31 Temmuz 2006

Yann Tiersen geliyor!

Aşağıdaki yazı buradan:
‘Amelie’ ve ‘Elveda Lenin’ film müziklerinin bestecisi Yann Tiersen, Parkorman'a konuk oluyor.
Etkinlik 2 ağustos çarşamba günü saat 21.00'de gerçekleşecek.

Fransa’nın en büyük müzik dehaları arasında gösterilen Yann Tiersen, ilk albümü ‘La Valse Des Monstres’ı 1995 yılında yayınladı.
‘Rue Des Cascades’ (1996), ‘Le Phare’ (1998), ‘Tout Est Calme’ (1999) ve ‘L’absente’ın (2001) ardından ‘Le Fabuleux Destin d’Amelie Poulain’ geldi.
‘Amelie’, 2002 yılında Yann Tiersen’e ‘En İyi Film Müziği’ dalında César ödülünü kazandırdı. Aynı yıl Dünya Film Müzikleri Ödülleri’nde (WSA) Yann Tiersen ‘Yılın En İyi Orjinal Film Müziği’ ödülünü de aldı.

Dünyanın dört bir yanında verdiği konserlerin ardından Yann Tiersen, 2004 yılında ‘Goodbye Lenin’ (Elveda Lenin) filminin müziklerine imza attı. Yann, bu defa da Alman Film Ödülleri’nde onurlandırıldı.
Tiersen, son albümü olan ‘Les Retrouvailles’ı yarattı. Özellikle Jane Birkin’in seslendirdiği ‘Plus d’Hiver’ ve Tindersticks’ten Stuart Staples imzalı ‘A Secret Place’, bu albümü Yann Tiersen’in olgunluk eseri haline getiren çalışmaların başında yer alıyor.


Kendi resmi sitesine de bir göz atmakta fayda var. Ama radiohead tarzı bir site beklemeyin, hayal kırıklığına uğrarsınız.

Yann Tiersen'in yaptığı müzik, her sabah bir doz alınmalı ki gün iyi geçsin. "Pembe renkli kırılgan müzik" derdim isim koymam gerekseydi. Benim bu konsere gidemeyeceğim belli oldu. İnsanın yüreğini hoplatan şeyler çok az bulunur, değerlidir. Gidenlere selam olsun. NTV'ye de selam olsun, yayınlasınlar konseri, imza kampanyası başlatalım :)


Bu arada, Amelie filmi yüzünden Berfu ve ben sapıklarla mücadele etmek zorunda kalmıştık zamanında. Anlatalım:

Yıl 2002. Kıştı galiba. Ben birinci sınıftayım, Berfu yurtta kalıyor, haftasonları bize geliyordu. Amelie yeni gelmişti. Bir cuma aşamı Kızılırmak sinemasında gittik filme. Çıktığımızda hava kararmıştı ama farkında bile değiliz. İkimiz de öyle etkilenmişiz ki filmden, Meşrutiyet Caddesi dünyanın en güvenli, en güzel caddesiymişcesine yürüyoruz. Pembe pembe :) Arkamızdan gelen adamın bizi takip ettiğini ancak caddenin bitiminde anladık. Ama şöyle düşünecek kadar uçmuşuz:

Ben: 'Berfu bak. Adam da filmeden çıkmış galiba. Ne kadar mutlu değil mi? Ah Tanrım, hayat ne kadar güzel ehe ehe ehe'
Berfu: 'Ah evet evet. Kesin o da Amelie'yi izlemiş. Hoppidi hoppidi'

Adamın bizi takip ettiğini ancak, metroda ankesörlü telefonda Berfu konuşurken, onun da bizi arkamızda beklediğini görünce farkettik. Bundan sonra pembe rengimiz adrenalin kırmızısına dönüştü. Adamdan bir şekilde kurtulduk. Eve döndüğümüzde ise hala koşuyor gibiydik. Filmi yorumlamayı ertesi günün kahvaltısına bırakmak zorunda kaldık.

Bu pis adam bizim uçmuşluğumuzu görüp, hayatın gerçeklerini anlatmak üzere peşimize takılmış bir hayırsever miydi bilemem. Ama onun yüzünden güzelim filmi senelerdir hep bu sonla hatırlıyorum. Pis kişi. Cık cık cık.

Konsere gideceklere: Konserin üstüne Amelie'yi de göstereceklermiş. Aman diyim, çıkışta kendinize dikkat edin. :)

28 Temmuz 2006

Üç vakte kadar beş!



Arçelik'in Türk Kahvesi makinesi. Gerçekten çok güzel, çok yararlı, çok lezzetli bir şey. 2005te uluslararası (dört sene uluslararsı ilişkilerde okudum, hala bir kerede yazamıyorum şu sözcüğü) bir tasarım ödülü almış. Önünden geçerken bile, Urfa'dan alınmış bakır bir cezve görmüş kadar Türk kahvesi istiyor canın. Tek kişilik sade bir kahve mi istiyorsun? Koyuyorsun bir kaşık kahve, basıyorsun düğmeye...tam kıvamında! Suya bile gerek yok. (Önceden içine su koymuş olman gerekiyor tabi, o kadar değil.) Reklamcılar Derneği'ndeki stajda, Kristal Elma jürisi sırasında tecrübe ettim, bir daha da göremedim. Parası olan Türk kahvesi severlere duyurulur. Nes kahvesi değil, Türk kahvesi :)

Barış enişteyle konu üzerine bir diyalog:
(Benim makineyi, nedense, kendim yapmış kadar sahiplendiğimi belirteyim önce.)

Barış: Yok, ben sevmem öyle. Bakır cezvenin tadını vermez.
Ben: Yok Barış, valla çok güzel. 10 yıl uğraşmış adamlar. Dünyada ilk defa Türkler yapmış hem, yok başka.
Barış: E yani Deniz. Türk kahvesi bu, öyle olması gerekmez miydi zaten?
Ben: Hmm...Olsun, çok güzel.

Barış konuşsun. Evlendiklerinde hala parasız olmazsam hediyem Telve olacaktır, o kadar :)

Ha, kahve falına gelecek mi konu buradan? Gelebilir. İki sene önce çok iyi fal baktığı söylenen bir kadına 15'er milyon bayılmıştık Beyza'yla. Peki benim falımda ne mi çıkmıştı?

"O harfi var. K harfi var. Bir de U var. Görüyorum, görüyorum...Ğ görüyorum."
(Harfleri rastgele yazdığım halde ilk emir çıkmış içinden. Ğ ise nevi şahsına münhasır bir harf olduğundan her absürd duruma bilinçaltından eklenir mutlaka.)

Galiba Beyza'ya daha doğru düzgün şeyler söylemiş. Tutmasa da en azından alfabeyi sayıp göndermemiş bana yaptığı gibi. Bakana olduğu kadar baktırana da bağlı derler ya fal için. Üçüncü göz açtırmadıktan sonra benim bir daha ciddi ciddi fal baktırmamam gerek. Ama eğlenceli tabi, ben çok güzel uydururum mesela:

"Fındık tarlanı filler basacak. Bostancı ordusu hortumlarından süt sağacak."
Alfabeden iyidir yine de :)

27 Temmuz 2006

It's a big ad, and this is the smaller one!

Gerçekten çok "büyük" bir reklam. Ve onun "küçük" olanı. Belki biraz eski ama Berfu dün anlattı, ben bugün buraya koydum. İkisi de hemen aşağıda:)

Big Ad


Small Ad


Çok ses getiren reklamların arkasından, onların parodisi şeklinde, göndermeli reklamlar her zaman yapılıyordu. Ama sadece birkaç tanesi bu kadar eğlenceli olabiliyor.
Aklımda kalan Levi's reklamları var bir de. Biri kız diğeri oğlan iki genç insan, altlarında Levi's pantalonları, duvarları delerek geçiyor, sonunda da koşarak ağaca tırmanıyorlardı. Hatırladınız mı? Hah, işte bu reklamın daha sonra bir sürü "küçük"ü çekilmiş. Bir tanesinde, iki tane şişmanca, yaşlı teyze, diğer reklamda olduğu gibi, duvarları delerek koşuyorlar. (Arada önlerine sehpa falan çıkıyor, nazikçe kenara çekiyorlar :)). En son bir bahçeye çıkıyorlar. Tam ağaca tırmanacaklar zannederken, ikisi de bir bankın önünde durup, dizlerine ellerine koyup soluklanmaya başlıyorlar. Sonra da bir şişe gazoz çıkarıp içiyorlar. Bilmemne gazozları! Levi's reklamlarının altını çizdiği kesin. Ama eğlenceli değil mi?

25 Temmuz 2006

Can Sıkıntısı ve fanzinler



"Can sıkıntısı"nı arattım muhtar google'a. Can sıkıntısından. 'Can Sıkıntısı' adında bir fanzin çıktı karşıma. Fanzin deyince bir dururum zaten. Durdum yine. Sizinle paylaşıyorum şu anda hatta.

Okulun ilk yılları bıkıp usanmadan bulduğum her fanzini alırdım. Herhangi bir dergiden daha çok heyecan verirdi bana. Bir kere bilmiyorsun ki içinden ne çıkacak? Ama bence asıl çekici kısmı, bir grup insanın bir araya gelip, belki de başka bir yerde yayınlayamayacakları her şeyi, istedikleri gibi yazıp çizmeleri. Kuralları kendin koyuyorsun, çerçeveni kendin çiziyorsun, dergini kendin yaratıyorsun, daha ne olsun?! Bir de şöyle bir düşüncem var: Yolda yürürken yanından geçen herhangi bi insan, senin her ay yazılarını beğenip de çalıştığı dergiyi satın aldığın bir adamdan çok daha iyi yazıyor olabilir. Sana çok daha tanıdık şeyler yaşamış ve bunları, mesela, çizerek çok güzel ifade ediyor olabilir. Ortaya çıkmamış bir sürü güzel şiiri vardır belki, vs. Böyle bir sürü kişi tanıdım, tembellikten, yoğunluktan veya özgüvensizlikten yaptıklarını kimseyle paylaşmayan. Tembellik aşamasını atlatıp da fanzin çıkaranları kaçırmamak gerek.

Sorun: Bana mı öyle geliyor yoksa artık her çıkan fanzin birbirine mi benzemeye beşladı? Uzun zamandır fanzin takibini bırakmamın nedenini kendime sorunca 'yeni bir şey yok Denizcim, boşver' cevabını aldım. Evahalipisi'ne ve Berna'ya not: Artık kaç senedir kafamızda şekillene şekillene hal olan fanzini hayata geçirmenin zamanı geldi.

Üçüncü sınıftayken Hacettepe Rock Topluluğu olarak Yangın diye bir fanzin çıkarmıştık. Hediyesi bile vardı. Topluluktan bir arkadaşın demo cdsini çoğaltıp dağıtmıştık. Ne kadardı? Hah, 500 bin lira! Nasıl da eğlenmiştik yaparken.

Bu arada, söylemeden geçemeyeceğim. Kızılay'daki Bilim ve Sanat Kitabevi kadar sevdiğim kitapçı yok. Mutlaka para kazanıyorlar. Ama çalışanları ve ortamıyla sanki sadece 'kitap aşkına' kitabevi açmış gibiler. Şöyle de bir efsane var: Bir üniversite öğrencisi uzun zamandır aradığı kitabı Bilim ve Sanat'ta buluyor. Ama beş parası yok. Şansını denemeye karar verip kasadaki elemana durumu açıklıyor ve 'param olunca getiririm' demesine kalmadan eleman 'ne demek? Al git, okuyunca kitabı veya paran olunca parasını getirirsin' diyor. Ben seviyorum Bilim ve Sanat'ı. Adı bile yeter:)
Nereden aklıma geldi? Çünkü Ankara'daki en iyi fanzin satıcısıdır aynı zamanda. Gider bırakırsın istediğin kadar fanzini, kapının sağındaki görünür raflarına koyarlar hemen.

Altı Kırkbeş Yayınlarını da geçmeyelim. Her yayınladıkları kitapta fanzin dostluklarını ilan ediyorlar. Kitapları da Altı Kıkbeş ismini gördükten sonra gözü kapalı alınabilir kıvama gelecek yakında. İstanbul'da bir kitapçıları varmış ama ben bulamadım.

24 Temmuz 2006

Hemen kız arkadaş edin evladım!

Axe Coinman


Ben bu işlere bayıldım! Aradaki bağlantı ne kadar basit ve çarpıcı değil mi?

Ama hakkını verelim, bardağa bozuk para atma işinde gerçekten uzman olmuşlar. Tabi bu da kız arkadaşa ne kadar çok ihtiyaçları olduğunu gösteriyor.

Aklımdaki soru şu: Bir kız arkadaş, bütün bunlardan daha mı eğlenceli olacak? :)

Aşağıda da basın ilanları var. İyi seyirler efendim.



Yap diyorsun da..?




Bu sitede bunun reklam olmadığı (tabi ki!), Shard Haksar adında bir fotoğrafçının işleri olduğu yazılmış.

Temelde hak veriyorum. Just do it! diyor ama neyi? ehe ehe

22 Temmuz 2006

Gezi Yazıları - (Abla) Pınar California'da :)

(Doğrudan ablamın California gezisini anlattığı maili yayınlıyorum. Tabi Türkçe karakter meselesini çözerek.)

California çok güzel geçti, harika bir yer hakikaten. Her yerde palmiye ağaçları var(doğal olarak :)). Plajın genişliği 500 metre falan (çok kocaman), bütün Batı sahili boyunca uzanıyor. Her yer plaj. Bizim kaldığımız Santa Monica'nın plajına bitişik 22 mil uzunluğunda bisiklet yolu vardı. Millet çeşit çeşit bisikletlerle dolaşıyor: çok alçak, bacakların yorulursa kollarınla çevirebileceğin bisikletler, arka tekerleği kocaman o antika bisikletlere benzeyenler var. Bir de bebeğini (ya da köpeğini)koyup çekebileceğin, bisiklet için küçük arabalar... Köpeklerin ayakları yanıyormuş, o kadar tatlılar ki bisikletin arkasında, küçük bir arabada etrafa baka baka geziyorlar:) Bisikletin tepesinde olmayanlar patenle dolaşıyorlar.

Santa Monica Los Angeles'in bir parçası aslında, ama turistik bir yer. O yüzden hafta sonu falan baya kalabalık oldu. Venice Beach diye ünlü bir plajı var. Çok güzel, bizim sahil memleketlerine benziyor. Yol kenarlarında herkes bir şeyler satıyor. Hepsi de artist adamların. Genelde kendi yaptıkları yağlıboya resimleri, çektikleri fotoğrafları falan satıyorlar. Çok acayip bir yer ya, resmen artist kaynıyor. Hollywood'a yakın olduğu için herhalde. A bir de dans gösterileri... Yolun kenarında break dance grupları, rap grupları, patenle dans gösterisi yapanlar… Her yüz metrede bir gösteri vardı neredeyse.

Joseph gün boyunca workshop'taydı. Ben de yürüyerek gidilebilecek mesafelerde kendi kendime dolaştım. Plaja falan gittim. Buraya göre acayip pahalı valla. Götürdüğüm para çok diye düşünüyordum, ucu ucuna yetti. Asıl son gün Joseph'in boş günüydü, o gün baya gezdik ama fotoğraf makinemi yanıma almayı unutmuşum :( Yine de baya fotoğraf çektim.

Nasıl çalışıyor orda insanlar bilmiyorum valla! Ben orada yaşasam içeri hiç girmem :) Yazın 35 derece, kışın 30 dereceymiş hava. Ne çok sıcak ne de çok soğuk (buranın -Syracuse- tam tersi, uçaktan bir indik 48 derece, kışın da -48 derece :)) Joseph söyledi, millet işe sörf tahtasıyla geliyormuş, işten çıkınca gidip sörf yapıyorlarmış!

İnsanlar buradan (Syracuse) biraz daha farklı. Her taraf Meksikalı, İngilizce’den çok İspanyolca duyuyorsun. Çok seviyorum Meksikalıları valla, kıvır kıvır saçları, gözler ışıl ışıl. Bir de ne dediklerini anlasam. Bir tek ‘sinyorita'yı biliyorum, o zaman benden bahsediyorlar demek oluyor :) Televizyonda çocuklar için eğitici çizgi filmler var, karakterler her şeyi bir İngilizce bir de İspanyolca söylüyor, çok acayip. İngilizce mi öğretiyorlar, İspanyolca mı çıkaramadım :)


Buradaki ikinci fotoğrafa Deniz Yönetimi el koydu. Açıklama için bknz: yazının devamı






Sana bir kaç fotoğraf gönderiyorum fıstık.
İlki Santa Monica Pier. Küçük bir lunapark koymuşlar üstüne. Sırf manzarayı görebilmek için dönme dolaba bindik ama akıllı ben fotoğraf makinemi unuttuğum için o güzelim manzaraları çekemedim.

İkinci manzara yine plajın oralarda. (Sadece 5 fotoğraf koyabildiğim için bu yok. Ama nasıl güzel bir manzara, of of. Ay siz göremiyordunuz di mi? ehe ehe. Deniz). Üçüncüsü Venice Beach'te akşamüzeri şarabımızı yudumlarken. Biz bu fotoğrafı çektikten iki dakika sonra kaldırımdan geçen evsiz bir amca yanımızda durdu, bizimle konuşmaya başladı. Amcamın üstü başı dökülüyor, omzunda pırıl pırıl bir Amerikan bayrağı, artık kim verdiyse. Bize gülümsüyor. “Ne kadar güzel bir gün değil mi, siz çok mutlusunuz değil mi?” diyor. Fotoğrafını çekmek istedim ama sormaya yüzüm olmadı, adam 'ben maymun muyum?' derse diye tırstım biraz :)

Son üç fotoğrafın da hikayesini anlatayım : Forrest Gump filmini hatırlıyor musun? Forrest Gump, askerde Bubba ile karşılaşır. Bubba da biraz yarım akıllıdır, aklı karidesten başka bir şeye çalışmaz. Günlerce Forrest'a karidesle neler yapılabileceğini anlatır. Forrest günlerce sıkılmadan dinler. Dur yazmışken diyalogu da yazayım:

"Anyway, like I was sayin', shrimp is the fruit of the sea. You can barbecue it, boil it, broil it, bake it, saute it. Dey's uh, shrimp-kabobs, shrimp creole, shrimp gumbo. Pan fried, deep fried, stir-fried. There's pineapple shrimp, lemon shrimp, coconut shrimp, pepper shrimp, shrimp soup, shrimp stew, shrimp salad, shrimp and potatoes, shrimp burger, shrimp sandwich. That- that's about it."

Forrest en yakın arkadaşı Bubba'yı savaşta kaybedince karides avlamak için denize açılmaya karar verir. Bubba bunu çok severdi, diye düşünür. Şimdi tam hatırlayamadığım tesadüfi sebepten dolayı (bütün film boyunca olduğu gibi) çok başarılı olur ve "Bubba Gump Shrimp, Co." şirketini kurar. Buraya kadar hikaye tabi ama bu şirket gerçekte varmış! Santa Monica Pier'da da bir restoranları var. Bu fotoğrafları da orda çektik. Masaların üzerine "Run Forrest Run" yazdığı surece yemeğe devam ediyorsun, "Stop Forrest Stop"ı çevirdiğin zaman hemen garson geliyor.

Bu anlattıklarım sadece otelin çevresindeki, üç kilometre çapındaki bölgede gerçekleşti :) Bu memlekette fiyatlar tavanı delip geçtiği için ne araba kiralamak, ne de taksi tutmak mümkün olmadı. Adamlara yüz dolar falan çerez parası valla. California'nın yüzölçümü Almanya'dan büyükmüş. Benim bu üç kilometre çapında dolaştığım yerler bütün eyaleti nasıl temsil etti bilemiyorum :) En azından bir dahaki sefere gezecek çok yer kaldı diyerek bindim uçağa. Geri gitmek için şimdi çok sebebim var değil mi :)

İstersen bloğa koyabilirsin tabi ki :) Bu son yazdıklarımı da ekle. Bir de hiç düşünmeden tangır tıngır yazdığım için kötü Türkçe, saçmalama mevcut olabilir, onları da düzeltirsin değil mi :)

Opucuk! (Bunu düzeltmeyeceğim işte :P deniz)

Pınar

21 Temmuz 2006

Lynx olmadan asla!



Bu reklam Türkiye'de yayınlandı mı bilmiyorum ama bana onlarca defa izlemişim gibi geliyor. Bıkmadan izlerim o ayrı konu. Ama benim inatçı hafızam bunu her zaman Axe reklamı olarak hatırlamaya devam edecek gibi görünüyor. Sebepleri; (i) Axe ismini Lynx'ten daha iyi bilmem, (ii) reklamın kendisinin markanın önüne geçmesi veya
(iii) bizzat benim eblekliğim olarak sıralanabilir.

Bu arada, Axe dedim aklıma geldi. Yıllar önce internette dolaşırken görüp çok beğendiğim basın ilanları vardı Axe'ın. Girinti ve çıkıntı üzerinden çok tatlı reklamlar yapmışlar. İlkinde, ortada duran kurşun kalemin etrafını saran kalemtraşlar vardı. İkincisinde ise ortada duran fişin etrafına bir sürü priz toplanmış. Diğerlerini hatırlamıyorum. Ha, ne Axe'ın ne de Lynx'in ajanslarını bilmiyorum, o da benim ayıbım olsun. (Tamam tamam, araştıracağım şimdi).

Sen onu bırak da: Benim bu reklamı buraya koymamın nedeninin, filmdeki esas oğlanı istediğim zaman görebilme isteği olduğunu söyleyen bir takım söylentiler dolaşıyor ortalıkta. İnanmayın. Veya siz bilirsiniz :)

19 Temmuz 2006

Bırak içinde kalsın!

Size de olur mu?
Çok pis yetenekli hissedersiniz bazen kendinizi. Öyle ki, elinize bagetleri alır almaz davul solo atar, elalemin hayatını değiştirecek kitabı bir gecede yazarsınız.
Açıkçası bana çok oluyor bu. (Yiğit'e de oluyor. Günlerce 'yahu, davulun başına oturur oturmaz kesin süper çalacağım' dedi. Oturur oturmaz da kalktı :P)

Nereden mi aklıma geldi şimdi durup duruken? Ajansımıza staj için gelen çocuk bana kara aklem çizimlerini gösterdi. Çok güzel. Çizimlere bakarken içimden ne demiş olabilirim? Tabi ki 'Ben de yapabilirim aslında. Çalışmıyorum, üzerinde durmuyorum da ondan'.

Aradan bir süre geçti. Bu sürede benim iç ses 'evet evet, tabi tabi' falan deyip duruyor. İyice gaza geldikten (getirildikten) sonra aldım kurşun kalemi elime. Bir kelebek çizdim (nedense). Amanın! Kelebek haricinde uçaktan kitaba kadar her şeye benziyor! Daha önce hiç bir kelebeğe şöyle ayrıntılı olarak bakmamışım. Şimdi goole'dan fotoğraflarına falan bakıyorum biraz. (Bak bak, yine! Neden çizememişim? Çünkü kelebeklere ayrıntılı bakmamamışım. Evet evet, tabi tabi :P)

Bazen içinde kalması daha iyi oluyor gerçekten. En azından yapabileceğini 'zannediyorsun' :)

Kanlı Canlı Pin Pon!

Human Pong



Artık Youtube'tan videolar da izleyebileceğiz burada. Ne güzel di mi? :)

Üşenmemişler, insanları alıp tek tek çekmişler her sahneyi. Stop motion derler, severim kendisini. Atari adındaki nostaljik aletlerde oynadığımız oyun ne de güzel olmuş! Burada da aynı kişilerin yaptığı daha farklı bir video daha var. Onu da izlemenizi öneririm.

18 Temmuz 2006

Çok kafa bir site: Shynola



Tıklayalım eğlenelim :)
Her bir yerini (özellikle FAQ) gezmenizi öneririm. Pek güzel, pek komik.

FAQ'tan bir alıntı:
- Neden siteniz bu kadar yavşak?
- Çünkü bu web işleri nasıl yapılır bilmiyoruz. Sorma!

2069...Coming Soon!

17 Temmuz 2006

Unutmak iyidir

İyidir iyidir.
Küçükken ilginç şeylere kafamı yorabiliyormuşum. Geçen gün bir tanesi aklıma geldi.

Bu anlatacağım çok sevdiğim insanlar (özellikle Ünal ailesi) için geçerli tabi. Tatillerde başka şehirdeki akrabaları ziyarete giderdik, veya onlar bize gelirlerdi. Yalvaç'a geldiklerinde 4-5 gün boyunca acayip eğlenirdik, çok iyi vakit geçirirdik. Gitme günü gelirdi. Onlar toparlanırdı. Biz uğurlardık. Giderlerdi. İşte bundan sonra, yani normal ev hayatına geri döndükten sonra, orada burada onların unuttuğu birşey bulamayınca üzülürdüm sanki biraz. Hani, sonuçta o kadar sevdiğin birilerinin gittiği gün zaten üzücüdür. Onların da aynı şeyleri hissettiklerini tahmin edersin. Ama sanki arkalarında tek bir çöp bile bırakmayınca o üzücü ayrılık gününde (trajedi mübarek!) tek dertleri aslında eşyalarıymış, sanki beni kandırmışlar gibi gelirdi. Ufak tefek bir şey bulduğumda rahatlardım biraz.

Ne fenaymış yahu! Ne alakası var aslında di mi? Öyle hissediyordum ama işte, n'apıyım? Belki de biz bir yerlerde hep birşeylerimizi unuttuğumuzdandır. (Yolculuğa çıkmadan önce babam mutlaka bir abukluk yapar, bizim başka birşey düşünecek halimiz kalmazdı, muhtemelen bundandır).

Dün gece geldim Yalvaç'tan. Geceliğimi orada unutmuşum. Mutlu oldum kendi kendime. Annenin yanından istemeden ayrılırken daha anlamlı bir unutuş olabilir mi? Aferin bana :P

Rüyalar da olmasa...

Çok ilginç rüyalar görmeye devam ediyorum.
Önce şunu söyleyeyim. Evahalisi bilir, benim rüyalarım son 1-2 seneye kadar inanılmaz derecede sıkıcıydılar. Gündüz ne yaptıysam gece de onları görüyordum. Televizyon izlerken, kitap okurken, derste hocayı dinlerken vs. Aynı günü bir daha yaşıyordum yani. hem de uzak bir günü değil, hemen o günü! Berfu şöyle bir tespitte bulunmuştu bir ara. Hafızamın çok iyi olmasının sebebi her günü iki kere yaşamammış! Son zamanlarda neden her şeyi unutmaya başladığımı da açıklaıyor aslında :)

Son rüyam şöyleydi: Evimiz Beyrut'taymış ve İsrail işgali altındaymış. Evde ben ve hatırlamadığım üç kişi daha var. Evimizin üst katına İsrail ordusu üs kurmuş ve bizim evden çıkmamızı yasaklamışlar. Ama o akşam da Mehlika bize gelecekmiş. Biz ikinci kattayız. Pencereden Mehlika'ya ip sarkıtıyoruz. O sırada merdivenlerden askerlerin sesleri duyuluyor. Acsayip heyecanlanıyoruz. zaten bütün rüya boyunca çokj fena korkuyoruz. Neyse, Mehlika'ya git mit diyoruz sessizce, anlamıyor. O sırda bir tane İsrail askeri gelip Mehlika'yı kesiyor! Ben bir şekilde anne ve babama söylüyorum. Babam "dur ben bi gideyim, bana birşey yapamazlar" diyor ve Beyrut sokaklarında dolaşmaya başlıyor. Ona da bomba atıp öldürüyorlar. Biz bir daha evden çıkamıyoruz ve rüya bitiyor.

Sabah kalktığımda hala çok korkuyordum. Anneme babama anlattım rüyamı. 'ehe ehe' dediler. Annem her zamanki gibi 'kıçın açık yatmışsın' dedi:) Yani aslında, bir gün önce sabah kalkar kalkmaz 'annee, rüyamda evimize dağdan kurt iniyordu...' adlı rüyamı anlattığım için beni çok ciddiye almamaları normal.

Bakalım bu gece ne göreceğim? Merakla bekleyin, ısrarla isteyin, öpün.

Memlekette tatil yapmak




Memlekette tatil yapmak, cep telefonundan mesaj atmayı daha geçen sene öğrenen anne-babanın yanında teknolojiden uzak bir hafta geçirmek demek. Yalvaç'a artık iyice turist gözüyle bakmaya başladığımı anladım. Çünkü önceden görüp de hiç yadırgamadığım bir takım ayrıntılar pek güzel gözüme çarptı.

Hakkaten küçük şehirlerde çok acayip şeyler oluyor. Çayın suyu kaynayınca taşmasın diye bir çay kaşığı iyice bükülüp çaydanlığın üstü ve altı arasında bir boşluk yaratacak şekilde konuyor mesela. Babam, ağaçtaki kirazları toplamak için çok ince olan iki dalı birbirine bağlayıp öyle çıkıyor ağaca. Ağaç hala saçlarını toplamış lise iki öğrencisi gibi duruyor! Yetmiş yaşındaki kadınlar küçüklerine 'erkeğin dirisini alıcan' diye öğütler veriyor. Falan.

Dut ağaçları da çok ilginç. Ben yeni öğrendim, dut ağacı kimin bahçesinde olursa olsun kamu malı sayılırmış. İsteyen gelip yiyebilirmiş. Ben de bir gün dut yemek için, dalların bir güzel serildiği garajımızın üstüne çıkmıştım. Tam bi iki tane yemiştim ki arkamda bir adam gördüm:

Ben-İyi akşamlar
Adam-Eyi akşamlar kızım, dut sizin mi?
Ben-Ha, evet. Buyrun buyrun.
Adam (Şaşrmış ve biraz da kızgın sanki)-Hah, ben zaten yiyecektim. N'olmuş ki? Cık cık. (Buyrun dedim ya!)

Cuma günü liseden bir arkadaşımın nişanına gittim. Yiğit'in sünnet düğünü sırasında nasıl da büyük gelmişti o salon bana. Küçücükmüş ayol! Yemekhane edasında uzunlamasına konmuş masalarda davetliler oturuyor. Evdeki kıyafetiyle çıkıp geldiğini sandığım bir sürü teyze oynayanları seyrediyorlar. Senelerdir bir türlü değişemeyen piyanistşantör çok fena çalıyor, konuşmak mümkün değil. Pistte göbek atanlar hiç değişmiyor, yeni biri çıkıp da oynamaya cesaret edemiyor. Orada kaldığınız süre boyunca sadece oturuyorsunuz yani. Bir ara düğün sahiplarinden olan genç çocuklar 'Cincik' marka meyve suları ve biraz da kuru pasta getiriyorlar. Oturanlar için tek atraksiyon bu: daha fazlasını kapmak için dağıtıcı çocuklarla sonu gelmez konuşmalara dalıyorlar, hem de birbirlerini duymadan! Çocuklar her zamanki gibi pistte tabi ki. "Lütfen çocuklarımızı pistten çekelim" ehe.

Düğün mevsimi tabi, cumartesi günü başka bir tanesine daha gittim. Ama bu tam düğün gibi oldu (kafamdaki düğün tanımına uyarak söylüyorum). Açık havadaydı. Güzeldi. O gün özellikle izlediğim iki kişi vardı: üst komşumuzun on iki yaşındaki torunu Tuğçe ve on üç yaşındaki kuzeni Zeliha. Yani, Yiğit'in sünnet düğünündeki Beyza ve ben! Güzel güzel giyinmişler. Herkesin onları izledğini zannediyorlar. Kırıta kırıta dolaşıyorlar, elleri sürekli saçlarında. Her şarkıda birbirlerini kolundan asılıp çıkıyorlar piste. Çocuk değiller ya, sürekli büyüklerin, özellikle de geç kızların (biri bendim, ühü) peşindeler. Dans parçalarında birbirleriyle dansediyorlar. Beyzacım, bu itirafıma ne kadar sevinirsin bilmem ama itiraf ediyorum: Beyza ve ben de dansetmiştik. Ayrıca üstte anlattığım Tuğçe-Zeliha ikilisinin yaptığı her şeyi de yaptık. Ablamın ve Berfu'nun peşini bırakmadık, kovaladıkları zaman sinir olduk. Yirmi beş yaşlarındaki yakışıklı çocukları kestik. Düğün sonunda çekilen halayın sonuna zorla eklenip doğru düzgün oynayamamış ve -tabi ki- millete ayak bağı olmuştuk. Bunlarım hepsi video kasetlerde var Beyza, hayır hayır, hiç inkar etme. Evet, yaptık biz bunları.

Son olarak düğünlerden çıkıp ev (teyze) gezmeleri hakkında bir kaç diyeceğim var ula. Eskiden hiç gitmezdim, ama sonra baktım maden var bu teyzelerde, hiç kaçırmamaya başladım. Çok feci komik oluyor bu teyzeler. Anlatsan yüzünün kızaracağı şeyleri pazardan domates aldığını anlatır gibi anlatıyorlar, anlatmayanlarda da öyle bir potansiyel var. Ama ben anlatsam olmaz şimdi, şiveli falan dinlemek lazım, onmların ağızlarından. Tüm bu gezme sohbetlerinin -pasta börek dışında- bir ortak noktası var. Nasıl anlatsam...En iyisi diyalog yazmak yine:

Ayşe: Bizim Zişan'ın oğlu evlenmiş duydun mu?
Fatma: Hangi Zişan? Hacı Yatmazlarınki mi?
Hayriye: Yok kı! Hacı Yatmazlarınki Helime. Onun oğlu okuyorumuş Ankara'da.
Ayşe: A! Onun oğlunu da evermişlerdi eveli sene. Geçen geldi gelinini deyiverdi ya.
Hayriye: O böyüğü. Helime'ye anne demezmiş gelini he? Eh, böyük şeherli tabi. Ana da demez buba da.
Fatma: O gelinin de bubası Rus karısıyla kaçmış derler. Trabzonluydu de mi onlar?
Hayriye: He Trabzonlu. Ee, herifi elde tutmayı bilecen. Karı karı değilmiş ki...

Böyle uzar gider. (Gerçi son muhabbetlere girildiğini ben pek duymadım ama kesin oluyordur.) Muhabbetin sonunda ne Zişan'dan bir haber vardır ne de oğlundan. Ama bu unutulup gider demek değildir. İnanılmaz bir hafızaları vardır bu teyzelerin. Zaten bu kadar insanın hayat hikayeleriyle birlikte spekülasyonlarını da akılda tutmak başka türlü mümkün olmasa gerek! Takriben bir buçuk saat sonra Zişan ve oğluna mutlaka geri dönülür. Birbirlerinin lafını keserek bir grup hindinin çıkardığı seslerin aynısı çıkarmalarındaki sır buradadır. İnsanlar hakkında konuşursan her zaman konuşacak bir şeyin vardır.

Yalvaç bu kadar şimdilik. Artık Beyza'dan Fethiye, Berfu'dan Yunanistan gözlemlerini dinleyeceğiz. Yiğit de Yalvaç'a gidiyor haftaya, bakalım ondan neler çıkacak :)
Öper