8 Ekim 2008

Ankara Nereye?

Mimar, kentsel tasarımcı Efe Gönenç ve yüksek mimar Mert Kayasü, geçen hafta Radikal İki'de bu başlıkta bir yazı yayınlamışlar. Okudukça, şehrin hasta grisi rengi için sonunda doğru teşhisler yapıldığını gördükçe ferahladım. Bir marka uzmanı tarafından, şehirlerin markalaşması ve Ankara'nın bir marka gibi yönetilmesi gerektiğini anlatan bir yazı da okumak çok isterim doğrusu. İleride ben yazarım belki.
İşi uzmanlarına bırakmak bu nedenle güzel. Hastane yöneticisi olarak tüm hastalıkları teşhis ve tedavi etmen, tüm hastalarla tek tek ilgilenmen mümkün değil.

Yazının tamamını şuraya tıklayarak okuyabilirsiniz. Son paragrafından çarpıcı bir parça hemen aşağıda:
Bozkırın ortasında, ne yüzyıllara dayanan emperyal bir tarihsel mirasla ne de coğrafi güzelliklerle yaratılmış Ankara, her kent gibi ona anlamını veren geçmişiyle yaşayamamaktan ve yeni bir şey üretirken hep baştan yenilenmekten yorgun düşen bir kent halini alıyor. Sadece kullanım ve yatırım kaygılarıyla üretilen ve kentsel kültüre bir katkıda bulunmayan konforlu binalarına, alt ve üstgeçitlerinden arabasıyla ulaşan, hafta sonunu alışveriş merkezlerinde geçiren, sanatı, kültürü bile buralarda tüketen, doğayı da her gün yanından geçilip gidilen bir parkta değil de şehir dışındaki “tematik” rekreasyon alanlarında gören Ankaralı, kentle bağını koparmak üzere.

Peki Ankara, tarihi veya yeni şehir merkezine varıldığında, kentin tadını çıkarabileceğimiz nasıl mekânlar sunuyor bize? Ne zaman bir tiyatrodan çıkıp hemen karşısındaki meydana bakan kafede bir kahve içtik? Dükkânların ve mağazaların arasında bir sanat galerisinin afişi çağırdı mı bizi içeri? Tüketimin sunulduğu binalar (apartmanlar) ve onların arasında kalan açık mekânlar (sokak) bize nitelikli bir kentin parçası olduğumuzu hissettiriyor mu? Peki, bu sokaklar nasıl? Üstgeçitlerin merdivenleriyle işgal edilmiş Kızılay ve araba tamponlarının arasında yürünen Tunus Caddesi kaldırımlarında, Ankara şehri, bireyle ilişkisini kurabiliyor mu? Konforlu binalarımıza ulaşmamız için sokaklar cazip değilse, 3. vitesli in-çık geçitler üzerinden mi ilişki kuruyoruz kentle ve böylece kenti geçip gidiyor, ıskalıyor muyuz? Sokaklardan, meydanlardan, nitelikli açık alanlardan kopmayı kanıksıyor muyuz?