Bana bir gitme geldi, öyle böyle değil.
Bazen geliyor bana böyle. Gideyim. Ama mesela sadece yolculuk için gideyim. Otobüsten inmeden gittiğim yerden geri döneyim. Başka bir yere gideyim. Çok uzun bir yolculuk olsun, hiç bitmesin.
Bu hissiyat bazen o kadar kuvvetli hale geliyor ki, AŞTİ'ye, birini bırakmaya veya almaya gittiğimde otobüslerden herhangi birine atlamamak için kendimi zor tutuyorum. Artık ne acayip bir duygu yüklenmişsem, deli gibi çarpan kalbimi sakinleştirmek için otobüslerin durduğu tarafa (peron diyorlar) sırtımı döndüğümü hatırlarım. Bu nedenledir ki, tee üniversite ikinci sınıfta (geç anlamında tee, belki de tam zamanında) okuduğum Yeni Hayat (Orhan Pamuk), okudukça şaşırdığım kitaplardan biri olmuştur. Hiçbir zaman kitabın kahramanı olan çocuk kadar (adı neydi ki?) depresif olmasam, asla bir şeylerin peşine onun gibi kendimi kaybedercesine düşmesem de; onun bitip tükenmek bilmeyen yolculukları, nereye gittiğini bilmeden atladığı otobüsler bana oldukça tanıdık gelmişti. Bir hayal, arzu olarak tanıdık.
İşin can sıkıcı tarafı, aslen sabit durmaktan hoşlanıyor olmam. Benimseme süreci oldukça uzun süren bünyem; odamı, evimi, sandalyemi, kitaplığımı, ortası eskimiş minik halımı, masamın en üst çekmecesinde kalemlerin olması durumunu, düzenine alıştığım için düşünmeden yaptığım her şeyi terk etmeyi reddediyor. Belki de böyle olunca gitme isteğim, yolculuk isteğine dönüşüyor. Dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına geri dönme meselesi.
Özellikle okul bittikten sonra, gitmekten vazgeçip gidip dönmek haline gelen bu durum belli ki, şu belalı rutinden kaynaklanıyor. İş hayatına atıldıktan sonra, mesaiden kalan azıcık vaktimi, en rahat olduğum pozisyonda geçirmek istiyorum. Yepyeni maceralara atılmak için gerekli olan enerjim çoktan sömürülmüş oluyor. Evde hep aynı yerden aynı programları izliyor, aynı pozisyonda aynı tarz kitaplar okuyor; dışarıda hep ev sahibi gibi hissedecek kadar çok gittiğim mekanlara gitmeyi tercih ediyorum. Rutinin mat güzelliği gözlerimi kamaştırıyor; kendisine bir kere dikkatlice bakınca, baktığım her yerde onun silüetini görüyorum. Azalmış gücü en verimli kullanmanın en doğru yolu bu olsa gerek: Rutin. Belalı sevgili. Sıkıcı ve huzurlu. Beni kaçınılmaz kanıksamaya, hayatımı ucundan tutamayacak kadar çok kaçırmaya, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan ölüp gidivermeye götüren güzel, çiçekli yol.
Aslında, bu kadar korkarak bahsettiğim şey gerçekten de bu rutin denen meret midir? Aslında korktuğum, yapmak istediklerimi (makul olanları) yapamadan, hayatımı istediğim pozisyona henüz getirmeden, gelecek için gözümün önüne koyduğum ideal resme henüz hiç yaklaşmamışken şu rutin denen büyükbaşa binmek olmasın? Yoksa açıkçası, kafam acayip rahat bir şekilde eve gelip, terliklerimi giyip her gün yaptığım şeyleri o gün tekrar yapmak koymaz.
Gibi geliyor. Eh, asıl mesele zaten kafamın acayip rahat olması değil mi? Asıl istemediğim zaten bu değil mi? Sevmem ki ben kafası acayip rahat insanı! Bu yüzden mezun olduktan sonra devlet işlerinden, babamı da kaşıma alarak, fellik fellik kaçmadım mı? Bu işe girerken, görüşmeye giren müdürlere, beynimi her zaman zinde tutacak, çevremi dönüştürebileceğim ve her daim her şeyden haberdar olabileceğim, dinamik bir meslek edinmek istediğim için buradayım demedim mi? Dedim.
Of, kafamın içinde olanlardan tırsmaya başladım. Gerçek. Ben, beni bozanları biliyorum aslında. Bir; Ankara. İki; bu iş. Deniz görmem, şehirde bulunmam gerek. Böyle başı boş bırakırsan beni, uzun uzun bloğa yazı yazarak harcarım işte mesai saatlerimi. :)
Son karaladığım şiirlerden bir kuple ile bitireyim bu acayip ruh halinin ucubik yazısını. Ucu kaçtı ne de olsa, final filan yok.
Gitsem
Bahar kokulu çamaşır suyu
temizliğinde
Her yüzeni gemi zanneden
Bozkır cahilliğinde