Son zamanlarda, sımsıkı takip ettiğim bloglardan Biyolokum'da, Düygü'nün hiç acımadan yazıp yayınlayıverdiği bu yazı, son zamanlarda kukuman kuşu gibi düşünmeye meyyal zihnimi yordu. 28 Mayıs'ta yayına giren "Dünyayı Kurtarmak İsteyen kadın ile Göhramon'un Sohbetleri" adlı bu yazı, 6 Haziran'da bir de pek sevdiğim "düşünenler için akıl defteri" sitesi Moleschino'da da yayınlanınca, artık bir yorum yazma zamanı geldi dedim kendi kendime.
(Bu paragrafı, yukarıda bağlantısını kondurduğum yazıyı okumuş olanlara yazıyorum.)
Önce “insan da doğanın bir parçası ise, belki de bu yaptıklarını da doğal saymalıyız, ve insanoğluna müdahale etmeyip kendi haline bırakmalıyız” cümlesine takıldım.Sonra baktım ki, bu pek içinden çıkılacak bir konu değil, mantık yürüterek sonuca ulaşmak zor. Yine de, bir dost sohbetinde bu konuyu tartışmak zihin açacak. Sonrasında, düşüncelerim bu parçayı bıraktı ve yazının genel halet-i ruhiyesini yansıttığını gördüğüm 'çevreyi dönüştürme telaşı' yoluna saptı. Kendimde de az buçuk bulunan bu telaş, bende de 'allaam boşu boşuna uğraşıyorum, ne yapıyorum ki ben, boş ver işte' dediğim durumlar yaratıyor ve çoğu zaman elimdekini bırakmama sebep oluyor. Eh, sonrasında bir huzursuzluk kaplıyor bünyeyi.
İşte, bu düşüncelerle bu yazıya yaptığım yorumu buraya da kopyalayıp yapıştırıyorum. Burayı okuduğunu bildiğim ve aynı telaş içerisinde olanlara da yorumlarını esirgemeyenzi diyorum.
Üniversite ikinci sınıftayken, nereden duyduğumu hatırlamadığım bir tanım, ergenlik zamanlarımdan beri bir türlü adını koyamadığım hissiyatı cuk diye dilimize tercüme etmişti: Çevreyi dönüştürmek.
Küçük bir ilçenin asi ergeni olarak, normalde gazete kağıdına sarılıp siyah poşete konan Orkid paketini çırılçıplak vaziyette şeffaf bir poşette, özellikle dışarıdan görünecek biçimde taşımamı; kızlar için erkek arkadaş denen şeyin sadece kaçamak bir bakış ve gizlice görüşülen telefondaki ses olduğu bir ortamda erkek arkadaşımla özellikle öğretmenevine en yakın kafede buluşmamı; 'selam' demenin bile dejenerasyon olduğunu söyleyen 'selamünaleyküm' din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenimize asla cevaplayamayacağı soruları özellikle sınıfın ortasında sormamı; velhasıl, o zamanlar küçük bir şehirde yaşadığım için var olduğunu düşündüğüm ama sonradan insanın olduğu her yerde mutlaka bulunduğunu gördüğüm 'tabu' meselelerin üzerine bu kadar çok -hatta o yaşın verdiği tutarsız agresiflikle- neden gittiğimi anlattı bana bu tanım. Okudukça, tecrübelendikçe, uyudukça- büyüdükçe üzerine gittiğim meseleler ve üzerine gitme biçimim değişti elbette. Ama, her ne kadar hep "pasif direniş" boyutunda kalmış da olsa -ki bu durum için kendimi çoğu zaman korkaklıkla suçlamışımdır- bu "çevreyi dönüştürme" telaşı içimde her zaman varlığını korudu.
Belki başka yerlerde, çok başka bir içerikle kullanılmış olabilir bu tanım. Ama ben, kendi doldurduğum içerikle bunu kullanmayı seviyorum: Kimsenin ses çıkarmadığı -belki mırıl mırıl şikayet ettiği belki de farkında bile olmadığı- durumları, kendi doğru bildiğim biçime adım adım getirme çabası.
Bunu kendim için mi yapıyorum, yoksa hakikaten bir şeyleri değiştirebileceğimi düşündüğüm için mi yapıyorum bilmiyorum. Tüm bildiğim, gözüme gözüme giren yanlışlara -kendi yöntemimle de olsa- müdahale etmediğimde, oldukça huzursuz olduğum. Anneme ve babama uzaktan ve daha soğukkanlı gözlerle bakmaya başladığım ilk günden beri vardığım sonuç ise şöyle: Bir insanın yetiştirilme biçimi, onun "bananeci" mi yoksa "çabalayıcı" mı olacağını belirliyor. Hiçbir şey yapmasa /yapamasa bile, yanlışları gördükçe huzuru kaçan insanlara bu "arıza" çok küçükken aşılanıyor diye düşünüyorum. Çevreyi dönüştürme telaşı, bir karakter özelliği olarak, yaşlandıkça azalsa da, insanın ömrünün sonuna kadar beraber yaşayacağı bir şey.
Şimdi bana "sizce daha iyi bir topluma nasıl gidilir?" diye sorsalar, vereceğim uzun cevabın ilk cümlesi "sadece kendi doğrusunu doğru zannetmeyecek kadar bilinçli, yanlışlıklara karşı en azından 'huzursuz' olan çocuklar yetiştirerek" olurdu.
Şimdi ara sıra, ergenliğimi geçirdiğim o küçük şehre gittiğimde, Orkid'in hala siyah poşete konduğunu ama en azından artık gazeteye sarılmadığını; çiftlerin rahatça el ele dolaşıp kafelerde takıldıklarını görüyorum. (Din hocalarının pek değiştiğini zannetmiyorum.) Bu durumdan ne kadar sorumluyum, bireysel pasif direnişimin kime ne katkısı oldu, asla bilemeyeceğim. Aslında, şimdi biraz da salakça gelen bu hareketlerimin o küçük şehrin insanlarında sadece "asi gençlik" intibaası uyandırmaktan öte gitmediğini, sadece ilerideki kendim için bir "atış talimi" olduğunu düşünüyorum. Yine de içimdeki bu huzursuzluğu,pasif de olsa, çevreyi dönüştürme telaşını seviyorum.
Yani, Göhramon'un arkadaşının dediğine varıyoruz yine; "“Dünyayı kurtarmaktan bahseden kim? Ben sadece varolmaktan bahsediyorum. Ben böyle varolmak ve yaşama bu şekilde müdahale etmek istiyorum. Hepsi bu!”