İlkokulda defterlerin arkasına önüne, hayat bilgisi kitaplarının orasına burasına çiziktirdiğim abuk sabuk şeyleri saymazsak, ilk “defterimi” sanırım 14 yaşında tutmaya başladım – ki bu tarih İpek Ongun’un Yaş Onyedi felan gibi kitaplarını okumaya başladığım zamana da tekabül eder. Bilen bilir, o zamanlar bize- yani meeeemur çocuklarına öyle cicili bicili defterler alınmazdı. Hatta okullar açılmadan bir hafta önce babayla ve diğer kardeşlerle çıkılan okul alışverişinde her şey oldukça nizami yürürdü. Matematik için 120 yaprak kareli harita method, İngilizce icin 100 yaprak çizgili vs. şeklinde babam bir bir lazım olan şeyleri aşırıya kaçmadan ve tastamam yetecek şekilde alırdı. Defterler için özene bezene seçilen parlak renkli ışıl ışıl kaplara şindi hiç geçmeyeyim, başka bir yazının konusu olsunJ
Velhasıl günlük tutmaya karar verdiğimde en büyük sorunum “fakat hangi defter” oldu. Evde böyle iyyyyrenç turuncu gibi bir rengi olan ve her nedense kare, evet bildiğin kare bir defter buldum. Dışı kare olduğu gibi içi de kareli olan bu defter yaklaşık 80 sayfa falandı ve çok çirkin görünüyordu.
Neyse efendim, her akşam okul sonrası akşam yemeği yenip de ders çalışmak için odama çekilir çekilmez defteri alıp yazardım. Bir de her ne akla hizmet, zaten küçücük olan satırlarda hiç satır atlamadan yazmaya kastığım için defterin içi karınca duasına benzemekteydi. Üstüne üstlük bir de herkes için (kendim dahil) takma adlar kullandığımdan (hani takma ad kullanınca anne okusa da çakmayacak hesabı) “Sırık, Esmer, Mavi” gibi ünvanlarla dolu olan göööyaaa oldukça trajik/romantik/duygusal olan bir kısım yaşantı okuyana iyice ebleh görünmekteydi (-miş. O vakit bunu idrak edecek kapasiteden yoksundum sevgili okur).
Mütemadiyen 14 yaşında hoşlandığım – hatta Burcu’yla müşterek hoşlandığımız- çocuktan bahsettiğim bu defter, satır aralarını gayet tutumlu kullanmamdan ötürü 15 yaşında da yastığımın altında kaldı. 15 yaşında bir önceki sene yazdıklarımı okuduğumda neler hissettiğimi dün gibi hatırlıyorum. O hoşlandığım çocuk yok efendim dün başka bi kıza “pışt” demiş, yok saçımı çekmiş, yok şuraya gidelim demiş. Ben bi üzülmüşüm bi sevinmişim. Bu iş olmicek diye dertlenmişim, adeta mahvolmuşum. En komiği de sinirlendiğim şeyler. Şu anda okuyunca “len sen de boş şeylere üzülmüşsün be yavrucum” dediğim olaylar, 14 - 15 yaşlarında acaip hayati işlermiş meğerJ
Devam edelim. Liseye geçtiğim sene defter bitince, 16 yaşında (1996’ya tekabül etmekte) evde “allllammm nerelere akıtmalıyım içimdeki bu buhranları lan, sorarım size” diye dolanırken 1978 yılından kalma bir ajanda buldum. Yumuşak siyah deriden olan bu ajandanın üstünde “BOTAŞ” yazılıydı ve ben daha o zamanlar botaş motaş bilmemekteydim. Benim için en önemli olan şey yaprakların bej rengi ve ince olmasıydı. 1978 yılına ait olması ise ayrı bir heyecan kaynağıydı. En güzeli ise, ilk sayfasında annemin el yazısı ile “Moda, Çiçek / H. Ünal” yazıyordu. Ve ikinci sayfası yine annemin el yazysıyla “Malzeme: Yaprak Yeşili” diye devam ediyordu. İkinci sayfadan sonra yaklaşık dört sayfalık boşluk vardı ve beşinci sayfadan sonra bu sefer babamın el yazısı ile, akraba ve tanıdıkların isimlerinin yazılı olduğu 80 maddelik bir liste üç sayfa boyunca devam ediyordu (Sanki düğüne çağrılacak davetli listesi gibi ve fakat 77’de evlenen sefkili anne ve baba neden 78’de bir liste yaptılar???). Listeden sonra tekrar dört sayfa boşluk ve sonrasında iki sayfa boyunca yazmayı yeni öğrenen bir çocuk adamasmaca oynamış. Ve en nihayetinde 96 yılında deftere benim elim uzanmış. Bu defter benim hala kıymetlimdir. 17 yaşıma kadar rüyalar, okuduğum kitaplardan alıntılar, gittiğim filmler, fimlerde söylenen ve benim hoşuma gitmiş olan şeyler ya da sadece filmdeki bir sahneyi keyifle anlattığım bu defter bitmeye yüz tutunca çok üzülmüştüm.
Sonra lise-3’te üzerinde “ArtDeco: Hobi / Kumaş Boyaları. Pırıltıl Renkli Metalik Kabaran ve Yüzlerce çeşit” yazan kahverengi bir ajandaya geçtim (Hatta sanırım bunu bana Bengi verdi. Bilemedim bak şimdi). Ajandanın başına şunu alıntılamışım: “Ne varsa yarım kalmış, geleceğindir/ Bir kez girilmiş sokaklar / Açılmamış kapılar”. Şimdi düşününce lise sonun belirsizliklerle dolu halet-i ruhiyesinde, bu cümlüler yerine çok güzel oturuyor. Defteri lisede kullandığım gibi ODTÜ’ye ilk geldiğim sene de kullandım. Deftere yazdığım son not “Lacivert elbise.... 2 Haziran ‘99”. Hmmmm lacivert elbise? İnanın şu an hiçbir çağrışım yapmıyor ama oraya yazacak kadar kıymetli bulduğuma göre benim için o ara oldukça anlamlı bir cümleymiş.
2000’de, yani bir kısmımız tarafında milenyum olarak da bilinen yıla geldiğimizde, üzerinde “FAITH” yazan, spiralli separatörlü bööle artistik bir deftere geçtim. Bu defterin başında S.Kemal Angı’dan bir not var: “şiire, acemiliğe, yolculuklara, geceye, güzel insanlara ve şaraba” . Defterin ikinci sayfası Oruç Aruoba’nın “tavşan besleyen havuç da yetiştirmelidir” sözüyle başlıyor ve tavşan üzeründen yaptığı metaforik bir kısım şeyle devam ediyor. Benzer şekilde, o ara içinde bulunduğum sevgililik hali nedeniyle “tavşan” benzetmesinin benim çok hoşuma gitmesi de oldukça anlaşılır. Bu defteri de neredeyse son raddesine kadar, 2002 yılına kadar kullanmışım. Defterin son cümlesi “31 Mayıs 2002 Yazdan bir gün önce” .
2001-2003 arası bir rüya defteri tutmuşum ama içinde sadece 15 rüya var.
2001-2003 arası bir de öykü defteri tutmuşum ve içinde sadece beş öykü var.
Sonra 2003’te çalışmaya başladım ve herşey neredeyse “bitti”. O tarihten sonra iki defterim oldu ve her ikisini de “yeni bir başlangıç yapıcam ben” diyip bir kenara attım. 2005’te bir Moleschino’m oldu. Naif bir hediye. Oraya aklıma gelen öykü parçacıklarını, tatil notlarını yazdım. Eski ajandalarımın dörtte biri boyutunda olan bu minik defterin ise ancak sekizde birini kullanmışım.
İşte benim “defter” hikayem. Geçen hafta, Ozan’ın üç aydır vitrinden kesip durduğum bordo rugan ayakkabıları bana hediye ettiği gün, İNCİ’den çıkıp alt kattaki kitapçıya girdik. Ve belki bordo ruganın da etkisiyle bordo kaplı çok güzel bir defter beğendim. Almamak mümkün değildi. Bana böyle olur zira. En çok yazı yazdığım defterlerin hepsinde aynı şey olmuştur daha doğrusu. Kağıdın kokusundan mı, yaprakların renginden mi neden bilinmez... “Dört senedir kaybettiğin düzenli yazı yazma alışkanlığını bu defterle tekrar kazanabilirsin kızım” dedim kendime. Ama beş gündür hala tek bir çizik bile atamadım üstüne. Bu o kadar üzücü ki. Eskiden yazdıklarıma bakıyorum; daha çok okurmuşum, daha çok gezermişim, daha çok izlermişim ve en önemlisi daha fazla heyecanlandırırmış beni herşey. Şimdi, hep bir koşturmaca...İş ve doktora...Varsa yoksa raporlar ve makaleler. Bana ilginç gelen hiçbirşey kalmamış artık diye korkuyorum. Görüyorum ki bu koşturmacada “gerçek” olan ve beni ben yapan herşeyi bir tarafa itmişim...Keyif almayan, düşünmeyen, ne çok dertlenen ne çok sevinen bir insan olmuşum.
Ben üretken ve meraklı olduğum zamanlarımı geri istiyorum. Söylenecek fazla birşey yok. “We’ll see”. Evet.
Velhasıl günlük tutmaya karar verdiğimde en büyük sorunum “fakat hangi defter” oldu. Evde böyle iyyyyrenç turuncu gibi bir rengi olan ve her nedense kare, evet bildiğin kare bir defter buldum. Dışı kare olduğu gibi içi de kareli olan bu defter yaklaşık 80 sayfa falandı ve çok çirkin görünüyordu.
Neyse efendim, her akşam okul sonrası akşam yemeği yenip de ders çalışmak için odama çekilir çekilmez defteri alıp yazardım. Bir de her ne akla hizmet, zaten küçücük olan satırlarda hiç satır atlamadan yazmaya kastığım için defterin içi karınca duasına benzemekteydi. Üstüne üstlük bir de herkes için (kendim dahil) takma adlar kullandığımdan (hani takma ad kullanınca anne okusa da çakmayacak hesabı) “Sırık, Esmer, Mavi” gibi ünvanlarla dolu olan göööyaaa oldukça trajik/romantik/duygusal olan bir kısım yaşantı okuyana iyice ebleh görünmekteydi (-miş. O vakit bunu idrak edecek kapasiteden yoksundum sevgili okur).
Mütemadiyen 14 yaşında hoşlandığım – hatta Burcu’yla müşterek hoşlandığımız- çocuktan bahsettiğim bu defter, satır aralarını gayet tutumlu kullanmamdan ötürü 15 yaşında da yastığımın altında kaldı. 15 yaşında bir önceki sene yazdıklarımı okuduğumda neler hissettiğimi dün gibi hatırlıyorum. O hoşlandığım çocuk yok efendim dün başka bi kıza “pışt” demiş, yok saçımı çekmiş, yok şuraya gidelim demiş. Ben bi üzülmüşüm bi sevinmişim. Bu iş olmicek diye dertlenmişim, adeta mahvolmuşum. En komiği de sinirlendiğim şeyler. Şu anda okuyunca “len sen de boş şeylere üzülmüşsün be yavrucum” dediğim olaylar, 14 - 15 yaşlarında acaip hayati işlermiş meğerJ
Devam edelim. Liseye geçtiğim sene defter bitince, 16 yaşında (1996’ya tekabül etmekte) evde “allllammm nerelere akıtmalıyım içimdeki bu buhranları lan, sorarım size” diye dolanırken 1978 yılından kalma bir ajanda buldum. Yumuşak siyah deriden olan bu ajandanın üstünde “BOTAŞ” yazılıydı ve ben daha o zamanlar botaş motaş bilmemekteydim. Benim için en önemli olan şey yaprakların bej rengi ve ince olmasıydı. 1978 yılına ait olması ise ayrı bir heyecan kaynağıydı. En güzeli ise, ilk sayfasında annemin el yazısı ile “Moda, Çiçek / H. Ünal” yazıyordu. Ve ikinci sayfası yine annemin el yazysıyla “Malzeme: Yaprak Yeşili” diye devam ediyordu. İkinci sayfadan sonra yaklaşık dört sayfalık boşluk vardı ve beşinci sayfadan sonra bu sefer babamın el yazısı ile, akraba ve tanıdıkların isimlerinin yazılı olduğu 80 maddelik bir liste üç sayfa boyunca devam ediyordu (Sanki düğüne çağrılacak davetli listesi gibi ve fakat 77’de evlenen sefkili anne ve baba neden 78’de bir liste yaptılar???). Listeden sonra tekrar dört sayfa boşluk ve sonrasında iki sayfa boyunca yazmayı yeni öğrenen bir çocuk adamasmaca oynamış. Ve en nihayetinde 96 yılında deftere benim elim uzanmış. Bu defter benim hala kıymetlimdir. 17 yaşıma kadar rüyalar, okuduğum kitaplardan alıntılar, gittiğim filmler, fimlerde söylenen ve benim hoşuma gitmiş olan şeyler ya da sadece filmdeki bir sahneyi keyifle anlattığım bu defter bitmeye yüz tutunca çok üzülmüştüm.
Sonra lise-3’te üzerinde “ArtDeco: Hobi / Kumaş Boyaları. Pırıltıl Renkli Metalik Kabaran ve Yüzlerce çeşit” yazan kahverengi bir ajandaya geçtim (Hatta sanırım bunu bana Bengi verdi. Bilemedim bak şimdi). Ajandanın başına şunu alıntılamışım: “Ne varsa yarım kalmış, geleceğindir/ Bir kez girilmiş sokaklar / Açılmamış kapılar”. Şimdi düşününce lise sonun belirsizliklerle dolu halet-i ruhiyesinde, bu cümlüler yerine çok güzel oturuyor. Defteri lisede kullandığım gibi ODTÜ’ye ilk geldiğim sene de kullandım. Deftere yazdığım son not “Lacivert elbise.... 2 Haziran ‘99”. Hmmmm lacivert elbise? İnanın şu an hiçbir çağrışım yapmıyor ama oraya yazacak kadar kıymetli bulduğuma göre benim için o ara oldukça anlamlı bir cümleymiş.
2000’de, yani bir kısmımız tarafında milenyum olarak da bilinen yıla geldiğimizde, üzerinde “FAITH” yazan, spiralli separatörlü bööle artistik bir deftere geçtim. Bu defterin başında S.Kemal Angı’dan bir not var: “şiire, acemiliğe, yolculuklara, geceye, güzel insanlara ve şaraba” . Defterin ikinci sayfası Oruç Aruoba’nın “tavşan besleyen havuç da yetiştirmelidir” sözüyle başlıyor ve tavşan üzeründen yaptığı metaforik bir kısım şeyle devam ediyor. Benzer şekilde, o ara içinde bulunduğum sevgililik hali nedeniyle “tavşan” benzetmesinin benim çok hoşuma gitmesi de oldukça anlaşılır. Bu defteri de neredeyse son raddesine kadar, 2002 yılına kadar kullanmışım. Defterin son cümlesi “31 Mayıs 2002 Yazdan bir gün önce” .
2001-2003 arası bir rüya defteri tutmuşum ama içinde sadece 15 rüya var.
2001-2003 arası bir de öykü defteri tutmuşum ve içinde sadece beş öykü var.
Sonra 2003’te çalışmaya başladım ve herşey neredeyse “bitti”. O tarihten sonra iki defterim oldu ve her ikisini de “yeni bir başlangıç yapıcam ben” diyip bir kenara attım. 2005’te bir Moleschino’m oldu. Naif bir hediye. Oraya aklıma gelen öykü parçacıklarını, tatil notlarını yazdım. Eski ajandalarımın dörtte biri boyutunda olan bu minik defterin ise ancak sekizde birini kullanmışım.
İşte benim “defter” hikayem. Geçen hafta, Ozan’ın üç aydır vitrinden kesip durduğum bordo rugan ayakkabıları bana hediye ettiği gün, İNCİ’den çıkıp alt kattaki kitapçıya girdik. Ve belki bordo ruganın da etkisiyle bordo kaplı çok güzel bir defter beğendim. Almamak mümkün değildi. Bana böyle olur zira. En çok yazı yazdığım defterlerin hepsinde aynı şey olmuştur daha doğrusu. Kağıdın kokusundan mı, yaprakların renginden mi neden bilinmez... “Dört senedir kaybettiğin düzenli yazı yazma alışkanlığını bu defterle tekrar kazanabilirsin kızım” dedim kendime. Ama beş gündür hala tek bir çizik bile atamadım üstüne. Bu o kadar üzücü ki. Eskiden yazdıklarıma bakıyorum; daha çok okurmuşum, daha çok gezermişim, daha çok izlermişim ve en önemlisi daha fazla heyecanlandırırmış beni herşey. Şimdi, hep bir koşturmaca...İş ve doktora...Varsa yoksa raporlar ve makaleler. Bana ilginç gelen hiçbirşey kalmamış artık diye korkuyorum. Görüyorum ki bu koşturmacada “gerçek” olan ve beni ben yapan herşeyi bir tarafa itmişim...Keyif almayan, düşünmeyen, ne çok dertlenen ne çok sevinen bir insan olmuşum.
Ben üretken ve meraklı olduğum zamanlarımı geri istiyorum. Söylenecek fazla birşey yok. “We’ll see”. Evet.
Öncekileri çok hatırlamıyorum ama, ortaokuldaki defterime senin sayende /yüzünden bir isim vermiştim ben bilir misin? :)
YanıtlaSilYalvaç'a geldiğiniz zamanlardan birinde, ya kendinin ya da bir arkadaşının günlüğüne "cezve" ismini verdiğini söylemenle, benim de günlüğüme "sürahi" demeye başlamam aynı zaman denk gelir.
Sonra, Sürahi Nine'nin Tük televizyon hayatına adım atmasıyla tiksinmiştim defterden.
Zaten 80 sayfa kareli harita metoddu kendisi, ehe.
Yahu, ne güzel yazmışsın! Döndüm bir daha okudum. Benim için de en az sende olduğu kadar önem ve anlam arz eden bu defter meselesine değinmen; üstüne üstlük işin içinden böyle hınzırca çıkman fevkalade vallahi!
YanıtlaSilBenim "yazı gazım" sensin eskiden beri, hep söylerim kuzicim
Denizcim sen de beni yazmaya teşfik eden sefkili insansın:) Bence küçükken çıkardığımız gazetelerden ve tiyatro senaryolarından, zaten yazmaya bi hevesli olduğumuz belliydi:)
YanıtlaSil