıyoruz?

Neden böyle bir giriş yaptın a beyza demezler mi adama?
Derler aslında da bir anlam bütünlüğü ya da sonrasında bağlayacağım bir konu yok.
Post-modernist bir çizgi de Nietzsche den halliceyim.
Arada kafamda toparlayamadığım düşünceler beliriyor.
Ya da hatırlamakta zorlandığım anılar.
Bu aralar beynim deli gibi çalışıyor ama sadece çalışıyor.
Veriyi bir yere yüklersiniz sonra belli bir process sonunda output u alırsınız ya,
işte bende output alınamıyor son zamanlarda...

İçinde bulunduğum ortamda herkes kendini anlatır oldu. Sen bir şey anlatırken bile konuyu kendilerine çevirebilen insanlar çevremde bir milyon..
Ben ise "ulen sana dert yanıyoruz, bir dinle de bende kendimi iyi hissedeyim" diye içimden geçiriyorum.

Almanya'dayken istediğim saatte istediğim yere giderdim. Yalnız başıma gitmek de benim canımı sıkmazdı. Ama bu Ankara denen şehirde dışarı çıkmak ve kendini güvende hissetmek zor.

O kadar "güvenlik" üzerine çalışırsan böyle olur dediğinizi duyar gibiyim. Güvenlik ne ki aslında... İnsanın kendini güvende hissetmesi diye bir olgu var mıdır? Bugün Random'ın ortaklarından birinin, ismini vermiyorum, iki gün önce alnından vurularak öldürüldüğünü duydum. Mesele ise o kadar uyduruk bir nedenden çıkmış ki. Öldüren insan ise onu tanıyan bir kişi... Alkollü olmasından dolayı hafifletici ceza kapsamına girer mi ki, ya da kendisi teslim olduğu için mi girer? Bilmem ne önemi var ki şu anda...

Güvenlik sadece yaşıyor olmamız da değil aslında. Uluslararası Iliskiler de survival eşittir güvenlik gibi bir anlayış var. Ben hayatta olduğum için güvenli mi hissetmeliyim? Hissedemiyorum... Çünkü fragile security (sanırım bu kavramı ilk kullanan kişiyim, onur duydum kendimle) benim yaşamımı kolaylaştırmıyor.

Neyse bağlamıyorum hiçbir yere.
Bir insanın durduk yere öldürülmesine mi yansam, Afrika'da yaşayan ama aslında ölümden beter bir yaşam tarzı süren sözde güvenli halklardan mı bahsetsem.
Bahsetmeyeceğim!

Geberik

beyza

22 Ekim 2008

Zıkkımın kökünü iç e mi?

Ananemin zıkkımın kökünü icesiceler lafını kendime bir düstur olarak belirleyerek dün tekilaları yuvarladım. Son zamanlarda yalebbi sıkıntıdan sıkıntıya kosuyorum, stress stress stress, ya da your system is going to shut down in a second gibi cumleler beynimde dolanıp duruyordu. İçinde bulunduğum ruh halinden mütevellit geceleri kötü rüyalara gark oluyordum. Bu rüyaların en etkililerinden birinde yatakta gözlerimi açıp ayağa kalkıyodum. Biraz sonra kendimi balkondan aşağıya atacağımı bilmemin etkisinden mi yoksa zaten hissizleşmiş olmamdan mıdır bilemiyorum, sanki normal bir davranış sergiliyormuşum gibi mutfak balkonuna doğru emin adımlarla yürüyodum, rüyada. Balkona geldiğimde de hiç tereddüt etmeden kendimi aşağıya bırakıveriyordum. Rüyanın en etkili kısmı balkondan atlamam değil hiç bir şey hissetmememdi.
Gel zaman git zaman rüyalara alışırım diye düşünsem de baş edemediğimi anladım. Okuldaki Sağlık Merkezinde tanımadığım bir kaç doktor kaldı, onlardan biri de psikologumuz. Gecen gun Ortopedistim ve aynı zamanda da bütün sorunlarımı dinleyen doktoruma durumu açtım. O da istersen seni psikologla tanıştırayım gibi bir cümle kurdu. Tabi her lafı bu ara kıçımdan anlamayı da düstur edindiğimden midir nedir, "beni başından atmak istiyorsun di mi?" diye cevap verdim. [Hazır cevaplıkta bir numarayımdır. Daha 4 yaşımdayken otobüste bir kaç 'ablanın' beni severken "ayyy köfte dudak!" demeleri üzerine "sensin o pişmiş patates" diye cevap verdiğim rivayet edilir.] Aslında bir psikoloğa ihtiyacım yok len benim, delü müyüm ki ne? gibi bir haliyet-i ruhiyem de yoktur ama alınganlık hat safa da işte. Bir de gördüğüm rüyaları anlatsam Freudyen bir şekilde "evet bütün bunlar senin çocukluğundan gelme, zatdürü züt ve hebele hübelelerinden kaynaklı" diyecek ise bende ona "senin içinde ortalıkta hamanata farfosta diyolar" diye bir atılganlık yapacağımdan korkuyorum.
Vallahi yoruldum a dostlar, yok efendim master teziymiş, yok Fulbright'ın istekleriymiş, yok GRE yok TOEFL kasım kasım kasıldım aylardır. Okuyup Bab-ı Aliye katip mi olacaksin dedi geçenlerde yengem. Bende ona "katip olsam iyi, bir kapının kolu olmayayım da diye cevap verdim. [Aslında kapının kolu diye düşündüğüm şeyin bir bardağa sap olmak cümlesinden geldiğini ve beynimin gene bana oyun oynadığını şu anda fark ediyorum. Yoksa bardak değil miydi o, bak gene bilemedim.] Ulen zaten iki lafı bir araya getirsem pek bir sevinicem. Kolejdeki evden taşınırken elektrik süpürgesi adlı alete de süpürge makinası demiştim. Tabi yanımda iki Türkçe alimi olan deniz ve berfu insanı "len o süpürge makinası değildi, başka bir şeydi" dediklerinde yanımdakileri de zehirlemeye başladığımı fark ettim : )
Son tahlil de benim bi psikoloğa mı ihtiyacım var içkiye mi diye kendi kendimle girdiğim istişareden içki galip geldi. Amaç belliydi dün gece. İçeceğim ve hafif çakır keyif olup mışıl mışıl uyuyacaktım. Çakır keyiflik kendini sarhoşluk noktasında buldu ve "olum benim hayatım ne kötü biraz daha içeyim bari" diyerek en son gecenin köründe yatakta sızdım. İşe gitmedim [Artık iş diyorum zira resmen mesai yapıyorum okuldaki odada]. Bu saate kadar da toparlanma aşamasına girdim.
Biliniz ki beyza eğer buraya açık açık ben dibe vurdum diye yazıyorsa toparlanmaya başlamıştır. Ünlü bir zat-ı muhteremin de dediği gibi " 'Doğru' düşüncelerim vardı ve her şeyi doğru değerlendiriyordum; fakat duygularım sapkın ve sığdı, hakiki hislerden çok kağıt üzerindeki dramlara benziyordu."*
Beyza
* Paul Feyerabend, Vakit Öldürmek, Otobiyografi

8 Ekim 2008

Ankara Nereye?

Mimar, kentsel tasarımcı Efe Gönenç ve yüksek mimar Mert Kayasü, geçen hafta Radikal İki'de bu başlıkta bir yazı yayınlamışlar. Okudukça, şehrin hasta grisi rengi için sonunda doğru teşhisler yapıldığını gördükçe ferahladım. Bir marka uzmanı tarafından, şehirlerin markalaşması ve Ankara'nın bir marka gibi yönetilmesi gerektiğini anlatan bir yazı da okumak çok isterim doğrusu. İleride ben yazarım belki.
İşi uzmanlarına bırakmak bu nedenle güzel. Hastane yöneticisi olarak tüm hastalıkları teşhis ve tedavi etmen, tüm hastalarla tek tek ilgilenmen mümkün değil.

Yazının tamamını şuraya tıklayarak okuyabilirsiniz. Son paragrafından çarpıcı bir parça hemen aşağıda:
Bozkırın ortasında, ne yüzyıllara dayanan emperyal bir tarihsel mirasla ne de coğrafi güzelliklerle yaratılmış Ankara, her kent gibi ona anlamını veren geçmişiyle yaşayamamaktan ve yeni bir şey üretirken hep baştan yenilenmekten yorgun düşen bir kent halini alıyor. Sadece kullanım ve yatırım kaygılarıyla üretilen ve kentsel kültüre bir katkıda bulunmayan konforlu binalarına, alt ve üstgeçitlerinden arabasıyla ulaşan, hafta sonunu alışveriş merkezlerinde geçiren, sanatı, kültürü bile buralarda tüketen, doğayı da her gün yanından geçilip gidilen bir parkta değil de şehir dışındaki “tematik” rekreasyon alanlarında gören Ankaralı, kentle bağını koparmak üzere.

Peki Ankara, tarihi veya yeni şehir merkezine varıldığında, kentin tadını çıkarabileceğimiz nasıl mekânlar sunuyor bize? Ne zaman bir tiyatrodan çıkıp hemen karşısındaki meydana bakan kafede bir kahve içtik? Dükkânların ve mağazaların arasında bir sanat galerisinin afişi çağırdı mı bizi içeri? Tüketimin sunulduğu binalar (apartmanlar) ve onların arasında kalan açık mekânlar (sokak) bize nitelikli bir kentin parçası olduğumuzu hissettiriyor mu? Peki, bu sokaklar nasıl? Üstgeçitlerin merdivenleriyle işgal edilmiş Kızılay ve araba tamponlarının arasında yürünen Tunus Caddesi kaldırımlarında, Ankara şehri, bireyle ilişkisini kurabiliyor mu? Konforlu binalarımıza ulaşmamız için sokaklar cazip değilse, 3. vitesli in-çık geçitler üzerinden mi ilişki kuruyoruz kentle ve böylece kenti geçip gidiyor, ıskalıyor muyuz? Sokaklardan, meydanlardan, nitelikli açık alanlardan kopmayı kanıksıyor muyuz?

20 Eylül 2008

Beatles

Ben bu Beatles'ı her on yılda bir tekrar keşfediyorum! On iki -on üç yaşındayken, Yalvaç'a yanlışlıkla düşmüş bir Best of Beatles kasetinin üzerine atladığımdaydı ilk keşfim. Ya direk plaktan kaydedilmiş, ya da izinsiz toplanıp basılmış bir kaset olduğundan ses kalitesi felaketin bir aşama daha altındaydı, sözler ağzında elmayla konuşmaya çalışan birinin sözleri kadar anlaşılıyordu ancak! Her şeye rağmen, tüm o şarkıların yüreğimi jöle kıvamına getirip nasıl da tir tir titrettiğini ben bilirim. Günlerce teypten çıkarmadığım bu kaset ayrıca, kayıt kalitesi hakkında bayağı fikre sahip olmamı da sağlamıştır. Cabası.

Neden sonra bilmem, dinlemeyi bırakmışım. Bir ara (bir ergenlik arası) "bunlar pop yapıyor, oysa ben poptan hiç hazzetmeyen çok farklı bir insanım, derinim ben" modunda olduğumu da hatırlıyorum. Ehehe.

Bu yaz Berna'nın arşivinden yaklaşık yüz adet Beatles şarkısı taşıdım buraya, öylesine, bende yok diye. Az önce rendım olarak çalan şarkı listesinden gruba ait bir tanesi kulağıma denk geldi. İşi gücü bıraktım (evet işteyim ben) ve yüreğimin o zamanki gibi jöle kıvamına gelişinin keyfini çıkardım. Şimdi yine, son bir saattir sadece Beatles dinliyorum. Aynı anda hem nostalji yapmak hem de içinde bulunduğum andan zevk almak müthiş! Dinleyelim efendim, Come Together, Girl, I Me Mine, Across the Universe ve müzik hedesinin zamandan, mekandan ve her türlü kısıttan nasıl da bağımsız olduğunu bir kez daha idrak edelim.

18 Eylül 2008

Yaşamak Alışmaktır

* Afşar Timuçin'in bu şiiri, Bir Çiçek Yılı Sonra adlı eski albümde Murat Özyüksel tarafından bestelenmiş, genç Teoman tarafından (Yakupoğlu olan soyadını da kullanıyormuş o zamanlar) seslendirilmiş. Bu ne güzel, ne yalın, ne anlamlı bir şiirmiş! Yaşamak, alışmakmış.

17 Eylül 2008

Mut

Bugünü kendime mut günü ilan ediyorum:

1- Yağmur yağdı.
2- Berfucanım Türkiye'ye teşrif etti.
3- İş arkadaşım Sevgi'nin aylardır (9 aydır) beklediğimiz yeğeni çıktı geldi.
4- Kankamın aşk hayatıyla ilgili pek hoş, pek yakışıklı, pek güzel haberler aldım.
5- Can sıkıcı müdürlerden hiçbiri bugün şirkette değildi.

Öğlen, yağmur öncesi fırtına eşliğinde Duygu'yla işe yakın yegane yemek yerinde (Ali Baba'nın Çiftliği) köfte yiyerek kutladık gibi oldu bu Mut gününü. Eh, bugün bana iyi geldi. Şimdi Berfu'yu bizzat görmek için mesainin bitmesini beklemek lazım. Ha bir de, Ramazan geldi, çıkış saati bir saat öncesine alındı. Güzel... Mmm.

Ek Mut: Ideefixe dün bir mail atarak Edgar Allan Poe'nun Bütün Hikayeleri kitabının 70'ten 28 (!) liraya düştüğünü haber verdi. Hemen atladım üzerine. Hazır kargo geliyorken, uzun zamandır almak istediğim Mayakovski'nin Ataol Behramoğlu çevirisiyle yayınlamış bu kitabını da ekledim siparişe. Bugün yarın gelir, hemen paylaşırım sizinle görüşlerimi.

11 Eylül 2008

Salim Sevsendebir X Şehriye Vakvak


Salim Sevsendebir o gece yoktu ve gelmeyecekti. Aslında, Şehriye Vakvak’ın hayatında Salim ne kadar var olmuştu ki? “Bir sürü zaman kaybı” diye düşündü Vakvak, kulise dönerken. İşte gene aynanın karşısındaydı. Ama bu sefer içinde ağlamak yoktu. Yavaşça makyajını temizledi, yüzündeki pütürlere baktı, o sırada Salim hala aklındaydı. “Neden aklımdan atamıyorum ki, onun gibi binlercesi geldi geçti, o niye geçmesin?” diye söylendi kendi kendine. Aslında biliyordu onun da geçeceğini de hayatında tutmak istiyordu Salim’i. Kendisi için istiyordu, tamamen bencil bir biçimde!

Hangi gün olduğunun hiçbir önemi yoktu artık. Dışarıya baktı ve dolunay’ı gördü. Salim Sevsendebir’i düşündü. Sesli bir şekilde “Seni kendime bu dolunayla bağlıyorum Salim, her dolunay da bana daha da bağlanacaksın” diye söylendi. Salim Sevsendebir bağlanır mıydı, orası meçhul da Şehriye Vakvak’ın bu hazin serzenişi, içindeki umutsuzluğu bir kere daha gözler önüne serdi. Aynı umutsuzluk, uzun bir süre sonra, yaptığı açıklamanın ertesi günü yüzünde beliren ifadenin tıpa tıp aynısıydı. Donuktu ve hissizleşmişti. Belki de konsomatrislikten ve bu Fransızca şarkıları seslendirmekten sıkılmıştı ama onun için bu donukluğun sebebi tamamen Salim Sevsendebir’di. Salim’in düşüncesiz davranışları, o umursamaz halleri Şehriye Vakvak’ı iterken, arada da olsa güzel sözler söylemesi onu kendisine bir o kadar yaklaştırıyordu. Şehriye Vakvak ise hangisinin daha ağır bastığını anlayamayacak kadar alkol almıştı bu gece.

Salim’in duygu ve düşünce dünyasına bu yazıda anlatıcının girememesinin nedeni ise Şehriye Vakvak’ın onun düşüncelerini bilemiyor olmasıdır. Vakvak’a göre Salim hovarda ve uçkuruna düşkün bir adamdı. Belki de bu cezp ediyordu Vakvak’ı. Ama Salim Sevsendebir’e sorsanız kendisini müzmin bir bekâr olarak tanımlardı. Hangisinin doğru düşündüğü ise sizin doğru ve yanlış tanımlarınızı nasıl yaptığınıza göre değişir. Neyse bütün bunların şu anda hiçbir önemi yok. Önemli olan Vakvak’ın iç dünyasını tanımak olmalı ki Mani Beniçeker’in, Vakvak’ın hayatındaki yerini daha iyi anlayabilelim. Evet evet… Mani Beniçeker dedim. Salim Sevsendebir’e ne oldu diyeceksiniz, o hala Şehriye Vakvak’ı düşünmeksizin uykuya yenik düşmüş bir halde yatıyor.

29 Ağustos 2008

İlhan Berk Ölür

Türk edebiyatının önemli şairlerinden İlhan Berk, Bodrum'da vefat etti. 28.08.2008

Derim ki ben, şair ölmez. Yazarlar, politikacılar, ve hatta müzisyenler /şarkıcılar ölebilir de, şair ölmez. Çünkü bence, başka hiçbir sanat dalında görülemeyecek kadar eser bağımsızdır şiirde. Ölen İlhan Berk'tir.

Tüm güzellikler için teşekkürler İlhan Berk. Toprağın bol olsun.



İHTİYARİNTİHARIRMAK

Kalıyordum artık ölümden konuşacaktık / Kalıyordu bir si-
yah bir 3.
Bir beyaza girdim.
(İşittim bir vadiye rüzgâr iniyordu/ bir bedevi
hisarlarını ateşe veriyordu/ sen gökleri sağ elin
yapıyordun

Ey Bayan F,
- ve kasabalarda ses yoktu
bir körfez ölümü büyütürdü) .

Sen geçiyordun, nalınlarında deniz suyu bir ormanın saçlarını
Uzatıyordun/

28 Ağustos 2008

Günlerden Perşembe ve Aylardan Dolunay [Şehriye Vakvak, Erdal Pamukdiş ve Hanif]


Şehriye Vakvak kuliste makyajını yaparken ağlamamak için kendini zor tuttu. Oysa tek ihtiyacı bir gecelik uyku hapı olan, daha bir haftadır tanıdığı Salim’di. Ama Salim bir gecelik uyku hapı olmaktan çıkmıştı. Şehriye Vakvak gözü kapıda belki gelir düşüncesiyle ağır ağır makyajını tamamladı. Salim’in ise yerinden kıpırdamaya mecali yoktu. Hele bir kadın için mi? Haşaa en büyük zevki o kadınla sevişmek dahi olsa Salim Sevsendebir’e yorgunluk çoktan çökmüştü ve yatakta sızmıştı.

Şehriye Vakvak tekrar kapıya yöneldi ve ağır adımlarla sanki içinde yas tutan bir bebek varmış gibi hıçkırdı. Artık sahnedeydi ve açılışı her zaman ki gibi Sympathique adlı Fransız şarkıyla yaptı. Bu sırada İstanbul’un karşı yakasında Hanif adlı çok uzun zaman sonra neşeli konuşmasıyla Sahur Pazarında çalışırken gördüğümüz gepegenç çocuk için aynı gece hayatının dönüm noktasıydı. Hanif’i tam tamına 48 saat 13 dakika da dünyaya getiren Kadın isimli annesi ölüm döşeğinde İslam dinine sıkı sıkı bağlanmaya başladı. Oysa o geceye kadar Hanif’in babasına sorsanız Kadın tam bir “zındık”tı. Hanif hıçkıra hıçkıra annesinin solmuş ölü bedenine bakıyordu. Günlerden Perşembe ve Aylardan Dolunay’dı. Erdal Pamukdiş rüyasında bir tepenin üzerindeydi. Etrafını görmekte zorlanmasının nedeni havanın kararmış olması mıydı yoksa gerçekten gözlerinin görmemesi mi kestiremedi. Elleri ile bulunduğu yere dokundu, etrafında çimler olduğunu anladı. Ne yapacağını bilemez bir halde “ilerlesem karşıma ne çıkar, geriye gitsem ne olur?” düşünceleri altında ayağını sola doğru bir adım ilerletti.

Erdal Pamukdiş çocukluğundan beri sol ve sağ arasında bir seçim yapacak olsa hep sol tarafı seçerdi. Politik görüşü ile ilgili bir durum değildi bu ama aynı düşünce yapısıyla her defasında “doğu mu batı mı?” diye kendine sorar ve doğu cevabını alırdı. “Mistizmi ve gizemi severim sevmesine de gözlerim görmezken mistizm olsa ne olur olmasa ne olur” diye hayıflandı. İçerisinde korku mu vardı yoksa biraz sonra tepeden aşağı düşeceğini kestirmiş olmasından mıydı bilinmez, Erdal Pamukdiş derin bir nefes aldı ve bir adım daha attı. İşte düşüş başlamıştı. Biraz önce basmakta olduğu yumuşak çimler yerini çakıl taşları ve kumlarla dolduruyordu. Gömülüyorum diye düşündü ve yatağında huzursuzca döndü, yorganına sıkı sıkı sarıldı. Gömülürken yorganına sarılmış olduğunu bilseydi acaba ne düşünürdü bilinmez, rüya içerisinde tam 32 dakika kaldı ve 32 defa gömüldü. Her gömülme anında yumuşak bir elin onu yukarı doğru çektiğini fark ettiği için on ikinci gömülmeden sonra çırpınmayı bırakarak o elin kimin eli olduğunu anlayabilme çabasına girdi. Her defasında kendi kendine“Ah şu gözlerim görecekti ki?” diyordu ama nafile isteklerdi bunlar. Yirminci kez kendisine uzanan eli tuttuğunda kendini ileri doğru itmeyi başararak tutunduğu cismin siluetini elleri ile çizmeyi başardı. Giydiği etekten ve dokunduğu bacaktaki incelikten dolayı olsa olsa bir balerin olmalı bu kadın diye düşündü. Uykudan uyanması ise 32 inci gömülmesinde balerinin elini tutmaması sonrası çığlık çığlığa yataktan doğrulmasıyla oldu. Vücudu eski sobalar kadar sıcak, elleri terlemişti.

O gün, günlerden Perşembe ve aylardan Dolunay’dı. Hanif ağlamayı bırakmış, Şehriye Vakvak son şarkısını söylemiş, Erdal Pamukdiş ise sigarasını yakmıştı. İstanbul derin bir sessizlik içerisindeydi.

Savaş

Beyza'nın, şunca zaman sonra adeta patlayarak ortaya çıkan, şimdilik çok başarılı bulduğum öyküsünü yarıda kesiyor gibi olacağım. Ama çok yazarlı blogların özelliği ve güzelliği de bu değil mi zaten?

Dört yanı savaşlarla çevrili bir kara parçası olmamıza az kaldı. Bu adi, ilkel virüs, düşünüldüğünden çok daha bulaşıcı. Bu ortamda bunları konuşmaktan pek hoşlanmıyorum ama, en azından alıntı filan yaparak savaş denen insanlık lanetine karşı tavrımı belirtmek isterim. En azından burada bunu söylemek yüreğime biraz su serpecek; zira aileleri, kentleri, yaşamları elinden alınacak kadar haksızlığa uğramış insanların varlığı beni sürekli sıcak tutuyor. Siyasetten ve ideolojilerden hoşlanmam, hiçbirinden yana değilim. Ama anti-militarist olduğumu, meselelere böyle 'makro' düzeylerden bakılması gerektiğini savunduğumu söyleyebilirim. ('Makro'dan kastım 'devlet'ler değil insanlık ve uygarlıktır.)

İşte, anti-militarist tavrını kısa bir süre önce öğrendiğim Einstein'dan bir alıntı:
Eğer bir adam, marşla uyum içinde yürüyebiliyorsa, o değersiz bir varlıktır. Kendisine yalnızca bir omurilik yeterli olabileceği halde, her nasılsa, yanlışlıkla bir beyni olmuştur onun. Uygarlığın bu kara lekesi en kısa sürede yok edilmelidir.

Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nasıl da nefret ediyorum. Ben savaşı öylesine tiksinti verici ve aşağılayıcı buluyorum ki, böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi parçalayıp yok ederim daha iyi...
Einstein'ın bu tavrını öğrendiğim Yıldırım Türker yazısına ise buradan ulaşabilirsiniz (İçinde bir Yıkım Edebiyatı yazarı olan Borchert'in tüyleri diken diken eden savaş karşıtı şiirini Celal Üster çevirisi ile okuyabilirsiniz) : Hayır Demenin Hayrı.

Ayrıca Einstein ilginizi çektiyse bakınız (İng.): A. Einstein: The World As I See It. ve Einstein's Credo by Philip W. King.

Burası ise savaş karşıtlarının web sitesi: Savaş Karşıtları nokta org.

İnsan hakları ihlalinin ne olduğu ile ilgili bir makale (İng.) için: What it Means to Violate Human Rights

Uluslararası Af Örgütü Türkiye ve Uluslararası web siteleri.

Human Rights Watch

Unutulmaması gereken bazı savaşlar (wikipedia'dan -ing.)
Ruanda Soykırımı, Afganistan, Irak, Gürcistan, Kashmir, Yugoslav Wars ...

27 Ağustos 2008

Kendini Kandırma/ Aldatma


Salim’den hala hiçbir ses çıkmamıştı. Şehriye Vakvak kapıdan çıkarken son bir kez aynaya baktı. “Sen misin lan güzel? Sen misin? Kıçın olmasa beş para etmezsin, o göğüslerin olmasa yüzüne bakmazlar. Sen misin lan güzel?” diyerek aynaya yaklaştı. Gözleri bozuk olan Vakvak’ın kendi gözleri ile aynada karşılaşması sonrası ilk aklına gelen ne gariptir ki "hangi gözüme baksam" olmuştu. Sol gözüne bakarak aynayla konuşmaya devam etti. Söylediği sözler alkol almış olan Vakvak’tan tam da beklenecek tarzda bir serzenişti. “Biraz kilo alsan bin para etmezsin. Ne o kalır ne bu! Kimin ihtiyacı var ki zaten onlara” dedi kendi kendine. Oysa Şehriye Vakvak bazı geceler yalnızlıktan yastığa sarılarak uyurdu. Vakvak aynada kendine söylediklerine inanmaya çalışırken bir yandan da “Allahtan güzelim” diye aklından geçirdi.

Aynı gece Erdal Pamukdiş rüyasında Dönde Gel Gazetesinin verdiği ilanın tesiri altında rüyaya daldı. Salim Sevsendebir ise çoktan yatakta sızmıştı.

25 Ağustos 2008

Erdal Pamukdiş



Gazeteci olmaya karar verdiği günden beri mesleki yaşamında bugüne kadar en ufak bir umutsuzluğa kapılmamış olan Pamukdiş, önünde bir türlü çalmayan telefona bakıyordu. Belki de bir şey olmuştu. Çocukluğundan beri hayallerinde en kötü senaryoları kuran sonra da korkup uykuları kaçan Pamukdiş’in aklına bir anda Sahur Pazarından şu anda gözünü ayırmadan bakmakta olduğu telefonu bulduğu gün geldi.

Henüz hayatına Şehriye Vakvak isimli cilveli kadın girmemişti. Satıcı çocuk Hanif’in “Abi yenileri var onların, evde kullanmak için bir telefon alacaksın almayı düşündüğün telefona bak. Dijitalleri bile çıktı be abim. Sen kalkmış bizim dükkânda senelerdir duran, dekorasyon olarak kullandığımız telefonu almaya karar verdin. Fiyatı yok diye böyle yapıyorsan biraz ayıp olmuyor mu abilerin abisi?” demesi üzerine Erdal Pamukdiş hafifçe başını Hanif’e doğru çevirerek “Anıları olan bir telefon istiyorum. Bunu alacağım!” diye cevap vermişti. Hanif eğer bu telefonu satarsa babasından bin bir dayak yiyeceği konusunda Erdal Pamukdiş’i ikna etmeye çalışsa da nafileydi. Karşısında ikna kabiliyeti yüksek bir gazeteci duruyordu ve Hanif maalesef bunun farkında bile değildi. Hanif babasından dayak yedi mi yemedi mi bunu Erdal Pamukdiş dâhil kimse bilemezdi.

Aldığı telefonun çalışıp çalışmayacağını bile bilmeyen Erdal Pamukdiş, o gün eve doğru mutlu adımlarla yürürken Sinekli Bakkal diye adlandırdığı, yaşlı bir amcanın dükkânına girdi. Ne zaman içeri girse amcanın uyumakta olduğu ve onu rahatsız etmeden geri çıktığı bakkalhane de o gün bir mucize olmalıydı ki amca uyumamaktaydı ve böylece yaşlı amcanın gözleri ile buluşmak işte Erdal Pamukdiş’e o gün nasip olmuştu. Bulduğu bütün gazeteleri topladı, amcanın gözlerine son bir kez baktı artık iş bulması gerektiğini düşündü ve evine döndü.
Şehriye Vakvak’la karşılaşıncaya kadar sade bir ev hayatı olan Erdal Pamukdiş, rengi solmuş kanepeye elindeki gazeteleri bıraktı. Henüz almış olduğu en az otuz senelik olan telefonunu eline aldı ve yerde duran kabloların yanına oturdu. Birden annesi olsaydı eğer: “Yere çıplak ayaklarla basma Erdal, o kabloları yerden kaldır Erdal ya da neden elektrikçi çağırmıyoruz da sen bu işi yapıyorsun Erdal” tarzındaki sözler ve sorular ile karşılaşacağını düşündü. Yalnız olduğu için yüzüne bir rahatlık çöktü. En son kabloyu da gerekli gördüğüne inandığı boşluğa içgüdüsel olarak taktı. Bir önceki kiracının telefon hattını kapatmadığı ne iyi oldu diye düşündü ve ahizeyi kaldırdı. İşlem tamamlanmıştı, artık iş ilanlarına bakabilirdi. Bir süre önce gazeteleri attığı kanepeye kendini bıraktı, kanepenin üstünden çıkan toz bulutuna hiç aldırış etmeden ilanlara bakmaya başladı. Eline aldığı son gazete, habercilik hayatı için en kötü başlangıç olduğuna inandığı Dönde Gel gazetesiydi. Ama yapacak bir şey yoktu, işte karşısında tam da kendisine uyan bir ilan duruyordu:

“Türkiye’de haberciler şampiyonu kimdir? Yeni ve çok cazip bir müsabaka açıyoruz. Bu müsabakada en ilginç ve en eğlenceli haberi yakalayan beyefendi ve hanımefendiler hem çok kıymetli bir hediye alacak hem de bu senenin haberciler şampiyonu ilan edilecektir. Bu müsabakaya girmek isteyenler gazetemize müracaat ederek birer fotoğraflarını lütfetmelidirler.”*

Yerel bir gazete olmasına rağmen bu kadar kibar yazılmış bir ilan karşısında Erdal Pamukdiş hayretini gizleyemedi ve yüzünde ufak bir gülümseme belirdi. Peki ama en ilginç ve en eğlenceli haberi nasıl bulacaktı? İşte bu Şehriye Vakvak isimli gizemli kadınla tanışması ve hayatını Vakvak’ın üzerine kurması ile ancak gerçekleşecekti.

Erdal Pamukdiş Dönde Gel Gazetesi’nin verdiği ilanı okurken Şehriye Vakvak, o hafta içinde olacaklardan habersiz, kuliste makyajını yapmaktaydı. Salim Sevsendebir ile tanışalı bir hafta olmuştu ve içindeki mutluluğa diyecek yoktu. Ancak Salim hala etrafta yoktu.

* Vakit Gazetesi 16 Mayıs 1930 tarihli baskısında daktilo bilen bir eleman için verilen ilanın bazı yerleri değiştirilmiş alıntısı.

23 Ağustos 2008

Şehriye Vakvakla ertesi gün


Şehriye Vakvak için o gün de her zaman ki günlerden biriydi. Üzerinde krem rengi, tül kadar ince bir gecelikle yatağın içinde bir beş dakika kıpırdandı. Güneş şehirde doğalı 3 saat 2 dakika olmuştu ve Şehriye Vakvak gene bir güne daha geç kaldığını düşündü. Yattığı yerden doğruldu, aynaya doğru yöneldi. Yüzünde bir gece önce ki olaylara dair tek bir belirti bile yoktu. Sanki ne verdiği demeci ne de bu demeci verdiren olayı hatırlıyordu. Hissizleşmişti ve vücudu kaskatı kesilmişti. Banyoya doğru yöneldi. Uzun zamandır yıkanmamasından dolayı tüyleri yan yatmış olan banyo paspasının bu sefer üzerine basmadan geçti. Acaba farkında olarak mı bu harekette bulunmuştu?- bunu Şehriye Vakvak da dâhil hiç kimse bilemezdi. Duşu alırken ellerini banyodaki duvara dayadı, yüzünde aynı ifade devam ediyordu. Bir sene içinde Erdal Pamukdiş’in Şehriye Vakvak’a gene fütursuzca yönelteceği bir soru ile Vakvak’ın yüzünde aynı donukluğu görecektik ancak buna daha çok vakit vardı.

Güneş şehre doğalı tam 3 saat 40 dakika olmuştu ve Şehriye Vakvak yavaş hareketlerle bornozuna sarıldı. Banyodaki aynanın buğu ile kaplanması yüzünden Vakvak’ın banyo sonrası nasıl bir ruh hali içinde olduğunu çıkarmak güçtü. Üzerine sarıldığı içi pamuklu bornozunu çıkarmadan mutfağa gitti. Büyük bir kahve fincanını eline aldı ve içine müsliyi doldurdu, üstüne ise yoğurdu yerleştirdi. Buzdolabını açtı ve Fransız yapımı katkı maddesi olmayan şekersiz marmelât kıvamındaki reçeli çıkardı, fincanın üzerine tam kararında koydu. Her zaman ki gibi sağ ve sol köşelere iki adet vişne yerleştirdi. Kapıdan gazeteleri aldı, salondaki kırmızı koltuğuna oturdu. Yüzündeki donukluk kahvaltının verdiği mutlulukla eriyordu ki Erdal Pamukdiş’in haberini gördü. Gösteriye katılması muhtemel iki isme uzun uzun baktı. “Neden bu hale geldi?” diye kendi kendine mırıldandı. Telefonu eline aldı, çevireceği numarayı unutmuş gibi bir süre durdu. İşin aslı ise arayacağı kimsenin olmamasıydı. Oysa her gün kendisine gelen telefon sayısı en az 32’ydi. “Bu gece ağız kokusu yok” dedi kendi kendine. Aklından Salim geçti, “Yorucu bir geceydi” dedi ve yüzünde beliren arınmışlık hissine kendini bıraktı.

Güneş şehre doğalı Erdal Pamukdiş’in saatine göre 5 saat 42 dakika olmuştu. Telefonun başında Şehriye Vakvak’la yapacağı konuşmayı bekleyeli ise 7 saat. Erdal Pamukdiş’in yüzünde ilk defa umutsuzluk belirmişti. “Ne yapmalıyım?” diye söylendi kendi kendine ve beklemeye karar verdi.

22 Ağustos 2008

Şehriye Vakvakla bir gün

"Dünyayı kurtarma adına episode milenyum artı biri çekme girişimim gene hüsranla sonuçlandı."

Şehriye Vakvak "Dönde Gel" adlı gazeteye verdiği demeçte maddi sıkıntıların altından geceleri bir barda şarkı söyleyip konsomatrislik yaparak kalktığını ancak yine de istediği hayatı bulamadığını söyledi. Masasına gittiği erkeklerin sigara ve alkol kokusuyla harmanlanmış dudaklarından çıkan sözlerin artık hiçbir öneminin kalmadığını ve hissizleştiğini belirten Vakvak, “dünyaya bir kere daha gelsem bir kedi olmayı tercih ederdim diyerek konuşma sırasında çok fazla alkol almış olduğunu da kanıtladı.

Küçük haberler peşinde koşan ve dünyası Vakvak’ın hayatı üzerine kurulu olan Erdal Pamukdiş adlı gazetecinin: “Sayın Vakvak geceleri eve gittiğinizde neler yapıyorsunuz?” sorusunu fütursuzca sorması üzerine Vakvak:
“Sende diğerleri gibisin, gece yatağıma süzülmek için ağzı leş gibi kokan, benimle yatınca dünyayı kurtardığını sanan diğer erkekler gibi” diyerek yanındaki konyak şişesinden bir yudum daha viski içerek “herkese selam olsun ben artık yokum” dedi.

Şehriye Vakvak’ın her zamanki şuh bakışları ve cilveli konuşmalarıyla sahnelere geri dönmesi için Pazar günü saat 14:00’de Vakvakiye Meydanında bir gösteri düzenlenecek. Gösteriye sanat camiasından Salim Sevsendebir ve politika dünyasından Mani Beniçeker’in de katılması bekleniyor.

Dönde Gel Gazetesi
Erdal Pamukdiş
pamukdis@vakvak.com

21 Ağustos 2008

Ars Longa Vita Brevis

Latince aslı:
Ars longa, vita brevis, occasio praeceps, experimentum periculosum, iudicium difficile.
Türkçe meali:
Sanat uzun, hayat kısa, fırsatlar geçici, deneyler aldatıcı, karar vermek zor.
Bu sıralar bu kelimeler kifayetli, gerisi değil.

Ayrıca, Gözyaşı Şişesi şarkısını pek beğendiğim grup Ars Longa için bak bak bak.
Özdeyiş için kaynak: Vikipedi.
Hippocrates

20 Ağustos 2008

"Bu Siteye Erişim Kendi Kararıyla Engellenmiştir"

Siteye girer girmez karşınıza çıkan, başlıkta da yazan cümle, aslında bir protesto kampanyasının sloganı. 20 Ağustos akşamına kadar (malesef geç haberimiz olduğu için protestoya sadece 2 gün katılabiliyoruz) internette uygulanan keyfi ve mantıkdışı tüm sansürleri, biz de Evahalipisi olarak protesto ediyoruz.

Kampanyayla ilgili basında çıkan bir haber için buraya tık.
Geleceğin İnternet'inin Önizlemesini Yapıyoruz!

Her gün yeni bir site daha kapatılıyor.
Bu hızla giderse ileride nasıl bir İnternet deneyimi yaşarız, onun canlandırmasını yapıyoruz.
İki tıklamada bir karşımıza bu görüntü çıkarsa neler hissedersiniz?
Bu amaçla sitelerimizi diğer sansürlenen siteler gibi kapatıyoruz.

7 Ağustos 2008

This is Your Son!

Dünya Müzikleri Fuarı'nın (World Music Expo -Womex) sitesinde bu posterle karşılaştım ve de çok güldüm. Sanırım henüz gerçekleşen Danimarka'daki Roskilde 2008 festivalinde kullanılan bir postermiş. Çılgın yaz festivalleri işte, ehe :

(Örebro'dan Mathias! Neredesin? Hatırladın mı beni, hani geçen seneki Roskilde'den? Soyadını almamışım. Bak bu senin oğlun. Pazar günü 14'te Post 7'de seni bekliyoruz. Camilla.)

6 Ağustos 2008

"Cep telefonu, kimlik, cüzdan?"

Ankara Beşevler'de kuzenlerle paylaştığımız evden ne zaman hepbelabel çıkacak olsak Deniz o cümleyi söylerdi: "Cep telefonu, kimlik, cüzdan?". Biz de pıt pıt çantalarımıza ceplerimize bakıp "tamam, hepsini almışım" yapardık ve kapı huzurla kapanıp kitlenirdi.
Bu gece, üç kadeh şarap ve dört bira sonrası kafa bi milyon şeklinde kalkarken oturduğumuz yerden, her nasılsa kendimi içimden bunu söylerken buldum ben de. "Berfu, cep telefonu, kimlik, cüzdan?".
Evime giden yol boyunca bunu düşündüm!!!
Birilerinin sizi düşünmesi nasıl güzel birşeymiş...Bunun değerini anlamak ise buralara kısmetmiş.

5 Ağustos 2008

Cage

Liseyi bitirdikten sonra yazar olmaya karar veren John Cage (ki müzikle ilgili sarfettiği her kelime yutulmalı, yerse hazmedilmeli), oldukça prestijli bir sanat okulu olan Pomona'dan ilk yılın sonunda, 1930'da ayrılır. İşte bu ayrılığın John Cagesel nedenini hemen paylaşmak istedim:
Üniversiteye gidip de, tüm sınıf arkadaşlarımın kütüphaneye tıkışıp aynı kitabın kopyalarını okuduklarını görünce şoka uğradım. Ben de onların yaptığını yapmak yerine, raflara gidip adı Z harfi ile başlayan ilk yazarın kitabını alıp okudum. Sınıftaki en yüksek notu aldım. Bu durum beni, bu kurumun doğru işlemediğine ikna etti. Ayrıldım.
I was shocked at college to see one hundred of my classmates in the library all reading copies of the same book. Instead of doing as they did, I went into the stacks and read the first book written by an author whose name began with Z. I received the highest grade in the class. That convinced me that the institution was not being run correctly. I left.
Sanırım üniversitenin ilk yılında, bu kadar klasından olmasa da, herkes benzer bir şok geçirmiştir.
"Olm, hani üniversitede kızlar teklif ediyordu lan?" :)

28 Temmuz 2008

Reklam Kuşağı

Bir süredir pek fazla televizyon izlemiyor, gazete okumuyorum. Yine de, biraz geç kalmış da olsa, gözüme çarpan birkaç reklam hakkında yorum yapayım, içimde durup durmasın. Ucundan da olsa eski reklam yazarıyım değil mi? :

1- Pardon, Burası Sizin Yeriniz mi?

Vakıf Bank'ın müzikal gibi reklamı ancak bu kadar doğru ve güzel olabilirdi! Benim, bu uzun ve yüksek frekanslı (=çok pahalı) reklamından, bir tüketici olarak aldığım mesaj şudur:

Ben bilgisayarlarımı, masalarımı, ve hatta logomu değiştiriyorum ahali! Fakat hala, kafamın içindeki örümcek ağları kaplamış bölgeleri temizlemediğimden tüketiciyi, benim gibi 30 yıl öncesinde zannediyor, hoplaya zıplaya etrafı cilalayınca hepsinin bana koşacağını zannediyorum. Aslında hiç değişmediğimi bu şekilde saklamaya çalışıyor, böylece hiç hiç değişmediğimi daha fazla söylemiş oluyorum.

Bu mesajı vermek için hakikaten başka reklam yapılmazdı. Geçen yüzyıldan kalma müzikal geleneğinin pek de başarılı olamayan bir biçimiyle yapınca, üzerine tüy dikilmiş. Bağıra çağıra "ben hala o eski bankayım, bizim oğlan yeni bilgisayar deyu tutturdu, onu aldık hanımlan" diyor.

Geçen gün, VakıfBank'la çalışan Beyza'nın başına gelen bir olay da bu durumu kanıtladı zaten: Beyza'nın parası bitiyor ve içinde para olduğuna emin olduğu kartını ATM'ye sokuyor. O da ne, "üye bilgileriniz yanlış, para filan çekemezsiniz" mesajı. Birkaç kere daha denedikten sonra alıyor kartını, şubeye giriyor. Sırasını bekledikten sonra veznedeki kadına durumu anlatıyor. Cevaba gel: Yeni sisteme geçtiğimiz için müşterilerimizin üyelik bilgilerini yenilemesi gerekiyordu. O kadar söyledik, kimse değiştirmedi. (!) Biz de kartlarına böyle bir engel koyduk ki gelsinler değiştirsinler. Haber verdik dediği ne acaba, merak ediyorum? Zira ne bir telefon, ne bir mail... Gecenin köründe, kartındaki paraya güvenip parasız da çıkmış olabilirdi Beyza. Aymaz müşterisine ders veriyor, hele hele. Hoplaya zıplaya cila yapmakla olmuyormuş demek ki. Orası bizim yerimiz değil sayın banka, orası dedemin babasının yeri.

2- Algıda Seviyecilik

Vodafone, Türkiye'ye ilk geleceği zaman reklam camiasında nasıl bir heyecan dalgası yaratmıştı hatırlıyorum. (Ikea için de aynı dalga gelmişti sonra). Zira, iyi reklamın temelinde iyi reklamveren vardır, iyi reklamcı üzerine harika bir bina inşa edebilir o temel sağlam olursa.

Vodafone reklamlarını hangi ajans aldı, kim yapıyor bilmiyorum. Ama ilk başta afallatıp, bu ne len dedirten, sonra da akıllara pelesenk olan Vodafone reklamlarına bayılıyorum! O ince zekayı, baymayan espri anlayışını buradan takdir ediyorum.

Ancak, şöyle bir durum var: Reklamcılık eğitiminde ve sonrasında, reklamcılık tarihinin en akıllıca, en sıradışı reklamlarını izlerken aklımıza hep şu düşünce sokuldu: Türk tüketicilerinin ortalama algı seviyesi bu tarz reklamları kaldırmaz. Hele ki elindeki, sosyo-ekonomik sınıf gözetmeksizin tüketilecek, ulusal bir ürün /hizmetse öyle risklere girmeye hiç değimez! İşte Vodafone, bunun üzerine çıkmaya çalışmış; riske girecek kadar para ve iyi reklamcılarla yapılabilecek en güzel şey.

Fakat ve fakat, kendimi kötü hissettiren şu olayı anlatmadan geçmemeliyim: Hani her yöne bir kontör kampanyası için yaptığı bir seri TV reklamı var Vodafone'nun. İlkinde, sokakta futbol oynayan çocuk, Mustafa Denizli'nin verdiği kartı "ilk günden jübile" deyip yere atıyor. Ben o reklamın ne demek istediğini, kampanyanın ne olduğunu anlamamış, anlar gibi olunca da tam emin olamamıştım! Fark etmişsinizdir belki, sonradan o reklamların sonuna "başka operatör diye aramaktan vazgeçmeyin" lafını eklediler. Geri dönüşleri iyi takip ediyorlar demek ki. (Anlamadım resmen ya, ühhü, algıda seviyecilik yapıyor bunlar, komple kurdular bana.)

3- İndirim var, istersen gel. Sen bilirsin.

Zara, bir süre önce indirimlerinin başladığına dair basın ilanını gazetelere verdi. (Baya oldu aslında.) Bir indirim ilanının metninin içeriği ne olur:

- Zara'da büyük indirim başladı.
- Zara'da %40'a varan indirimi kaçırmayın.
- Büyük yaz indirimini kaçımayın, pişman olmayın.

İlk aklıma gelen, artık klişeleşmiş cümleler. Pek Zara ne yaptı?

- En kocaman gazetelerde, sağ taraftaki tam sayfanın tamamınını kaplayan bir zemin görseli. (Cama vurmuş damlalar mıydı, tam hatırlayamıyorum.) Sayfanın en üstünde ZARA, en altında İNDİRİM yazıyor. Bu kadar. O ilanı gören her kadın kendini Zara'da buluyor. Çok kısa bir süre önce bize bir dizi sorun çıkaran Zara'ya her şeye rağmen hayran oluyorum. Güçlü markaların bu aşırı özgüvenli hallerine bayılıyorum! Hey gidi.

25 Temmuz 2008

Anlayalım Abiler

Az sonra ilginç bir cümle kurmayı düşünüyorum, dikkat:

Şu yazıda bahsettiğim yazının bahsettiği çeviri projesi sonunda tamamlanmış. Evrimi herkesin anlayabileceği dilde anlatma derdine düşmüş Evrim Çalışkanları, Berkeley Üniversitesi'nin "Understanding Evolution" sitesini Evrimi Anlamak adıyla çevirip önümüze sundular. Üniversiteyle aralarında bir bağ var mı, sitelerinin Türkçe'ye çevrildiğinden haberleri var mı bilmiyorum. Ama eğer varsa, eminim çok hoşlarına gitmiştir. Özellikle Yiğitko'nun bu adresi pek seveceğini, uzun uzun sömüreceğini düşünüyorum: Evrimi Anlamak.

Haber vermek görevimiz. (Burası da haber bloğu gibi olmaya başladı. Pek vaktim yok da... )

24 Temmuz 2008

Tenedos Yayınevi'nden Yardım İsteği

Myspace'ten gelen bu mesajı hemen paylaşmak isterim. Çıktığından beri edinmeyi düşündüğüm bu kitabın dağıtımına ne şekilde katkıda bulunabiliriz bilemedim. En azından haberdar olarak/ ederek bir yardımım olsun.

Indie & New Wave Müzik Ansiklopedisi Hakkında! Kitabımızın dağıtımı ve tanıtımı konusunda destek ve işbirliğinize ihtiyacımız var. Yayın sektörünün girdiği kriz ve dağıtımın yapısal sorunları nedeniyle, 2007 yılında yayınladığımız kitabımızı maalesef ilgili geniş kitlelere ulaştırmakta başarısız olduk. Bağımsız duruşumuzu devam ettirebilmemiz ve diğer projelerimizi hayata geçirebilmemiz için; kitabımızı olabildiğince çok noktaya ve kişiye ulaştırma konusunda desteğinize ihtiyaç duyuyoruz ve bulunduğu yerde kitabın satış, dağıtım ve tanıtımını yapmak isteyecek arkadaşları bizimle birlikte çalışmaya davet ediyoruz. Tenedos Yayınevi

Kitap hakkında bilgi de hemen burada ve üşenenler için aşağıda:

INDIE & NEW WAVE MÜZİK ANSİKLOPEDİSİ | COLIN LARKIN

Encyclopedia of Popular Music serisinin editörü olan İngiliz müzik yazarı ve eleştirmenidir. Müziğe adanmış diyebileceğimiz bir ömrün muazzam birikimiyle ortaya çıkarılmış bu eşsiz kaynağın mimarıdır.

INDIE & NEW WAVE MÜZİK ANSİKLOPEDİSİ

Indie & New Wave müzik ansiklopedisi; editörlüğünü İngiliz müzik yazarı ve eleştirmeni Colin Larkin’ın yaptığı, içeriğini de Larkin’ın engin kişisel arşivi ve birikiminden alan, yayınlanmasıyla Türkiye’deki büyük bir boşluğu dolduracak olan kapsamlı bir çalışmadır. Indie ve new wave kategorilerinin ortaya çıkışları, gelişmeleri ve geçirdikleri değişimlerle birlikte bu tarza dahil olmuş ya da dahil edilmiş tüm grup ve müzisyenlerin, diskografyalarına ve kendileri hakkında yazılmış okunsal kaynaklara, aynı zamanda akıma öncülük etmiş plak firması, dergiler, radyo ve tv programlarının bilgilerine yer vermektedir. Müzik konusunda spesifik bir el kitabı olarak da nitelendirilebilen ansiklopedi, aynı zamanda gruplar ya da sanatçılar hakkındaki başka kitap, film, belgesel gibi kaynakların da bilgilerine ulaşmayı sağlayan, geniş indeksiyle araştırmaya ve daha kapsamlı bilgi edinmeye olanak tanıyan oldukça hacimli bir çalışmadır.Tenedos yayınevinin yaklaşık iki yıllık bir çalışmadan sonra basımını gerçekleştirdiği ansiklopedi, kendisinden sonra basılacak jazz, blues, ve elektronik müzik ansiklopedilerinden oluşan serinin ilk kitabıdır.

21 Temmuz 2008

Hubilbop

Haftaya, haftasonunun önemli (!) olayları yerine, günün anlam ve önemine uygun bir yazıyla başlamak isterim izninizle.

İşe başladıktan sonra, çok eskilerden beri duyduğum ama bir türlü şahit olamadığım bir durumu gizlice gözlemlemeye başladım. Pazartesi Sendromu. Haftasonundan yeni çıkıp gelmiş insanlar ortalıkta hakikaten ceberrut gibi dolaşıyor ve öğle yemeğine kadar birbirlerine bağırıyor muydu? Ortam gerim gerim gerilmişken, en erken on bir sularında yerini alan patronlara karşı savaş planları yapılıyor muydu? Pazartesi günlerinin gizli mücadelesi gerçek miydi, neydi? Rın rın rın rın... (gururu... urur... gururu.. urur - baykuş ötüşü efekti, korkunç olsun tat katsın deyu.)

Evet, bir takım insanlarda bu belirtileri teşhis etmeme rağmen, karşı takımda tam tersine taze taze gülücükler saçan, dinlenmiş de gelmiş (ki haftasonu tatilinin en baştaki amacı bu olsa gerek) insanlar da vardı. Dolayısıyla, sendrom mendrom diye havalı isimler koydukları bu durumun, tamamen kişiye bağlı bir asabiyetin bahanesi olduğuna karar verdim. Nitekim, kötü modda olanları, iyi olanlara karşı bir sinirlenme hakkı var gibi oluyordu Pazartesi günleri. Bu kararım 'pazartesi pazartesi bulaşma bana ha' diyenlere 'sanki bana cumartesi, ağzını kırarım len gotik' diyerek yaklaşmamı sağladı. Eh, bu durumda, bu asabi kişiler yüzünden sendrom olmasa bile, bir Pazartesi Manyaklığı yaşadığımız söylenebilir.

Bu meselenin bir de evrensel boyutu var. Her ne akla hizmetse hazırlık sınıfında mini miniyken öğretmenimizin bize öğrettiği İlginş İngliş bir deyim :

GDIM. Açılımı da, God Damn It's Monday (hay bin lanet, bugün pazartesi) imiş.

Zihnimde, İngilizce konuşulan ülke insanlarının konuşmaktan hiç hoşlanmadıkları algısını yaratan bu tarz kısaltmalar, bir de cümle içinde kullanılıyor. Hemen kullanalım:

- Hey dostum, iyi görünmüyorsun, bir sorun mu var?
- Bilirsin, CİDİAYEM işte... (God Damn It's Monday = GDIM = Cidiayem)
- Haa, tamam o zaman. (Ciddi bir durum, biraz yalnız kalmaya ihtiyacı var.)

Türkçe altenatif:

- Hayırdır len, ne muşmula gibi geziyon ortalıkta?
- Hubilbop olm, ne cahil adamsın ha. (Hay Bin Lanet Bugün Pazartesi = Hubilbop)
- Sen onu bırak da... (bıdı bıdı bıdı)

Gördüğünüz gibi, pazartesi sendromu gibi gudik bir şeyin İngilizcesinin kısaltması, o gudikliği eline alıp, oldukça esrarengiz hale getirerek, akşamları uzun bir pardesüyle rüzgara karşı uzun uzun denizi izleyip hep bu derdi düşünüyormuşçasına bir kuulluk durumuna dönüştürebiliyor. Halbuki Türkçesi öyle mi? Kısaltmalarla arası zaten pek iyi olmayan dilimizde, ne idüğü belirsiz, en fazla sabahın ilk yarım saatini atlattıktan sonra geçip gidecek gudik bir derdin kısaltması, tüm çıplaklığıyla durumu gözler önüne seriyor. İddia ediyorum; pazartesi sendromu zırvası ancak ve ancak Hubilbop olarak kısaltılabilir, ki bu ciddiyet ona yeter de artar bile. Seviyorum dilimi. Mmm.

Neyse efendim, ne diyorduk. On iki yaşında pazartesi sendromunun varlığını öğrenmek ne işimize yaradı? Bir gün önce sabah sabah elektrik süpürgesi sesiyle uyanmış, silkilen halılardan tozları yutmuş, zorla banyo yaptıktan sonra Bizimkiler seyretmeye mahkum edilmiş olmasına rağmen, Star 1'deki Parliament Sinema Klübü'nün sunduğu Pazar Gecesi Sineması'nın başladığı anda yatağa yollanmış 7 ila 15 yaş arasındaki minik insanlarda böyle bir sendrom olduğunu pek sanmıyorum. Olsa olsa Pazar günü oluyordur o. Zaten, muhtemelen kendi çapında sendrom yaşayan hocamızın utanmadan sıkılmadan bize de öğrettiği bu meseleyi o zaman hiçbirimiz pek kapamamıştık. Ne işimize yaradı diye sormuştum değil mi? Eh, ancak işe 'ben büyüyünce pazartesi sendromu olacağım' gibi özenmelere ve işe girdikten sonra gözlemler yapmaya yaradı sanırım.

Hani yalan değil, pazartesi sabahları bir mahmurluk, bir suratsızlık oluyor bende de. Ama mantıklı bir açıklama buldum kendime: Pazar sabahı dana gibi uyuyan ficut hedesi, aynı günün gecesi uyumayı reddediyor. Sonuç olarak, sabahları kahvesini içmeden ayılamayanlara espri yapmamakta fayda görüyorum ben, keşke herkes görse. (Karşı masadaki komşuma önereyim ben bunu.)

Karikatür: Savage Chickens (Bu siteyi tavuk-gülerlere tavsiye ederim.)
Tavuk-güler: Tavuklara karşı zaafı olan, yolda gördüğünde bile içinden gülmek gelen insan. Bu insanların ineklere ve bebeklere de aynı tepkileri verdikleri görülmüştür.

18 Temmuz 2008

Bir kuble uykucuk

Her gün 5 saatten hafta da 25 saat Almanca dersine gitmemden dolayı olacak ki ders bitimlerinde üzerime felaket bir ağırlık vuku buluyor. Bu ağırlığın tasviri mümkün değil ama söyleyeyim. Sabahları erkenden kalkacağımı bilmeme rağmen her gece 2'den önce yatmayarak sabahları gözümü yarım yamalak açailiyorum. Erken kalkmaya alıştım, hiç sorun değil. Ancak dersten sonra o eve gidiş yolu yok mu beni çileden çıkarıyor çünkü her seferinde gözlerimin kapanmaya başladığını hissediyorum. Bugün de aynı şey oldu malesef.
Servise bindim ve Tandoğan'dan geçecek misiniz diye sordum. Bu soruyu her servise binerken sormak zorunda kalmam beni ayrı bir çıldırtıyor ama alıştım bile. Kaptan "tabi abla geçeceğiz" yanıtını verdi ki genelde sadece başları ile evet anlamına gelen ve "uff gene bir Tandoğan yolcusu, şimdi işin yoksa yolunu uzat" diye aklından geçiren şoförler ile karşılaşıyorum. Servis çok dolu olduğu için sevdiğim köşe tarafa geçememenin verdiği hüznü bir an da olsa yaşadım. Ardından Janis Joplin'den I Need a Man to Love adlı güzel şarkıyı dinlemeye başladım. Daha servis Bilkentten çıkmadan gözlerimin açılmadığını ve hiç bir zaman onları açamayacağımı düşünmeye başladım. (En garip huyum hiçbir zaman olmayacak şeyleri sanki olması çok normalmiş gibi düşünmem sanırım.) Servis Sıhhıye noktasına yaklaşırken ben çoktan derin bir uykuya dalmıştım. Rüyamda ne huriler ne de börtü böcek gördüm. Yanımda oturan kızın beni tek parmağı ile dürtmesi ile uyandım. Bana komik gelen şey ise kızın sanki yanında bir vebalı uyuyormuşcasına(ki muhtemelen uyandırmaktan çekindiği içindi bu) işaret parmağı ile "ulen senin yüzünden ineceğim durağı kaçıracağım" edasıyla tek bir dokunuşla, dokunuş yerine dürtme kelimesi daha doğru olacak, beni uyandırması oldu. Uyandığım zaman Janis Joplin'den Half Moon çalıyordu. Demek ki uzun bir süre uyumuştum. Yanımda oturan ve beni vebalı yerine koyan yolcudan onu zor bir durumu soktuğum için özür diliyorum!
Bugün olan başka bir enstantene ise Goodbye Lenin adlı filmi derste izlememiz. Asıl anormal kısım ise filmin kendisinin zaten Almanca olmasının yanında hocanın Almanca altyazı koyması oldu. Filmi 3. kez izliyor olduğum için ne söylediklerini az buçuk anlayabiliyor ve hatırlayabiliyordum ama sınıfta hiç izlememiş olandan "abi şimdi niye bu kadına gerçeği söylemiyorlar ki" diye sesler yükseldi... Tabi bizim Almancamız kadının tekrar komaya girme ihtimalinin olduğunu anlamaya yetmiyordu ki fimde bu ihtimali bir doktor söylemişti. Zaten gerçek hayatta bile yanına gittiğinizde doktorların ne söylediğini anlayabilmek için özel bir görevli falan tutmak gerekiyor bir de Almanca söyleyince hiçbir şey anlamadan bakan mal topluluğu gibi olduk.

17 Temmuz 2008

Biri Onu Durdursun!

Gemi azıyı almak diye bir deyim vardır bilir misiniz? O at, o gemi azılarına geçirdiği an, imkanı yok kontrol edemezsin artık. Zira, ona gem vuran engelinden kurtulmuştur. İçinde yaşadığım, çalıştığım, yediğim, içtiğim şehrin halkının seçtiği (bu demokrasinin meşruiyeti hakkında da konuşmak isterim sonra) büyükşehir belediye başkanımız için bu deyimi, aşağıda sizinle paylaşacağım haberi okuduğumdan beri, sık sık kullanıyorum. İnsan, güzel olduğu düşünülen bir şey yaparken bile çamurunu eksik etmez mi yahu? Muhtemelen yeni bir şey değil. Ne haber; ne de başkanımızın genel ahlak ve insanlık kurallarından kopuşu... Aşağıda, Dikmen Vadisi ve bu uygulamaya karşı örgütlenen Dikmen Vadisi Halkı ile ilgili "bir baskı mekanizması olarak şehircilik" başlığıyla, gelen kutuma düşmüş metnin, durumu anlatan kısmını alıntılıyor, Dikmen Vadisi Halkı'nın haklı davasını destekliyorum:

Türkiye’de ilk kentsel dönüşüm projesi, Dikmen Vadisi’nde 90 lı yıllarda başlatıldı. Dönemin yerel iktidarı tarafından, toplam 5 etap olarak düşünülen bu projenin 1. ve 2. Etabı, bu yıllarda vadinin çehresini değiştirmeye başladı. Bu yıllarda tamamlanan ilk iki etap, yıllardır vadide yaşayan halkın temel haklarını kısmen de olsa gözeten, rant amacı kadar insan faktörüne de yer veren bir nitelik taşımaktaydı. (...) 2006 yılına geldiğimizde ise Ankara Büyükşehir Belediyesi, 17 Şubat 2006 tarihli Belediye Meclisi toplantısında, önceki meclis kararlarını ve yöre halkına sağlanan kimi hakları yok sayarak, "Dikmen Vadisi 3, 4 ve 5. Etap Kentsel Dönüşüm Projesi Esasları"nı yeniden belirledi. Dikmen Vadisi halkının görüşü sorulmadan, bilgi dahi verilmeden alınan bu tek yanlı Belediye Meclisi kararı ile "Dikmen Vadisi 4 ve 5. Etap Kentsel Dönüşüm Projesi" için düğmeye basılmış oldu.
Büyükşehir Belediyesi, Bu Proje’yle Bize Ne Önermektedir ?

(...) Dikmen Vadisi 4. ve 5. Etap Kentsel Dönüşüm Projesi’nde belediye, bizlerden temel olarak; bu projeye başlayarak vadiyi yeni bir yapılaşmaya açmak için, yıllardır oturduğumuz evlerimizi
terk etmemizi istemektedir. Bu kapsamda ister belgeli ister belgesiz konut sahibi olsun, belediye tarafından tek yanlı olarak hazırlanmış sözleşmeleri imzaladıktan sonra 7 gün içinde vadiyi terk etmemiz söylenmektedir. (...) Bu aslında bizi sokağa atacak, yıllar boyu ağır bir mağduriyete sürükleyecek bir aldatmacadır! Şöyle ki; -Vadide şu an çoğunluğu oluşturan belgesiz konut sahipleri, son derece yoksul emekçi insanlardır. Bu komşularımızın büyük bölümü, düzensiz geçici işlerde asgari ücretle çalışmakta; kalanı ise (yaşlılar) emekli maaşı veya akraba yardımı ile geçinmeye çabalamaktadır. Belgesiz konut sahiplerine 16 milyar TL (16 bin YTL) ye Doğu Kent’de arsa satılması, üstelik bu arsa taksitlerini öderken aynı süreçte evini terk etip sürekli bir kira yardımı almadan kirada oturması, bütün bu mali yükü yıllar boyu bir şekilde kaldırabilseler de sonuçta ellerine, kesin yeri ve ne zaman imara-yapılaşmaya açılacağı dahi belirsiz, üstelik üzerine ancak A tipi villa yapılabileceği söylenen bir toprak parçası geçmesi, açıkçası bir hayal ve onlar için bir yıkımdır. İşin doğrusu, Doğu Kent’e arsa teklifi, sırf vadiyi belgesiz konut sahiplerinden bir an önce temizlemek için yapılmış bir kurgudur.

Fotoğraflar (1) (2)