
30 Haziran 2009
Hauz emdi

Günün Okuması #1 - Bansky
Arta kalanlar; kafamdaki karmaşayı netleştirecek, geçmişimin ve içinde bulunduğum /büyüdüğüm ortamın kafamda yarattığı süzgeçten geçerek de olsa beni besleyecek, aydınlatacak, yeni bakış açıları kazandıracak okumalar yapabileceklerimdi. Ve tabi ki dostlarımın blogları... Eskisi gibi. Yukarıda bahsettiğim fazlalıkları atınca hakkını vererek okuyabileceğim yazıların barındığı bu manzara hoşuma gitti. Öze ulaşmayı engelleyen kabukları sadece durarak oluşturabilmek insanoğlunun en lanetli yeteneği olsa gerek.
Bundan kelli, günün okuması etiketi altında işte bu son gruptaki okumalardan parçalar paylaşmak niyetindeyim sizlerle. Yok yok, bu etiket altında da suratsız, sıkıcı, didaktik bir mal olmayacağım canım, söz. Ortada yine hayat kuyusu olacak, bu kez yandan geçmeyeceğim sadece. Misal, geçen gün Berfu'yla laf arasında bahsettiğimiz ve keskin aykırılığı dolayısıyla çok derinlere indiremediğimizden laf arasında kalan sokak sanatçısı, fevkalbeşer Bansky (aşağıda bir çalışmasını görmektesiniz.), bugün 6.45 yayınlarından Şenol Erdoğan'ın bloğunda yayınladığı yazı üzerinden kafamda bir anlama oturdu. Bu bereketli yazı, önüme okumam gereken bir külliyat bıraktı sağolsun.
Aşağıda, bu yazıdan alıntıladığım bazı paragraflar var. Bir nevi benim yorumum denebilir. Yeni Şehir, Yeni Sanat ve Şiir adlı bu yazının tamamı ise tamburada.

Varolanı olduğu gibi kabul etmek pasifliğinde bulunmamak sadece sanatı başka yerlere götüren ve yeniliklerin doğmasına sebep olan bir gerçek değildir, antropolojik bir açıyla kucaklanması gereken bu gerçek yaşamın içinde bir anlamda da sorgucu yapısıyla dolaşıp durmada ve gerçek yerine “gerçek”i ortaya koymaktadır.
(...) Zira kaçmak denli kalıp savaşmak ve otonomlar yaratmak da sanatın göbeğinde yatanlıklardan biridir elbette. Herkes savaş baltalarının biçimini kendisi seçebilir.
Ve “sanatın yeni çocukları” bir şeyi fark etti, ne dışarısının izlenimi ne de için dışa vurumu, onlar için duvarlar var, nesnel olarak yerinde kalması gereken içsel olarak üzerlerine çalışarak soyut yıkıma uğratacakları –ve uğrattıkları- duvarlar.
(...) Gayrı resmi sanatın resmi olmayan tarih defteri bir şekilde tutulmalıdır. Zamana karşı bir tavır mı, evet, ya da kimince dine ve dinsel siyaset pisliğine bir tavır, evet, ve sayılabilecek yüzlerce şey hala bugün modernizm ve takıları halindeki formatlarıyla önümüzde, aslında aynı şeyle savaşılıyor, duyarlı üreticiler aynı şeyin savaşını veriyorlar zamanın içinde.
(...) Nasıl ki primitist tavır aynı zamanda zenginlerin sanat zihniyetine sokulan bir çomak sayılabilirse, günümüzde gerçek yeraltı sanatçıları; güncel sanat acentesi ve bienal tüccarlarının ve sözde alter-natif sanat ortamlarının çomak sokucularıdır. Tıpkı şimdinin yeni şairlerinin ortaya attığı güçlü ve durdurulamaz ‘sound’un şiir patronlarına verdiği rahatsızlık gibi.
Neden ahşap baskı sanatının kaybolmuşluğundan bahsedelim ki, neden sokakları “duvar baskıları”yla bezeyen ve sosyal-politik yapıya da ciddi ciddi dokunarak şehrin sanatçılarını basit ve sözde önemsemelerin ötesinde el üstünde tutmayalım.
Duvarlar boyu şiir yazıyor yeni kentin yeni çocukları ve siz okuma yazma bilmiyorsunuz! Yeninin cahilleri!
Nedense –ki nedeni aslında bariz ortadadır- insanlar gidişatın ilerisinde/ötesinde, “başka” şeyleri açığa çıkarmış –ortaya koymuş insanları –alan ne olursa olsun- ya görmezden gelmiş/gelmeye çalışmış ya da bir şekilde “ayağını kaydırmış”, kaydırmayı denemiştir.
(...) Artık yeni tanımlamalar ve cümle kurumlar, an be an varolan, gerekirse temsilcisinden hariç bir başına kalan sanat kolları zamanıdır. Hiçbir şey hiçbir kimsenin tekelinde değildir ve her şey herkesçe yapılabilir olandır.
(...) Tarih boyunca duyduğumuz gerçek seslenişlere kulak değil anlam vermeliyiz, yeniyi ve yepyeniyi ortaya koymak adına yapılması gereken yegane şey BESLENMEKtir. İçi boş devletin ve okulların ya da BANKA OKULLARının, öğrencilerine verebilecek hiçbir şeyi yoktur. Ailesinin, devletinin ya da hacklenmiş usunun kölesi olan öğrenci ilkin bir gerilla olmalıdır ki sanatın, edebiyatın kutlu yolunda sayılan halkalardan örülü zincirden ilelebet kurtulsun! Sanatçı, önce sistemlerle çarpışan gerilladır, mastürbatör bir bohem bok değil! Kurumsallaşmanın özüne balta vuran geçmişin isimleri bizim geleceğe çok sert dokunabilip onu değiştirebilmemiz için kullanılabilecek potansiyel güçtür.
Entelektüel ve politik olarak hür olamayan insanın özgür bir sanattan bahsetmesi mümkün değildir. Nihayet bugün sokaklara inen “sanat-sabotaj”dır ve verilen bir kavgadır! Nasıl yorumlanırsa yorumlansın ya da yetkin bir biçimde yorumlanamasın sanat, sabotaj, şiir ve çok şey tabansız da olsa bir “yeni”yi başlattı ve bu dağınıklık yerini yakın gelecekte daha fazlasına bırakacak…
(...)
1915’de sanat, manifestolarıyla sol kanat üzerinde hareketlenip savaşa karşı bir hareket başlatıyorken, şimdinin sanatının ve sanatçısının Ortadoğu ya da başka bir coğrafyada bir duyarsızlık geliştirdiğinden nasıl ki bahsedebilirsek, yeni sanatın üreticilerinin nerede durduğunu da çok net görebiliriz.
Duvarlara, adı bilinmedik sanat istasyonlarına yazılan yeni sanatın manifestosu kelimeler değildir belki de! En azından biz şiiri başka dillerin kelimeleriyle yazıyor ve okuyoruz hem de görebilene.
Şiir öldü yaşasın yeni şiir!
Fırça öldü yaşasın sprey!
29 Haziran 2009
Karar
isim (kara:rı) Arapça
1 . Bir iş veya sorun hakkında düşünülerek verilen kesin yargı: "Bu kararı söyleyen sesin tesiri gözlerimizi yaşla doldurdu."- H. S. Tanrıöver. |
7 . müzik Türk müziğinde, taksim yaparken ana makama dönüş. |
Bu kez karar verildi. Bu iş burada bitecek. Burada, daha fazla kendime yazık etmemeliyim. Ani, duygusal ve düşüncesizce bir karar değil bu. Belki plansız denebilir, katalizörler sağolsun.
Yarından itibaren işi bırakmaya karar verdim. Bugün yaşadığım olay, diğerlerinden farklı değildi belki, yine zor kaldırılır. Ama ne güzel işte atasözleri yine: Bardağın son damlası.
Ad hoc haller sona erecek, taksim bitecek. Ana makamıma döneceğim.
Sevgili arkadaşlarım /ailem; bu kez bana lütfen destek olun, para sormayın, kriz demeyin. Bütün bunların yaşatabileceğinden çok daha kötü şeyler yaşıyorum burada, emin olun.
26 Haziran 2009
Gülümse Bugün Cuma

25 Haziran 2009
Cool Water ve Rüyalar Gerçek Olur
Sizden ricam, aşağıda verdiğim yönergelere göre hareket edin ve kalbinizin hareketini dinleyin. Bakalım birdenbire hayatınıza dair karanlıkta kalmış bir taraf aydınlanmış gibi hissedecek misiniz, yaklaşık beş dakika boyunca gözlerinizi ekrandan ayırıp boşlukta bir yere bakıp adı olmayan ama güzel olan bir duyguya kendinizi kaptıracak mısınız? Yoksa bir kuntastik kişi ben miyim?
- Bilgisayarınızın başına geçin. Kulaklıklarınızı hazırlayın.
- Ömer Faruk Tekbilek'in Michael Askill'le ortak yaptıkları albüm Fata Morgana'dan Cool Water'ı şarkı listenize ekleyin. Tabi önce tamburaya tıklayarak indirebilirsiniz. (Üşenmek yok. Tek bir şarkı.)
- Şarkı inerken Prensese Mektuplar sitesini açın. Rüyalar Gerçek Olur adlı yazıyı bulun ve okumaya hazır hale gelecek şekilde ekranınıza konumlandırın. Veya en iyisi, tamburaya tıklayın.
- Eşzamanlı olarak, şarkıyı çalın ve okumaya başlayın.
"Direnme, direndiğin şey kalıcı olur" sözünü ilk okuduğunuzda şöyle bir kaldınız mı? Cool Water'la kendizi gece, Akdeniz'in serin sularında, o fotoğrafçıyla sohbet ederken buldunuz mu? "Her şey bir anda durdu" mu? Valla benim öyle oldu, hatta çok eski bir zamanda buldum kendimi. İhsan Oktay Anar'ın Amat adlı kitabında geçen korsan gemisi gibi bir gemiydi benimki. Çok da güzeldi!
'Böyle yoğun etkilenmeler için farkında bile olmadığımız milyon tane şartın uygun olması gerek' dediğinizi duyar gibiyim. Siz de benim deneyimimi paylaşmış oldunuz işte, fena mı?
Teşekkür ederim efendim.
Ayhan-O da Halktan bir İnsan-

23 Haziran 2009
Destek Kuvvet K.
Olabildiğine İç Belki Unutursun
Her Şey Yerli Yerinde

Ortamda Berfu ve şarap var demek, bende "artık ben kalkayım, yarın iş var, gideyim bari, daha içmeyeyim" yok demek. Ringo ringo şişelerin dibini görmek demek. Bu durum böyle işte. Zaten bu şekilde her şey yerli yerinde. Ne demiş, hemen üstte 1956 yılından, Ara Güler vasıtasıyla bize bakan üstad:
Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Dün gece, ucuz ve güzel şaraplarımız Hatti ve Karam (Çalkarası) eşliğinde, tesadüflerin yaşam içindeki en rahat kanepeleri bulup oturduğu; kaosun çay demleyip kurabiye servis eden hanım kızımız olduğu; kontrolü kaybetme hissinin bir kedi olup kucağımızda purrrladığı, neden?lerin neden olmasın?gile misafirliğe gittiği saatler geçirdim Berfu'yla. Fiskos masasında oturup, en çok kendi dedikodumuzu yaptık. En hararetli kendimiz kızdık, en kahkahalı kendimiz güldük kendimize. Muhabbetimiz bol oldu.
Ertesi sabahın kafa ağırlığı, son bir yılın yorgunluğunun dinmesi hissiyatı ile karşılaştırıldığında; devede tüy, denizde kum, balıkta pul kaldı. Bir gedik doldu. Her şey yerli yerine oturdu.
21 Haziran 2009
Evimin Kokusu

Bugüne bir not düşeyim. Zira, senelerdir yaşadığım evin balkonundan içeri ilk kez çok güzel yasemin kokuları geliyor. Bu, kokusunu sadece geceleri paylaşmayı tercih eden narin çiçeğe bunca zaman kayıtsız kalmam, hatta bir ara karşısında durmam kabul edilebilir değil. O, bugün bana kendimi, deniz kenarında bir tatil kentinin, geceleri hırkayla yürümeye çıkılan sokaklarında keyifle geziyor gibi hissettiriyorsa, telafi etmek görevimizdir: Aferin yaseminim, böyle devam.
Ne güzel bir kokusu var bugün evimin!
Salim Sevsendebir ve Şehriye Vakvak Röportaj

Salim Sevsendebir ve Şehriye Vakvak
Salim Sevsendebir’in Şehriye Vakvak’la tanıştığı gece ilk defa gökyüzüne bu kadar net baktığı gece olmuştu. Ay’ın nerede olduğunu kestirmeye çalışmış ancak bulutlar ona mani olmuştu. Haa mani dedim de aklıma Mani Beniçeker geldi. Şimdi siz neden hiç ondan bahsetmiyorsun da kalktın bize Hanif adlı bir çocuğu anlattın diyeceksiniz ama Mani Beniçeker’i anlatmak için önce Şehriye Vakvak’ı tanımak gerekli. Neyse Salim Sevsendebir’e geri dönelim şimdilik.
20’li yaşlarda pavyona gitmeye alışan Salim için bir kadın konsomatrismiş, prensesmiş hiç fark etmezdi. Onun için kadın sadece kadındı. İki bacağı, iki kolu, güzel göğüsleri ve dolgun kalçası olan bir kadın gördü mü dayanamaz içindeki erkeksi yan ortaya çıkardı Salim’de. Biraz da yakışıklı mıydı ne? Peşinde dolanan onca kadının varlığı ona ayrı bir çekicilik veriyordu belki de. Ya da Şehriye Vakvak bu şekilde düşünmüştü. Salim Sevsendebir, Vakvak’ın kendisi hakkındaki düşüncelerini bilse belki de o gece mekânı terk eder ve bir daha o pavyona ayak basmazdı. Çünkü Salim Sevsendebir’e göre kendisi duygusal, kadınların isteklerini bilen ve hoşgörülü bir adamdı. Zaten herkesin kendini en iyi yere koyması görülmemiş bir durum değildi Türk insanında. Salim Sevsendebir hayatında yaşayabileceği bütün acıları tatmış ve geriye yaşanabilecek hiçbir acı bırakmamış bir insan bürünümündeydi. Ancak içinde derin yaralar olduğu her halinden okunuyordu. Bir gün şımarık bir çocuk oluyorum ertesi gün ise zifiri karanlıkta dolanıyorum yalnız başıma diye anlattı Salim bunu (Bu tabirler kendisinin tam olarak kullandığı değil, yazar olarak ben, Orhan’ın düzenlemeleridir).
Ama Salimin yeri ayrıydı Vakvak için… O Salim’i öyle bir yere koymuştu ki bütün duygulardan arınıp, gece masasına gittiği adamları unutup sadece Salim’in yanında olmak istemişti. Çok şey mi istedi bilinmez, ama bana söylediği kadarıyla İstanbul’un en dingin saatinde (ki sabahın erken bir saatine denk geliyordu bu) Salimin günün birinde gelmesini ve Vakvak’ı güneşin doğuşunu izleyebileceği bir manzaraya götürmesini dilemişti. Bunların hiç birisi olmadı ve olmaması dünyanın dönmediği anlamına da gelmedi. Sadece Şehriye bir kez daha erkeklerin o gülen gözlerinin altında yatan sinsi düşünceleri fark ettiğini bana anlattı ve bunun için gözünden bir damla yaş düştü. Eğer o anda Mani Beniçeker ya da Erdal Pamukdiş Vakvak’ın gözünden düşen bu bir damlayı görseydi kendilerinin ne kadar da değersiz ve ikincil olduklarını anlardı. Ama bu da olmadı.
Zaten olan tek şey dünyanın dönüyor olmasıydı ve Şehriye Vakvak’ın benimle konuştuğu gece ne mutlu ki dolunay yoktu. Bu kadının çekiminden kurtulmak için ancak dolunayın yeni bittiği devreye denk gelmek gerekiyordu ve bende onu yaptım. Ancak yine de etkilendim ve bu hikâyeyi bir süre anlayamayacağıma karar verdim.
YENİ ANLATICI
Günlerden Dolunay. Ben Akın Dilipek. Sizlerle Şehiye Vakvak’ın hayatına dair konuşmak için Dönde Gel Gazetesi tarafından tutulmuş üç kuruş para için anamı, babamı dâhil herkesi satabilecek bir yazarım. Hikâyeci Orhan’a ne oldu derseniz, o bir süre sizlere eşlik edemeyecek. Ancak onun yokluğunda Orhan’dan duyamayacağınız olayları dile getirmeyi amaçlıyorum. Bu vesile ile Salim Sevsendebir’in ne kadar kendini bilmez, sınırlarını bilmez bir insan olduğunu anlatmak benim amacım.
Salim Sevsendebir, Şehriye Vakvak ile olan birlikteliğini Vakvak’ın kariyeri üzerinden kurmuştu belli ki. En az 2 günde bir Vakvak ile ilgili haber yapan Dönde Gel gazetesinin takipçisi olan Salim, Vakvak’ın bilinmez kişiliğine olan ihtiyacını “ bu kadınla tanışıp hangi renk parfüm kokuyor karar vereceğim” diyerek hayatına yenilik katmayı amaçlamıştı. Salim Sevsendebir’in söylediklerine göre Şehriye Vakvak parfümlerin en kırmızısı olmaya çalışırken aslında içinde çok farklı bir renkteydi. Salim ile olan konuşmamızda “Şehriye’yi nasıl görüyorsun, senin için elde edilemeyecek bir kadın mı yoksa elde edip bu kadın benim istediğim insan mı” diyorsun, diye sordum. Yaşıtlarına göre daha uçarı bir hal takınan ve sanki dünya batsa umurumda olmaz havasında konuşan Salim Sevsendebir, bu soru üzerine önce bir duraksadı. Belli ki her soruyu bekliyordu ama Şehriye Vakvak ile birebir de yaşadığı ilişkiye dair bir soru beklemiyordu. Cevabı ise tok bir ses ile “Bu soruyu Şehriye’ye sorun, biz onunla ayrı dünyaların insanlarıyız ve bu bizi cezp ediyor” şeklinde oldu.
Ancak hikâyeyi anlatan zat olarak gözlemlerime değinmem gerekir ki o da Salim Sevsendebir’in garip davranışlarıydı. Bana göre Salim her an eli telefonda, beklediği bir telefon var da çalmıyor gibi içten içe hüzünleniyordu. Beklediği telefonun Şehriye Vakvak’tan olmadığı aşikârdı zira Şehriye Vakvak kendisini arayıp bu gece “Between the Bars” adlı şarkıyı Salim için seslendireceğini ve gelmesi gerektiğini 6 dakika önce söylemişti. Salim Sevsendebir’in Şehriye Vakvak’a verdiği cevap ise “çok yorgunum, eve gidip uyuyacağım olmuştu.”
Salim bizimle yaptığı röportajdan sonra eve gidip uyuyacak mıydı bilemiyorum ancak Şehriye Vakvak ile ilgili söylediği bir söz dikkatimi çekti. Salim’in dediğine göre ayın belli günlerinde kendisini Vakvak’a daha yakın hissediyordu. “Sanki onunla bir gece daha yatsam hayatında birlikte olduğu tek erkekmiş gibi hissedeceğim” diye anlatmıştı Salim. Naçizane anlatıcınız olarak ben kendisine “peki onunla kaç gece uyudunuz” sorusunu sormam üzerine “bilmem saymadım” diye cevap vermişti. Bunun üzerine Erdal Pamukdiş adlı kendisini yakınen tanıdığım arkadaşıma Salim Sevsendebir’in cevabını ilettim ve yorumunu bekledim. Senelerdir tanıdığım Erdal, Salim Sevsendebir ismini duyunca yüzünde oluşan donukluğu engellemeye çalışmayarak “Salim, Şehriye’nin tırnağına dahi değer vermez onun tek değer verdiği Şehriye’nin vücududur. O hiçbir zaman Şehriye’yi benim kadar sevmemiş, onun için benim kadar üzülmemiştir” dedi.
Yeni bir anlatıcı olarak karmaşık ilişkilere dair bir hayatın tek bir kadın üzerinden kurulduğunu ilk defa görmekteyim. Bu yüzden de sizlere Şehriye Vakvak ile ilgili bir ayrıntı vermeden geçemeyeceğim. Şehriye Vakvak Mani Beniçeker ile birlikteliğini Salim Sevsendebir için terk etmiş bir konsomatristir!!! Bunu Vakvak ile olan konuşmalarımızdan yola çıkarak yazmaktayım.
Ve Salim Sevsendebir’in anlattıklarına göre Şehriye'nin özünde konsomatrislik vardır. Bunun nedeni ise Salim ile sadece geceleri görüşmek istemesidir. Şehriye Vakvak’a sorsanız bunun nedeni akşamları konsomatris olarak çalışmasıdır ki zaten Salim'de gündüzleri Vakvak'la görüşmeye can atmamaktadır.
Yine de ne gariptir ki Salim geceleri Şehriye Vakvak’a sarılarak uyumaya çalıştığını ancak her sarıldığında Vakvak’ın yatağın diğer ucuna kaçtığını Dönde Gel Gazetesine anlatmıştır. Bu bakımdandır ki üstte Salim Sevsendebir için “kendini bilmez ve sınırlarını bilmez” olarak addettiğim davranışlar aslında Şehriye Vakvak’a yakın olmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. Ancak aynı konuyu Şehriye Vakvak’a sorduğunuz zaman tek bir cevap vardır. Kendisi hiçbir zaman Salim’in yanında huzurlu olamamıştır ama hep olacağını düşünerek yanına gitmiştir ve bu yüzdendir ki Salim’in ona sarılması Vakvak’a yavan bir durum olarak gelmiştir.
Vakvak gururlu ama bir o kadar da gururunu ayaklar altına serebilecek kadar aşık ama bunu dile getiremeyecek kadar da aciz bir kadın olduğunu söylemiştir. Ve bugün Vakvak her ne yaparsa yapsın Salim ile kopamadığını aralarındaki bağın bitmediğini gözleri ile ifade ederek ikinci bir damla gözyaşını tutamamıştır. Bu gözyaşını Mani Beniçeker ya da Erdal Pamukdiş görmüş olsaydı eğer, eğilip o damlayı almak ve bir hiç uğruna dökülen bu gözyaşını bir müze de saklamak isterlerdi. Ama bu olmadı.
Zaten olan tek şey dünyanın hala dönüyor olmasıydı ve bu da hikayedeki her kişinin bitmesini istediği bir durumdu. Ama o da bitmedi. Biten tek şey vardı o da Mani Beniçeker’in Şehriye’ye olan aşkıydı. Ancak Şehriye o anda bunu da umursamadı. Aradan aylar sonra fark edeceği bir durum için şu anda üzülmemesi de normaldi.
18 Haziran 2009
İran "PEN" Yazarlar Derneği'nin son olaylarla ilgili açıklaması
16 Haziran 2009-Tahran
Bizler güç erkinin ve farklı adaylar ve yönelimlerin oynadığı iktidar oyununa aldırış etmeden, halkın baskılara maruz kalmasını ve özgürlükçü gençlerinin kanının akıtılmasını şiddetle kınıyoruz.
Bizler şu an anti demokratik senaryonun kaçınılmaz sonucunu yaşıyoruz. Sendikal haklar sorunu çözülmeden, bütün politik ve kültürel oluşumlar sınırsız özgürlüklere kavuşmadan, içinden geçtiğimiz tarih sürecinde hiçbir sorun çözülemez.
Güç erkinin halkın iradesine teslim olmaktan başka bir seçeneği yoktur. Yaşanılan seçim sürecinde zorunlulukla ortaya çıkan ve iktidarın boyun eğdiği küçücük bir pencere, halkın bastırılan özgürlük isteklerinin fışkırmasına neden oldu ve tanık olduğumuz büyük bir dalgaya dönüştü.
İran / PEN
Dipteki Not: Çevirinin gazabı sanırım; açıklama sanki ortasından kesilmiş gibi duruyor. Fakat değil, bu kadar.
17 Haziran 2009
Her Yerden Binbir Naneli Yazı

14 Haziran 2009
Ad Hoc Haller

Birdenbire, hayatımı her an gidecekmiş gibi yaşadığımı, kendi evimi bile geçici bir yermiş gibi kullandığımı fark ettim geçen gün. Aklıma bir zihin fotoğrafı geldi hemen:
Karabük'te, amcamların evindeyiz. Ben lisedeyim sanırım. Berfu, girişteki küçük tuvalette, her zaman ki gibi Dove sabununu çıkararak ellerini yıkıyordu, ben de yanındaydım. O ev pek hijyenik ve rahat değildi, kokardı hep, biraz huzursuz olurduk orada. Berfu, hem bu duruma hem de yaz tatilinde olmanın (kendi evinde olmamanın) düzensizliğine atıfta bulunarak "yahu, bizim hayatımız ne zaman düzene girecek?" dedi. Tam o sırada annem de geldi ve "hayat, hiçbir zaman düzene girmez" gibi bir şey söyledi öylesine. O anın fotoğrafını çekmemin sebebi "olm, büyümüş, okumuş, bitirmiş, evlenmiş, çocuk yapmış, çocuklarını büyütmüş annem bile bunu söylüyorsa.... Eyvaaah!" diye düşünmüş olmamdır. Gelecekle ilgili en çok hayal kurduğum bir yaşta, hayatımın asla düzene girmeyecek olduğunu düşünmek çok korkutmuştu. Yazık, annemin haberi olsa ne üzülür, canım.
O zamanlar bana '26 yaşında kendini nerede görüyorsun' deseler, bugünkü halimi getirmezdim gözümün önüne gerçekten de. En azından, mutlu veya mutsuz, bir düzen oturtmuş olduğumu hayal ederdim.
Uluslararası Hukuk'ta kullanılan bir terim vardır: Ad Hoc. "Bir amaca yönelik geçici bir çözüm" gibi bir anlamı vardır. Uluslararası sorunlarda ad hoc hakem atanır mesela, veyahut ad hoc mahkeme kurulur. Sürekli değildir, hatta bazen yetersiz olduğundan pek de çözüm getirmez. Hayatımın bu evresini Ad Hoc olarak adlandırıyorum ben de, geçiciliğine atıfta bulunarak ve şu anda görmesem de umarım ileride netleşecek bir amaca yönelik olduğunu umarak.
Resim: This Temporary Life - Andrea Luna Reece
13 Haziran 2009
Dünyanın En Güzel Yeri
Bu sabah serviste gelirken yine müzik dinliyor ve gözlerimi kapatmış uykuma devam etmeye çalışıyordum. Mp3 çalarımda, son birkaç aydır durmadan dinlediğim, senelerdir bildiğim halde sanki yeni keşfettiğim Kardeş Türküler albümleri vardı. Bu sürekli dinleme durumu öyle bir hal aldı ki, tam da Yiğit'in dalga geçeceği şekilde aletteki tüm müzikleri sildim ve dönüp dönüp Denize Yakılan Türkü, Dargın Mahkum, Çeşm-i Siyahım, Bugün Güzellerin Şahını Gördüm, Asfur, Evvelim Sen Oldun, Duzgin Bavo, Kerwane ve daha ne türkülere kaptırdım kendimi.
Ben müzik konusunda çok fenayım. Yapılan müzikle frekansı bir kez yakaladım mı, bir süre ondan başka her şey yavan gelir. Bazen herkesin on üzerinden bir verdiği, bögh dediği albümlerle bile yaşıyorum bazen bu durumu. Çözemediğim bir bam telim var, vuran olursa uzun süre tınlıyor. Yani, bir doyma noktası var, o noktaya kadar dinlemek zorundayım, çarem yok. Yol bitti diye üzülmeler, eve gidip kanepeye uzanıp kulaklıklar kulağımda, yemeden içmeden, bütün akşam dinlemeye devam etmeler filan. Zor bir dönem oluyor aslında. Bu durumu yaşadığım grupları, albümleri de hatırlarım: A Perfect Circle (Thirteenth Step) İhtiyaç Molası (1,5 Tanem) Vega (Tatlı Sert) genel olarak Beatles, Sakin (Hayat) falan filan. (Sakin'in bana yaşattığı duyguyu, inanılmaz susadığım bir anda içtiğim bir bardak su gibi anlatabilirim sadece.) Vazgeçtim, hepsini hatırlamıyormuşum, ehe. Yahu, ben hepsine böyle uzun sürelerde doyabileceksem ömrüm benim frekansımdan çalan grupların hepsini birden dinlemeye yetmeyecek, ben söyleyeyim.

Başa döneyim, konuyu kaçırmayayım. Yine bir Cumartesi günü sabahın yedi buçuğunda işe gidiyor olmakla ilgili içimden çok güzel şeyler söyleyerek servise bindim. Fakat bu yol aynı zamanda, Kardeş Türkülerin, iş yerindeki bir arkadaştan yeni aldığım Vizontele albümünü döndüre döndüre dinleme fırsatıydı. Hemen çıkardım aletimi, ittirdim düğmesini, döndürdüm tekerleğini ve bakalım ne olacak diye beklemeye başladım. (ehe) Leyla ile çok sevdiğim bu filmin eğlenceli sahnelerini hatırlayıp, koltuğumda gizli gizli zıpladıktan sonra, rastgele seçeneği sağolsun, Ağırlama 1 ile, bir Altan Erkekli sesi pat diye mevzuuya girdi:
İlk cümleler için kurduğum empati bir yana, şu son iki cümlenin güzelliği, yalınlığı, naifliği yüreğimi kabartmaya, gözlerimi yaşartmaya yetti. Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir. Kendini kandırmaca değil bu, dünyanın en güzel yerinin öznelliğini hatırlama. Ama, babamın yaptığı gibi durmadan ne kadar çok sevdiğini, nasıl da süper olduğunu anlatarak değil, gerçekten seversen, dünyanın en güzel yerine kavuşmuş olursun. İlla kendi memleketini değil, çok başka bir yeri de sevebilirsin, asıl nokta sevmek burada. Ama, dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir. Bu kadar basit. (Sevdiğim yer zaten dünyanın en güzel yeri oluyorsa, dünyanın en güzel yerini sevmemem gibi bir şey mümkün mü? diye sordum. "İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan" cümlelerine geri döndüm.)"İnsan memleketini niye sever?
Başka çaresi yoktur da ondan.
Ama, biz biliriz ki, bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı, orayı sevmektir.
Burayı seversen, burası dünyanın en güzel yeridir.
Ama, dünyanın en güzel yerini sevmezsen, orası dünyanın en güzel yeri değildir."
Ben çok etkilendim. Sadece içerik değil, ahenk ve söz estetiği (diye bir şey varsa) de çarptı. Böyle güzellikleri paylaşmak gerek, paylaştım ben de. Bu aralar Berfu ve ablamın çok mutllu olmadıklarını, bu mutsuzluklarının da bulundukları memleketle alakalı olduğunu hissettiğimden; kendime de İstanbul'u rüyalarımda görüp Ankara'ya bok atmayı bunca hızlandırma nedenimin, yaşadıklarımın tüm sorumluluğunu bir şehre yüklemenin rahatlığına bırakmak olduğunu itiraf ettiğimden olsa gerek -paylaştım ben de.
Bu yazıyı, içerikle ilintili, çok sevdiğim bir Nasrettin Hoca fıkrası ile bitirmek isterim efendim. Görüşmek üzere. Buyrun:
Bir gün iki adam gelip Nasrettin Hoca'ya sormuş:
- Hoca, dünyanın merkezi neresidir?
- Eşeğimin bastığı yerdir, demiş hoca hiç düşünmeden.
Karşısındakiler hem gülmüşler, hem şaşırmışlar:
- Nereden biliyorsun ki?
- İnanmıyorsanız ölçün
Adem ile Havva Gibi Olsak

12 Haziran 2009
Ankara'da Bir Kurum: ODC-T

Mission: ODC Turkey is a joint command comprised of three directorates (Security Cooperation Directorate; Agreements and Operations Directorate; and Administration and Logistics Directorate) staffed by Army, Navy, and Air Force personnel. Our mission is to assist the Turkish Armed Forces modernize; increase cooperative weapons systems research, development and acquisition; support U.S. Forces and activities in Turkey; and, as possible, assist U.S. industries competing for sales of U.S. equipment. Additionally, we work to facilitate bi-lateral Turkish and American military operations on behalf of the U.S. European Command (EUCOM).
Bir kaç araştırmadan da sonra anladım ki bu adamlar burada yeni falan değil.1950'lerde Marshall yardımı adı altında alınan yardım sırasında gelmişler. Marshall yardımı ABD'nin AB ülkelerine ve Türkiye'ye İkinci Dünya Savaşından sonra getirdiği yardım ve iyileştirme amacı güden bir programdır. Şu an yaklaşık 200 kişi çalışıyormuş bu yerde. Bir de bizim askeri tesisin içindeymiş yerleri. Ondan sonra vay efendim ABD ile aramız kötü falan gibi lafları pek yiyeceğimi sanmıyorum. Biraz da araştırmak lazım, milliyetçi arkadaşların dediğine göre başka hiçbir ülkede yokmuş böyle bir oluşum. Sanmam, inanmıyorum kesin vardır.
Şimdi tek takıldığım nokta ise şu: Ulen ben güvenlik çalışıyorum, ulen ben Ankara'da yaşıyorum ve OCD-T diye bir yeri ilk defa duyuyorum. Haydin sövün benim güvenlik bilgime de engin ahkam kesmelerime de... Hak ediyorum zaar...
Bu yazıdan öğrenilmesi gereken şeyler:
- Mudo'dan aldığınız ayakkabılar can yakar, dikkat edile.
- Cockblock diye bir kavram var, kafanızda yer ede.
- ODC-T adlı yer gizli kapaklı bir yer değil sadece haklarında adam gibi haber yapılmamış ama içlerinde 10 tane Texas'lının olduğu artık biliniyor.
- Ankara'da tanımadığım yabancılar varmış, listeden bir kısmı daha silinmiş oldu.
- Amerikalılar bağırarak konuşmaktan haz alan insanlar. Dart oynarken yaptıkları gürültüden başımın ağrımamasına şaşıyorum... En son çıkarken "get out of my f.cking space" lafını duydum... Aha bende şimdi onlara aynısını diyorum "get out of my f.cking table you infidel". Ama tatlı insanlardı, muhabbet oldu ve bilgi donanması yaşadım.
10 Haziran 2009
System Errör
Ananı da al git! ("Canın sağolsun" diye cevaplandı.)
- Askerlik yan gelip yatma yeri değil (Tersane işçileri öleceklerini bilerek çalışırlar eşzihniyeti.)
- Van minüt... Van minüt! (Benim bir sıçmam lazım da... Ben gelmeden başlamayın ha.)
- Daha gelmem Davos'a! (Görümceye yapılan kaprisi yapan başbakan gördük.)
- Maaşım yetmediği için ticaret yapıyorum.(Altenatif zam isteme yöntemleri.)
- Ben çevrecilerin daniskasıyım. (Daniskalık mercii kutsal bir merciidir.)
- Burası sakatatçı değil kardeşim! (Dana işkembesi ile insan böbreği aynı kulvarda koşuyor.)
- Oraya üç nokta koyuyorum.(... koyuyorum... Koydum!)
- Kriz bizi inşallah teğet geçecek. (O teğet var ya, geçti hakikaten.)
- Terbiyesizlik etme, çekil kenara. (Terbiyesizlik?)
- Ben sana sen diyor muyum? (System errör)
8 Haziran 2009
Varlığım, Türk Varlığına Armağan Olsun
Mini mini çocukların, her sabah derse girmeden önce söyle(til)diği son sözün "varlığım, Türk varlığına armağan olsun" olması artık tartışılmalı, korkunçluğunun farkına varılmalı.
Yıldırım Türker demiş:
(...)Yıldırım Türker - Ant Değil Süt İçirin - 8/6/2009 Radikal
Her sabah sosyalleşme ritüeli olarak çocuklara dayatılan askeri düzenin çok tehlikeli olduğuna inanıyorum.
Ben çocuğumun varlığını Türk varlığına armağan ediverip huzur sürüsüne katılmasını istemiyorum.
Henüz bir adam tomurcuğuyken varlığını ille de armağan etmesi gereken bir yük olarak taşıma yordamı edinmesini istemiyorum. Büyüdükçe varlığını armağan edecek merciiler aramasını istemiyorum.
Her şeyin ötesinde seferberlik ruhuyla her an kendinden çok sevdiği vatanı için şehit olmaya hazır bir ruh haline bürünmesini istemiyorum. Sırtındaki bu kamburdan kurtulabilmek için vakit kaybetmesini istemiyorum. Kendisine ön kimlik olarak ‘Türküm’ü bellemesini hiç istemiyorum.
Çocuğumun bu korkunç törenlerde yanındaki arkadaşıyla hepimizin yapmış olduğu gibi kıkırdaşırken azarlanmasını, ceza almasını istemiyorum.
Kendini sıralara girip hazırola geçip marşlar, yeminler haykıran küçük bir asker olarak hissetmesinden korkuyorum.
Barış için bulduğumuz her umuda sarılırken, barışı özlemle beklerken, çocuklarımızın birer vatan bekçisi karikatürüne çizilip ilk duygulanmalarının hamasete armağan edilmesine karşı çıkmamız gerek.
Kardelenlerle, günebakanlarla adlandırıp eğitime teslim ettiğimiz çocukların ilk iş düşmanlara karşı mücehhez küçük nefret subaylarına dönüştürülmesi karşısında barış umudumuzu nasıl koruyabiliriz?
Çocuklara öğrenim hayatlarında ilk sunulan resme dikkatlice bakın.
Onlara sunulan ilk dünya tasviri, dünyayla arasındaki sınırların ezberletilmesi üzerine inşa ediliyor. Askeri düzen içinde korunması gereken vatan toprakları üzerinde sıkı bir hiyerarşi içine oturtuluyor. Varlığı, iradesi elinden alınıyor. Kendi adına hep rütbelilerin karar aldığı bir dünyayla her sabah bir kez daha çığlık çığlığa tanışıyor.
Her Türk, asker doğmaz. Hiçbir Türk, ya da Kürt ya da Fransız, asker doğmaz.
Bu memleket, 70 milyonluk bir ordu değildir.
Çocuklara süt içirin. Ant içmek istiyorsanız, her sabah kendiniz içersiniz.
Afiş İç Mihrak'tan.
6 Haziran 2009
Dünyanın Dönüş Yönü

Bir Akşamdan Kalmanın Kafası

Eğer, bir karikatür karakteri olsaydım, kafamın üzerindeki düşünce balonları o kadar çok olurdu ki, birbirlerininin üzerine gelmeyi bırak, beni de siler geçerlerdi. Şöyle bir gidişatı oluyor sanıyorum:
Artık sevgilisiyle sevişsin istediğim arkadaşım (böyle garip isteklerim var benim, ben ol deyince oluyor sanki) acaba ne yaptı dün gece? Bir araya getirdik biz artık, gerisini onlar halledecekler. Berfu neden bu kadar hüzünlü, en eğlenceli yazısında bile gözüm doluyor hep. Yoksa ben onu çok özlediğimden mi hüzünleniyorum? Çok özledim ya, o kadar çok ki hem, öf. Birini böyle özlemek de çok güzel gerçi. Ablam alıştı mı acaba yeni evine, şu istediği CD.leri toparlayıp göndereyim Pazartesi günü. Yiğit'in takım elbisesini de göndereyim. Sünnet için düğün yapmak ne garip lan. Biz ne kadar tuhafız böyle. Sonsuz bir kumsaldaki kum taneleri olarak böyle kıpır kıpır, düğün yapıyoruz, gökdelen yapıyoruz, stres yapıyoruz, savaş yapıyoruz filan kendi kendimize. Yahu, bıdıklığını geçtim, öleceksin gideceksin zaten arkadaşım. Hadi düğün yap da, ne öyle savaş filan, iktidar kavgaları. Akşamdan kalma olunca kendimi uzaydan dünyayı izlerken buluyorum ya bazen böyle, ne güzel oluyor. Hiç bir şey yapmamak canımı gün geçtikçe daha fazla sıkıyor. Kendimi dünyanın asalağı gibi hissediyorum, mutlaka bir şeyler yapmalıyım. Şu çocuk ne oldu ya, mesaj kapısını da açmıştım halbuki, bir mesaj atsaydı bari. O da böyle benim gibi dünya kaygılı bir insana benziyordu. Neyse bakalım. Cumartesi günü bu saatte iş yerindeyim, iş var diye değil ha, evden de halledilir o. Kalasım geldi bu kez, müziğin sesini açıp blogları okumak hoşuma gitti. Sabah geç geldim, müdür aramış 'neredesiniz Deniz hanım' diyor. Geç geldim paşam dedim. Ne dese beğenirsin, 'gidin insan kaynaklarına kaçta geldiğinizi yazdırın'. Hah, geç kağıdı alayım bir de tam olsun. Şirketteki ilkleri bana yaşattırıyorlar hep, sonra Deniz Vakası diye adım çıkacak, örnek vaka olacağım hep. İlk uyarı yazısını da ben almışım. Ha, saat yazdırdım mı? Tabi ki hayır, öyle saçma şey mi olur. Yedide geldim, öbür bölümdeydim filan derim, giriş çıkış kartı yok ki. Az önce de büyük patron gelmiş 'klima çalışırken penceler, kapılar kapalı tutulacak' dedi gitti. Kapı pencere sorumlusu oldum bir de. Banane yahu, koca fabrikayı elektriğe kuvvet ısıtan -soğutan sensin, akıllı ol da havalandırma bir şey yaptır. Zaten aldığı insan kaynakları müdürüne bakıyorsun, durumu anlıyorsun. Saat yazdıracakmışım. Ben o karıya günahımı bile yazdırtmam zaten afedersin. Günah yazdırtmak da ne güzel olurdu ha. My name is Earl'ün listesi gibi böyle, sayfa sayfa. Dün otobüsteki olay neydi öyle ya? O çocuğun otobüse bindiğini resmen hissettim ve uyurken uyandım. Yol boyunca üzerine atlamamak için kastım kendimi 'yalebbim, kazasız belasız bitse şu yol, vallahi şimdi göbeğini öpeceğim.' O da yanımdan gitmiyor. Doğru düzgün görmedim bile ha, bakamadım ki yüzüne. Onda da aynı kimyasal mıdır nedir artık, durum oldu, eminim, böyle şaşkın şaşkın yan yana durduk. Bilimsel, hormonsal bir açıklaması olmalı, böyle fantastik şey mi olur yahu? Bünye hayvanlığını hatırlıyor ve ara sıra kokuya, salgıya göre filan istiyor demek ki. Neyse, geçti gitti iyi ki, kazasız belasız işe geldim. Böyle terbiyesizlik olmaz, cık cık. Karnım aç mı değil mi bilemedim. Et yemem lazım benim, en iyi o geliyor nedense. Aha bir bilimsel açıklama ihtiyacı daha. Kendime bilimsel danışman tutacağım düşünürken, alt yazı geçecek "çünkü, hormonların azıtmış olabilü, çünkü etteki protein alkolü emiyordur" filan diye. Ben de bilim insanıyım ama sosyal bilim insanı olduğumdan benim dediklerime kendim bile kuşkuyla yaklaşıyorum. "Len dedim ama, olayın tüm yönlerini irdelemeden dedim, öf yine emin değilim ya" oluyor hep. Ben ne zaman emin olacağım Yakup abi?
O son birayı içmeyecektim.
Penguenler DeLijn reklamından. Tıklayın, tek tek bakın. Muhteşemler! Reklamları da süper. DeLijn sitesinden bulabilirsiniz sanırım, YouTube'da filan da vardır. Bakıverin işte, yormayın, yorgunum zaten. :)