28 Nisan 2009

Deniz'in Öykü Macerası

Çocukluğumdan beri öykü okumaya bir türlü alışamadım, kendimi o konuda bir türlü yetiştiremedim demek daha doğru olur sanırım. Uzun uzun, hiç bitmeyen romanları her zaman öyküye tercih etmişimdir. Biraz garip olacak belki ama, beni o kadar çok etkileyen, hemen dünyasına alan bir yazının o kadar çabuk bitmesini bir türlü kabullenemiyorum galiba. Şu fani hayatımda, bir kısmı ortaokul ve lisede olmak üzere, okuduğum toplam on iki on üç öykü vardır (Berfu'nunkiler hariç) ve biraz kassam hepsini hatırlarım. Kütüphanede her kitabın özetini bir deftere yazan çocuğun hikayesini (Yekta Kopan'ındı sanırım); yattığı odada bir göz keşfeden çocuğun korkusunu; kahvesindeki yaşlı huysuzları kovmak için gürültücü gençlerin özellikle gelmesini isteyen kahvecinin ve gençlerin eğlencesini; saatin zembereğini (Sait Faik miydi?), ilkbaharda doğada dolaşan adamın kulağına gelen Hişt sesini... Hepsini az buçuk hatırlıyorum. Sayısı daha fazla olduğundandır belki; okuduğum romanları böyle çabuk hatırlayamam.

Şimdi düşünüyorum da, kendi öykü denemelerim de hep fonksiyonel amaçlarla olmuş zaten:

Sovyır: Hafız, eve dönelim lan. Valla ben pişman oldum. Şu hale bak!
Hugo: Tamam abi, ben hemen uçağı hazırlatıyorum, cık cık. Lavuk.

İlk öykü denemem, ortaokul öncesi hazırlıkta olmuştu. Birkaç sayfa sürecek diye başlayan hikayem en son yirmi sayfaya gelip de dayanınca eöh deyip bırakmıştım. Bir gece Berfu ve Beyza'ya anlatmış; hikayenin kahramanları o maceradan bu maceraya sürüklenirken kızlar yorgun düşüp uyuyakalmıştı. Az çok hatırladığım kadarıyla şöyle bir konusu vardı: Dört tane benim yaşımda çocuk bir şekilde evden kaçıyorlar (sırf evden kaçmaları üç sayfa sürmüştü zaten), tabi ki bir ıssız adaya düşüyorlar. Zorlukla ama eğlenerek ve birbirlerine yazarak (aşk, entrika her şey var) birkaç gün geçiriyorlar. Sonra adanın ortasında on-on beş metrelik çelik duvarlarla çevrelenmiş bir şehir keşfediyorlar. (Rın rın rın rın) İçeri girmeye çalışıyorken yakalanıyorlar, kelepçeli olarak içeri giriyorlar. Bu şehir, ileri teknoloji şehriymiş; uçan arabalar (illa ki) acayip kıyafetli insanlar, tepesi havada duran gökdelenler filan. (Çok ayrıntı yazmamışım galiba, gözümde sadece genel bir sahne var.) İcat edilmiş ama bir şekilde dünyada uygulanmayan her şey burada kullanılıyormuş. Dünyanın ar-ge'si gibi bir yermiş bu şehir. Neyse, bunları süpersonik bir hapishaneye kapatıyorlar. Ve fin! Bitirememe, sonunu getirememe, sürekli aklına bir şey gelme, toparlayamama, sıkılma, bunalma var finalde. Veyahut, Lost ekibi odamı bastı ve hikayeyi benden çaldı. Sonunu yazamadığım için Lost asla bitmeyecek, haberiniz olsun, ehehe. Sineklerin Tanrısı'na da bağlanabilirmiş gerçi, peh.

Bu "geleceğin şehri" hayali orta birde de peşimi bırakmadı. O zamanlar taptığım Türkçe öğretmenimiz İlhan Tamer, Jules Verne dersi sonrası kompozisyon ödevi olarak "geleceğe dair" teknolojiyi de içeren bir şeyler yazmamızı istemişti. Hayatımda en çok odaklanarak yaptığım ödev o olsa gerek. Her noktasında acayip ayrıntılar vardı, ama ben sadece katmanları arasında sürekli sıcak hava devinimi olan montları hatırlıyorum. (Gelecekte dünyamız buzçağını yaşayacakmış çünkü.) Her çocukcağız gibi, kağıt üzerinde süpersonik şeyler keşfettiğimi düşünüyordum. ("Nasıl yapılacakmış o?" diye sorsalar Ersin Karabulut gibi "orasını da siz düşünsle" derdim, ehe.) Fakat, kaderin cilvesine bakın ki, normalde beni çok tutan İlhan Hoca o gün "örtmenim, örtmenim" yırtınmalarıma karşın bana sınıfta öykümü okuma şansını vermedi. Üstüne üstlük kompozisyonda tek rakibim Mehmet Ali'ye öyküsünü okuttu ve okul panosuna yazının asılması ödülünü de ona verdi. Hayatımda hırsımdan gözümün yaşardığı ilk ve son zaman herhalde, panonun başında üzüntü ve muz kabuğuyla M.Ali'nin hakikaten iyi öyküsünü okurken İlhan Hoca'nın yanıma gelip "bak, sen de yazsaydın seninkini de buraya asardık" demesiyle yaşandı. Röh diye anlaşılmaz seslerle çıkıştığım hoca neye uğradığını şaşırmıştır herhalde.

Ondan sonra da fütüristik veya değil, hiç öykü yazmadım denebilir. Kahramanın içinde bulunduğu trenin birden hamama dönüşmesi sonucu yaşadıkları; veya okul servisindeki öğrencilerin yağlı boya renk tüplerine dönüşerek birbirine karışması gibi fantastik 'şey'leri öyküden saymak ayıp olur. Şöyle başını sonunu düşünüp, kurgulayıp oluşturduğum bir yazı olmadı şimdiye kadar. Öykü formatında olacağını da zannetmiyorum.

Birkaç ünlü edebiyatçıdan duydum bunu ve önünde saygıyla eğildim: Öykü, yaratımı en zor edebi metindir. Bildiğin korkuyorum, beceremiyorum ben bu işi. Berfu'yla birbirimizi bu konuda tamamlıyoruz gibi geliyor, zira ailemizin öykü yazarı Berfu da beni, aslında "şiir"in ne kadar zor olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Bu tartışmanın sonuçlanamayacağı kesin.

Son olarak, şimdiye kadar en çok etkilendiğim öykünün, Berfu'nun ortaokuldayken okuttuğu, intihar etmeden önce herkesi telefonla tek tek arayan adamın hikayesi olduğunu; en tuttuğum öykü yazarının ise Sait Faik Abasıyanık olduğunu söyler, Sait Faik'in öykücülüğüne ve hayat görüşüne dair bir alıntısıyla yazımı noktalamak isterim*:

(...)

Bir gün meşhur bir edebiyatçı olacağınızı çocukluğunuzda tahmin eder miydiniz?

Sait Faik: Çocukluğumda da ilk gençliğimde de bir şey olmaya değil olmamaya karar verdim. Sözümü tuttum gibime geliyor, siz istediğiniz kadar bana meşhursunuz deyin.

En çok hangi yazarları okudunuz? Hangilerinin tesiri altında kaldınız?

Sait Faik: Hiç sistemli okumadım. Birçok yazıcı okudum. Hepsinin tesirinde kaldım galiba. Ama beni kendime alıştıran Andre Gide olmuştur. Onun gibi hiç yazmadan Kafka’yı severim. Leutreamont en büyük dostumdur.
(...)

Aha, enteresan bir şey hatırladım. Fotoğrafı görünce aklıma geldi. Lisedeyken bir yerde Sait Faik'in şöyle bir sözünü okumuştum: "Balıklardan anlamayan adam yazar olamaz. Birinin öykü yazabilmesi için bütün balıkların adını bilmesi lazım." Ben o zamanlar balık sevmiyordum, isimlerini hele hiç bilmiyordum. İyice olmaz demişim kendime herhalde bunu da okuduktan sonra, hehe.

*"Puşt Ahali" mail grubuna teşekkürler.