Bu sabahın köründe, yine her sabahın köründe olduğu gibi, evden çıkmış servisimin geçeceği -geçmesi gereken -umarım henüz geçmediği yolun kenarına doğru hızlıca gidiyordum. On ila on beş dakika süren ev-'servis geçen yol' arasındaki mesafenin de büyük katkısıyla "Servis Kaçıranyus" familyasından olduğum için kendimi tanıyor, pergelleri açmazsam zaten beni beklemeye pek niyetli olmayan şoförümüzün gazı kökleyeceğini biliyordum. Telefonumda eş-zamanlı ortaya çıkan kronik şarj-kontör eksikliği hastalığı, kendisi uzun zamandır haplarını almadığı için yine nüksetmişti. Yani, servisin geçtiğini görüp arkasından telefon etmek suretiyle zibilyon metre uzaklıkta anca durduramayacak, o uzun mesafeyi koşarken de aradığıma pişman olamayacaktım.
Ben bu durum içerisinde en hızlı nasıl yürünür, jet-skiler saatte kaç km hızla gider gibi hesaplar yaparken, yanından hızla geçtiğim bir adam;
- Pişt, hey, bu Gazi'nin acili nerde?
dedi. Pişt mişt, hey mey hiç hoşlanmadığım seslenilme sesleri olduğu için, okuduğum tuğla kitabı barındırması dolayısıyla zarar verici silahlar arasına giren çantamı sırıtkan yüzüne geçirmek istedim amcanın. Fakat, mevzu bahis acelemden dolayı, bir yandan yürürken diğer yandan 'şuradan gidin, merdivenlerden inin' filan dedim. Oldukça anlaşılır bir şekilde anlattım. Yüzünde dünyanın en yavşak sırıtmasıyla beni dinleyen zat-ı muhterem bu kez
- Labortor nerde biliyon mu? Orda mı çalışıyon sen bakayım?
deyince, doğrudan sana yöneltilen bir soruyu en azından hı-mı diye yanıtlamak zorundasın adlı nezaket kuralı sebebiyle 'yok yok dedim. Uzadım. Sabah yedi yirmide sapıklık mesaisine başlamış olan bu amcaya buradan kavanozdaki dışkımı fırlatıyorum.
Tam hedefimdeki yol kenarına varmış, demir parmaklıların kenarındaki minik duvara ucundan oturmuştum ki, kısacık boylu, tombul, kızıla boyalı saçlı, yanında kendinin aynısından bir çocuk olduğu halde bir kadın bana doğru yaklaşmaya başladı. Yavaş ve emin olmayan adımlarla yürüdüğü halde, direk bana bakıp normal olmayan bir şekilde gülümsüyordu. Hani, Türk filmi kabuslarında sırıtarak üzerine gelen kötü insanlar vardır ya, onların daha kısa boylu hali. (Filmde genelde yatmakta olan birinin üzerine üzerine geldiklerinden olsa gerek, hep uzun boylu olarak hatırlıyorum onları.) Sonunda yanıma yaklaştı, elindeki sigarayı şöyle yana doğru çekti ve
- Şey, Ankara'nın telefon kodu kaçtı acaba?
diye sordu. 312. Cevabını aldıktan yaklaşık üç dakika sonra yanımdan ayrılmaya karar verdi. Cevap ve gitme arasındaki bu üç dakikalık sürenin benim için pek huzurlu olmadığını tahmin edersiniz.
Hemen sonrasında, benim 'yakışıklı delim' soldan gelmeye başladı. Açık renk saçları kirlilikten rastalı gibi bir hale gelmiş bu adam, uzun boyu ve narin endamıyla "hakikaten yakışıklıymış" dedirtiyor insana. Fakat kesinlikle yüz vermiyor, konuşmuyor, simit veya para uzatana dönüp bakmıyor bile, şöyle bir elini uzatıyor. Kuul. Bir de tombik delim ver aynı muhitte gezen. Kışın muhtemelen AŞTİ'de yaşayan bu adamımız, ilkbaharda üzerinde bir battaniye ile kış uykusundan yeni uyanmış olarak hastene önü kaldırımına atıyor kendini. Zararı yok ama, bu sabah olduğu gibi, bir şey diyecekmiş gibi telaşlı bir şekilde üzerine üzerine gelince korkuyor insan. O anda gelen servisten içeri kendini zor atıyorsun. Kimse servisin gelmiş olmasına bu kadar sevinemez herhalde.
Bir buçuk yıldan fazla zaman oldu burada çalışmaya başlayalı. İş yerinde kah güldüm kah ağladım, hüzünlü -sevinçli günler geçirdim. Fakat servis beklerken yaşadığım macerayı burada yaşamadım arkadaş. Hayatıma renk katıyor, sabah sabah millete anlatacak malzeme çıkarıyor bana. (Canım çok yazmak istediyse böyle, gereksiz uzatarak yazacak konum da oluyor.) Bir ara servisi benim için bekleten, yoldan geçerken alan, sürekli sizin şirkette Ahmet var, Mehmet var diye tanıdıklarını soran taksi durağı abilerinden de bahsetmek lazım.