Bir söz vardır; 'Allah sevdiğini kulunun önce eşeğini kaybettirirmiş, sonra buldururmuş.' Durup dururken sevindirme durumu yani. Zira, bütün dinler ve gelenekler insanlara sahip oldukları şeyi düşünüp, onun değerini bilmesini öğütlese de, insanlar durup dururken 'çamaşır makinem iyi ki çalışıyor' gibi bir şükür halinde olmuyor genelde. Hele ki bu tip araç gereçler hayatında difolt olarak bulunan tiplerin böyle bir değerini bilme durumu yaşadığını hiç sanmıyorum. İlla eşeği bir kere kaybetmek lazım yani.
Az önce renklileri çamaşır makinesine yerleştirip, deterjan vesairi de koyduktan sonra çalıştıran ben Deniz, aynen böyle bir durumla karşı karşıya kaldım. Makineyi yüz seksen derece açıyla tam dibinden gören klozete oturmuş, hemen yanda duran dergilikten eski bir Uykusuz'u alıp bin kere okuyup güldüğüm karikatürleri tekrar okumaya başlamıştım ki, yanıp sönen kırmızı bir ışık dikkatimi celbetti. Bir saniye sonra ise makineden ses çıkmadığını idrak ettim. Beynimdeki girdi sadece, düğmesine basılan makinen çalışacağı şeklinde olduğu için, oturduğum yerden düğmeye bir dahi bastım ve dergiyi okumaya devam ettim. Allaam, yine yanıp sönen bir kırmızı ışık! Bir sorun karşısında hemen harekete geçmek yerine önce durup bir düşünmeyi düstur edinmiş zihnim yine aynı şeyi yapmaya başladı. Düşünmek derken, çözümden değil, sonuçtan bahsediyorum. Malesef öyle.
Makine bozuk, bu kesin. Boş servisi filan bulmak lazım. Evin en büyük makinesini sırtlayıp götüremeyeceğime göre servis elemanlarının eve gelmesini; geleceklerine göre evde birinin bulunmasının lazım geleceğini;Yiğit'in son senesinin son haftasını yaşamasından mütevellit sürekli arkadaşlarında proje bitirmeye çalışır durumda olduğundan o birinin ben olmam gerektiğini; fakat bu ara nedense hep işe geç gidip durduğum için izin almamın zor olacağını; izin alırken bunun uydurmasyon bahane gibi görüneceğini; şirkettekilerin arkamdan konuşacağını; zaten galiba yakında işten kovulacağımı; bir haftadır yapmam gereken işleri bir türlü yapmadığımı; bence bende hafif bir pasif agresflik olduğunu; şirkete kızdıkça iş yavaşlattığımı ama bundan kendimin bile haberdar olmadığını; İstanbul'da iş bulursam yüksek kiraları karşılayacak kadar para kazanıp kazanamayacağımı; Kadıköy'ün tam bu mevsimde nasıl da güzel olduğunu; İstabul'da olursam Peyote konserlerini nasıl da hiç kaçırmayacağımı ve daha bunun gibi bin çeşit gereksiz şeyi kurdum kafamda. Dışarıdan bakan birisi olsa (ki o durumda olamaz tabi, laf öyle geldi) bozulan bir makinenin karşısında usturubunu bozmadan dergisini okumaya devam eden, son derece soğukkanlı bir ben görürdü eminim. Bazen kendime çok şaşırıyorum, gerçek.
En son Kadife Sokak'taki Karga'da Mehlika'yla biramı yudumlarken şöyle bir karşıma baktım ki ne göreyim; makinenin kapağı açık kalmış olmasın mı!? Olsun. Artık stresli şeyler düşünmekten yorulup keyifli anlara geçmişken -öyle zannetmişken, o nasıl bir rahatlamadır yalebbim! Bütün sorunlarımı beş santimlik bir aralık çözüvermişti işte. Ne izin alacaktım, ne de kovulacaktım. Bir süre daha kira mira düşünmeyecektim, pasif agresif filan da değildim. Kapağı kapattım, düğmeye, yine de birkaç dakikada oraya yerleşmeyi başarmış minik bir korkuyla bastım. Forş sesini duydum. o anda dünyanın en güzel sesi buydu işte; FORŞŞ.
Herhalde şu hayatta yaşadığım en rahat anlar, eşeğimi bulduğum anlardır.
Ha, yaklaşık iki dakika sonra ne oldu? Bilgisayarı oturma odasına taşırken elimde olan mouse bir anda kayboldu. 'Ulen' diye aranırken, sanki oraya aitmişçesine mutfak tezgahında durup dururken gördüm kendisini. Bu seferki rahatlama anı üç saniye filan sürdü herhalde, pek fark edemedim.