22 Mart 2009

Kartalkaya

21 Mart ve 23 Eylül tarihleri, en çok sevdiğim mevsimlerin giriş günü olduğundan fevkalade sevdiğim günlerdir. Daha görülmemiştir ki bir 21 Mart'ın, bir 23 Eylül'üm kötü geçsin. Ekinokssever bir insanım. Bu sene de bu durum değişmedi ve hiç ummadığım kadar güzel bir haftasonu tatili ile süper bir 21 mart geçirdim. Biz de bir nevi Nevruz'u kutlamış olduk işte. Yazının bundan sonraki kısmı minik bir gezi yazısı havasında olacak sanırım. Aşağıdaki şarkıyla birlikte iyi gider bence:
(Devotchka -till the end of time)





İş yerinden Gül diye bir arkadaş var. Sağolsun, ailesinin Kartalkaya'daki dağ evine bizi aylardır çağırdığı halde bir türlü gidecek fırsat bulamamıştık. Ha, bu arada kendi aramızda Gül'ün arkasından "zengin len bunlar galiba, dağ evi filan diyor filmlerdeki gibi eheüeho" diyor, dağ evimiz olmadığı için kendisine bok atıyorduk, doğrudur. Neyse efendim, bu kez bir ay önceden 21-22 Mart tarihlerimizi rezerve ettik ve cumartesi günü iş bitiminde, on iki gibi iş yerinden beş kişi yola çıktık. (Buraları hızlı geçiyorum ki ana konuya geleyim.) Yol üzerindeki Forum Ankara'daki Kipa'dan delicesine alışveriş yaptık. Bir buçuk iki saatlik yolculuk boyunca kar kalınlığının gittikçe nasıl yükseldiğini gördük. Kındırga Köyü'ne (sanırım buydu adı) yaklaşınca Gül, evin bakıcısı Seyfi'yi aradı. Seyfi, benzinlikten ötesinin çok karlı olduğunu, oradan bizi alacağını söyledi. Arabamızı benzinliğe bıraktık ve Seyfi'nin harbi arazi aracına (öyle şehir cipi değil), Kipa adlı sayısız poşetlerimizle birlikte sığıştık. Aşağıda, cip esnasında ve bitimindeki halimiz görülüyor:










Dağ evinin fotoğrafını da hemen aşağıda görebilirsiniz. Hani, Türk filmlerinde Nuri Alço masum kızı dağ evine kaçırır, kristal bardakta ilaçlı içkisini verir, üst kattaki odada tecavüz eder ve alt katta yanan şöminenin yanına gitmek için merdivenlerden bornozuyla iner ya. Burası işte:


Evet, evin doğru düzgün bir fotoğrafını çekmediğimiz için üstte gördüğünüz fotoğrafı bu siteden aldım. Zira burası eskiden Bolu Bungalov adlı bir pansiyonmuş. Biz oradayken kar daha da fazlaydı ama hava çok yumuşaktı. Kadayıf üzerine kaymak dediğimiz türden bir güzellik. Dedim ya, 21 Mart canımdır ciğerimdir.

Gelir gelmez mutfağa girdik, yiyecek ve içeceklerimizi hazırladık. Seyfi Efendi mangalımızı yaktı, sucuklarımızı köftelerimizi pişirdi. (Heyt be.) Geniş dağ manzaralı süper verandadaki masayı kurduk ve güneş gidinceye kadar demlendik, keyif çattık.

Gül ve annesinin burası için ördüğü kalın hırkalar da az gelince içeri girdik. Bulaşık meselesini hallettikten sonra (yok, o kadar zengin değiller) şömineli müthiş odaya kurulduk. Şömineyi yakma işine, içeride de üşüyünce girdik. Bacanın kapağını açmadığımız için (öyle bir şey varmış) duman içinde kaldık. Neyse ki sonradan Seyfi Efendi telefonda bize durumu izah etti. Artık bizim için ne düşünüyordur adam bilmem.

Evdeki her şey ince ince düşünülmüş. Kaba veya basit denebilecek hiçbir şey yok. Havluların işlemesine kadar her şey dağ evi konseptine uygun, kullandığımız her şey oldukça moderndi. Son model bir ses sisteminde müzik dinleyerek şöminenin önünde içki içip muhabbet etmek çok güzeldi.

Aslında evin oldukça acıklı bir hikayesi var; burası eskiden İstanbullu zengin bir iş adamına aitmiş. Ailesi ile her tatili burada geçirirlermiş, çocukları burada büyümüş. Sonra bir gün üniversite son sınıftaki oğlu kayak yaparken feci bir kaza geçirmiş ve boynundan aşağısı felç olmuş. (Kayak takımları için bizim kaldığımız odada ayrı bir bölme vardı.) Sonrasında eşi kanser olmuş ve adam bu evi bir daha kullanmak istememiş. Önce pansiyon olarak işletilmek üzere birine kiraya vermiş. Bir süre sonra da satmış.

Evde toplam üç oda var. Her biri oldukça geniş ve içinde kendi tuvalet -banyosu var. Gökçe ile birlikte kaldığımız oda masal odası gibiydi. Hani ortaokulda çizilen resimlerdeki gibi.. Düşünüyorum da, buraya pansiyon olarak gelseydik 'iyiydi, pek güzeldi' filan der geçerdim muhtemelen. Ama tanıdığın birine ait, bildiğin "ev" beklentisiyle gidip de böyle bir şeyle karşılaşınca bir acayip oluyor insan.









Gece 12 gibi yattığımızdan sabah çok geç kalkmadık. Uyandığımzıda dışarıda lapa lapa kar yağıyordu, sabah sabah evin her penceresinden bir kız bakıyordu. Sonra, o caanım mutfağın içinde caanım bir kahvaltı hazırladık. Mutlulukla bir ilgisi vardı:

Hazırlarken..
Yerken...

Yemekten sonra elbette yürüyüşe çıktık. Ben sincap, tilki filan görürüz diye çok umutluydum ama maalesef ayak izleriyle yetindik. Eve girdikten sonra da seslerini duydum. "Şüphesiz ki Deniz bizi göremez, fakat biiiz, varlığımıza dair mesajlarımızı kendisine indayrekt veririz" dedi galiba hayvanlar. Amenna ve saddakna.

Karda yürümeye alışkın olmayan bünyeler devrilirken...
Sonunda benim de böyle bir fotoğrafım oldu. Buradaki botlardan 3/5'i bizim çalıştığımız fabrikada üretildi (Saat 11, 1 ve 4 yönündekiler.) Ablama botlar için buradan bir teşekkür daha göndereyim bu arada. (Ben 6'yı 5 geçiyorum galiba.)
Şarkıda "benim meskenim dağlardır" derken ne denmek istediğini tam bu noktada idrak ettim.

Dağlardaki ormanlar, kışın yapraklarını döken karaağaç cinsi ağaçlardan oluşan ormanlarmış. Bu yüzden çok değişik bir görünümü vardı. Üzerindeki bulutla birlikte biraz esrarengiz görünüyordu açıkçası.

Saat ikide Seyfi Efendi cipiyle bizi almaya geldi. Eve ve güzel tatile elveda dedik. Benzinliğe gittik. Arabamızı aldık ve Ankara'ya yola çıktık. Haziran'da, bu kez her yer yemyeşilken gidelim diye söz verdik. Hadi bakalım.