
29 Temmuz 2009
Imaj Saç Jölesi: Hafızalı

28 Temmuz 2009
eh mutlu olun gari
27 Temmuz 2009
Günün Okuması #2 - M Kuşağı Manifestosu
Yazı Düğümküme'den. Kaynak burada. Engin Erdoğan'ın çevirisi ile:
Dünyayı yöneten sevgili yaşlı insanlar, eski kafalar,
Benim kuşağım sizinle ilişkisini bitirmek istiyor.
Hergün, dünyayı anlayışımızda ve beklentilerimizde gittikçe büyüyen gibi fark görüyorum. Bu farkların çok köklü olduğu kanaatindeyim.
Siz büyük, şişman, tembel şirketler kurdunuz. Biz küçük, dinamik, mikro çaplı ticaret istiyoruz.
Siz politikayı sahtekara eşanlamlı bir kelime haline getirdiniz. Biz her yerde özgün ve köklü demokrasi arayışındayız.
Siz finansal tutuculuğu tercih ettiniz. Biz sadece bankalara değil, insanlara hitap eden ekonomiler istiyoruz.
Sizin için önemli olan, kabadayı şirket başkanlarının yarattığı hisse değeriydi. Bize göre gerçek değer, haysiyetli, karakterli ve yürekli insanlar tarafından yaratılır.
Siz görünmez bir el istediniz, bu dijital bir el oldu. Bugünün pazarlarında alım-satımların büyük çoğunluğu bu görünmez el yordamıyola, robotça yapılıyor. Biz kanlı canlı el sıkışmak istiyoruz ki güven duyalım, güven verelim.
Siz hızlı bir şekilde büyüme istediniz. Biz yavaştan almak istiyoruz ki daha da iyileşelim.
Sizin için hangi toplumların düştüğü, hangi hayatların battığı önemli değil. Biz bütün gemileri yüzdürecek dalgalar istiyoruz.
Siz malikaneler, koca jipler, otomatik yemekler, büyük boy hayatlar peşindesiniz. Biz hayatı insancıllaştırmak istiyoruz.
Siz uydukentler, gelişigüzel yığınlar ve insanları yabancılaştıran demir kapılı siteler inşa ettiniz. Biz özgün ahaliler üzerine yapılandırılmış bir toplum istiyoruz.
Siz daha fazla para, kredi ve iltimas yordamıyla aç kurtlar gibi tüketmek istediniz. Biz, önemli olan şeyler yapma konusunda çok iyi olmak istiyoruz.
Siz maneviyatı maddiyat namına harcadınız. Bizi biz yapan değerleri süse püse, allı pullu incik boncuğa sattınız. Biz satılık değiliz. Anlamlı olan şeyleri yapmayı öğreniyoruz.
Bugün sosyal, politik ve ekonomik ortamlarda taşlar yerinden oynuyor. Yukarıdaki iki nokta, durumu en iyi şekilde özetliyor. Etiketlerden hiç hoşlanmam ama bu durum için kusursuz ya da mükemmel olmayan ‘M’ Kuşağı etiketini kullanacağım.
M Kuşağı etiketindeki M ne anlama geliyor? Herşeyden önce Hareket (İng. Movement). Bu biraz yaşla ilgili ama daha çok sayıları hızla yükselen, geçmiştekilerden farklı hareket eden insanlarla ilgili. Bu insanlar herşeyden daha önemli olan anlamlı işler yapıyorlar (İng. Meaningful stuff that Matters the Most). Bunlar ‘M’nin ikinci, üçüncü ve dördüncü anlamları.
M Kuşağı için önemli olan tutku, sorumluluk, özgünlük ve düne dair herşeye meydan okumak. Baktığım her yerde M Kuşağı patlaması görüyorum: şirketler, sivil toplum örgütleri, açık kaynak ahalileri, yerel girişimler, yönetim. M Kuşağı kim? Obama, bir nevi. Larry ve Sergey (Google kurucuları). The Threadless, Etsy, Flickr’ı kuran gençler. Ev, Biz (Twitter kurucuları) ve Twitter tayfası. Tahran 2.0. Kiva, Talking Points Memo ve Findthefarmer. Shigeru Miyamoto, Steve Jobs, Muhammad Yunus ve Jeff Sachs M Kuşağı’nın dedeleri. Bu öncülerin geldiği yerlerde M Kuşağından tonla var.
M Kuşağı sadece süper değil, hayati olarak gerekli. Eğer ‘M’ler size fazla idealist geliyorsa tekrar düşünün.
Büyük kriz bir yere gitmiyor, değişmiyor, başka bir şekle bürünmüyor. Kriz aynı, gittikçe büyüyor.
Siz, bu krizin ne olduğunu kavrayamadınız. Tekrar tekrar işaret ettiğim gibi, kriz kurumlarımızın özünde, ekonomimizi organize eden kurallarda.
Ne var ki onlar sizin kurumlarınız, bizim değil. Siz yarattınız ve iflastalar. Demek istediğim şu:
“… Örneğin, taşıt sektörü üretimi o kadar kısıtladı ki motorlu araç talebinin tarihte en düşük olduğu günümüzde bile stoklar küçüldü. Küçülen stoklar, ekonomi düze çıktıkça gayrisafi yurt içi hasılada büyük bir artış yaratacaktır.”
30 yıl öncesinin teknolojisi ile üretilen araç envanterini düze çıkarmak gayrisafi yurt içi hasılayı artırsa ne olur? Gayrisafi yurtiçi hasılanın yanıltıcı bir kavram olmasına bundan daha iyi bir örnek olamaz. Biz yolları tıkayan asfalt yatları değil, 21. yüzyıl otomobil endüstrisi istiyoruz.
Daha önce çekilmekten bahsederken (bir nevi) şaka yapıyordum. Durum bana şöyle görünüyor: her kuşağın önünde bir zorluk vardır. Bizim önümüzdeki zorluk, dünün sefahatinin hesabını ödemek ve yerine özgünce, kendini yenileyebilecek şekilde paylaşımlı bir zenginlik yaratmak.
Yaşlı genç herkes bu soruya cevap bulabilir. M Kuşağı için önemli olan nerede doğduğun değil, ne yaptığın ve kim olduğun. Soru şu: Hala 20. yüzyılda mısınız yoksa 21. yüzyılda mı?
Umair ve Edge Economy Ahalisi
23 Temmuz 2009
Çocukluk, Gençlik, Olgunlaşma Yılları: Ailem

21 Temmuz 2009
Bal Kabaa

20 Temmuz 2009
Bir Terk-i Diyar Eylesem

18 Temmuz 2009
Okudum da Bab-ı Aliye katip mi oldum?
1.jpg)
16 Temmuz 2009
Dunning-Kruger Etkisi

Biliyorum, hepimiz en az bir kez (en iyi niyetle bir -ki ben fazlaca iyi niyetli bir insanımdır) böyle bir insanla karşılaşmışızdır. Devletimizin başındaki hükümet elemanlarına ve genel olarak siyasetteki tiplere bakarak bile anlayabilirsiniz ne kadar iyi niyetli olduğumu. Ben genelde koşarak uzaklaşma yolunu seçiyorum ama yukarıda bahsettiğim gibi, bu kişi gelip başına müdür filan olunca koşarken kolundan yakalayarak canını sıkmaya devam edebiliyor işte.
Dikkat! Aşağıdaki alıntı kişisel yorumlar içermektedir zannımca. Daha bilimsel olanları için üşenmeyiniz, internette araştırma yapınız, Wikipedia'daki başlığı okuyunuz.
Dunning-Kruger Etkisi ya da Kifayetsiz Muhterisler
Haberin kaynağı
New York Stern School of Business’te görevli psikologlar Justin Kruger ve David Dunning’in tarihe geçmelerine vesile olan bulguları, yani Dunning-Kruger Etkisi adıyla literatüre geçecek olan teorileri de, Türk sağduyusunun yüzyıllardır "cahil cesareti" dediği şeydir aslında.
Journal of Personality and Social Psychology’nin aralık 1999 tarihli sayısında yayımlanan teorileri özetle "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der. (Bu cümle de Charles Darwin’e aittir zaten.)
Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır:
- Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.
- Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.
- Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.
- Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle, antrenmanla artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.
Değerlendirme zaafı
İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da buldular. Cornell Üniversitesi’nden 45 öğrenciye bir test yaptılar, çeşitli sorular sordular. Ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istediler. En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60’ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70’e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı. En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru sonuç alanların) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70’ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü.
(Not: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında Nobel de kazandılar.)
İki uzman psikolog bu bilinçsizliği, "kronik kendi kendini değerlendirme (auto-evaluation) yeteneksizliğine" bağlıyorlar. Çalışan, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir. Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması. Kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.
İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır. Aksine bunu bir "hak" olarak görecektir. "Uyanıklık" bilecektir.
Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanacaklardır. Üstleri de zaten genelde "aynı yoldan geçmiş" insanlardır.
Buna, insan kaynaklarının, iki benzer CV arasından, "kendine güvenen ve iyi sonuç alma olasılığı yüksek" adayı tercih edeceği gerçeğini de eklerseniz, Dunning-Kruger Sendromu’nun Peter Prensibi’nin (*) yatağını yaptığı da ortaya çıkar.
Sonuçta, "kifayetsiz muhterisler" her zaman ve her yerde daha hızlı yükselecekler ve daha yukarılara çıkacaklardır. Etrafınıza bir bakın, uzmanlara hak vereceksiniz.
(*) Peter Prensibi: Her çalışan, iş ortamında yetersiz olduğu noktaya kadar yükselir, der. Bunun doğal sonucu olarak, yüksek makamlar daima yetersiz insanlar tarafından işgal edilir.
Kifayetsiz muhterisi nasıl tanırsınız?
- Gücünü delegasyon bahanesinden alır. Ekibinin orkestra şefi havalarına girer.
- Çok gürültü patırtı eder, çok şey yapıyormuş havası estirir.
- Koridorlarda hızlı hızlı, düşünceli edayla yürür.
- "Beşer şaşar" diye düşünür. Ama genellikle şaşan beşer kendisi değil, başkasıdır.
- Ne olursa olsun, hazırlıklıymış, olacakları önceden biliyormuş gibi davranır.
- Üstlerine karşı son derece kibardır; altındakilere (özellikle de en çok ihtiyaç duyduklarına) kötü muamele eder.
- İktidar ilişkileri ve göstergeleri onun için çok önemlidir. Astlarına kimin üst olduğunu hatırlatmayı sever.
- İlk denemede başarılı olamazsa, başarısızlığının belgelerini yok etmeyi unutmaz.
- Talimatlarını Post-it ile, e-postayla verir böylece astlarıyla yüzleşmekten kaçar.
- Toplantılarda son sözü mutlaka o söyler, gerekirse başkasının sözünü tekrarlamak pahasına.
13 Temmuz 2009
Flight of the Conchords

11 Temmuz 2009
İspanyol Havasında Şarkılar: Carlos'un hikayesi

9 Temmuz 2009
Karşıdan Karşıya Geçince Evime Ulaşcam

6 Temmuz 2009
Ada Basını

İşsiz Güçlü
Gece gündüz pıt diye uyumam gereken en bebek yaşımda annemin "bizimle yatıyor bizimle kalkıyor efendim, uyumuyor bu ufaklık" şikayetiyle doktora götürecek kadar uykuyu sevmeyen bir tabiata sahip olan ben; gece dokuzda yatırılıp on iki civarında ancak uykuya dalabildiğim çocukluk günlerimde, perdeleri açıp gökyüzünü seyretme alışkanlığı edinmiştim. Bugüne kadar devam eden bu alışkanlık, bu sabah gözümü açar açmaz, havadaki tek bir yıldızla kip kip diye selamlaşmamı sağladı. Yönümün güney olduğunu bildiğimden Kuzey Yıldızı diyemedim kendisine, çok sevdiğim bir türküye özenip Seher Yıldızı demeyi uygun buldum. Zira ben biriyle selamlaştıysam, sonra mutlaka tanışırım. İlkokuldaki gökyüzü gözlemlerimde, öğretmenimizin gece aramalara çıkacağımı bilmeden küçük ayı, büyük ayı deyip geçiverdiği ders yüzünden ne Cezveler, Bardaklar, Bayraklarla tanışmışımdır. Ayı yoktu yalnız, ne küçük ne de büyük. Pek de merak etmemişim, benim dünyamda benim koyduğum isimlerle var olmalarını istemişim demek ki.
Yıldızım ışık içinde kaybolunca kuşlar devreye girdi. Sevmediğim güvercinlerin, bedenlerinin çok derininden gelen, su altında taşların birbirine çarpması gibi garip bir yankıyla kulağıma varan seslerini dinler ve dinginlikten dinginliğe koşarken, bu kadar dinlenebilmek için çok yorulmuş olmam gerektiğini fark ettim. Belli ki, yaptığım iş yapabileceğimin çok altına düştükçe, kapasitemi doldurmak için çok fazla çaba harcamış ve daha kötüsü bunu görev haline getirmişim. Mesela, çantamdaki minik defterimi hatırladım.. Öncesinde etraftan ve kitaplardan, sonrasında internetin derinliklerinde karşılaştığım alakasız bilgileri bir süre sonra unuttuğumu fark edince bu deftere not almaya başlamıştım. Şimdi bir baktım da Mayakovski'nin Pantolunlu Bulut'unu; The Wall'un Live in Paris DVD'snin mutlaka izlenmesi gerektiğini; fotoğraf çekerken ASA değerlerinin işlevini; Avant Garde akımın nadide bir alt akımı olan Asemic Writing'i ve yaptığım örnekleri; Tsim Tsum'un ne anlama geldiğini; Sidney Finkelstein ve Halim Spatar adlı yazarları ve okumak istediğim kitaplarını; Adem Eyüp Yılmaz'ın Edebiyat ve İntihar'ını; İspanyol mimar Antoni Gaudi'nin eserlerinden ne kadar çok etkilendiğimi; beni etkileyen naif ve/fakat derin dizeleri; Bossa Nova'nın anlamını; Alev Alatlı'nın Safsatalar Klavuzu'nu; Tamburada'nın elemanlarını; A Dog of Flanders'ı ve daha birçok alıntıyı, etkilenmeyi, üzerine bir sürü okuma yaptığım her şeyi not etmişim.
Tüm bunları görünce - müzik arşivi oluşturma takıntımın, müzik dinleme isteğimin önüne geçmek üzere olduğunu ilk fark ettiğim zamanki gibi- gözü dönmüş bir kurtmuşcasına oradan buradan biriktirdiğim bilgilerin, zihnim için aslında mastürbatif bir işlevi olduğunu kavradım. Son bir veya bir buçuk yıldır hasıl olan bu durum, beni hiçbir şekilde tatmin etmeyen bir işin götürülerini dengelemek için kurduğum bir sistem gibiymiş. İşten çıkarıldığımı öğrenir öğrenmez üzerimden kalkan ağır yük, kendi kendime sırtıma aldığım bu dengeleme mekanizmasının yükü; bu huzurlu dinlenme, hayattan zevk almamı sağlayan minik şeylerin görevlikten istifa edip tekrar zevk haline dönmesinin dinlenmesiymiş.*
Saat yediye yaklaşırken, araba sesleri, uzun uzun çalan saat alarmları ve açılıp kapanan kapılarla birlikte hayat yeniden başlıyor. Karanlıktan aydınlığa doğru tüm nesnelerin ve seslerin tekrar şekil aldığını görmek çok güzel bir deneyim. Zira kafamda da, uzunca bir süredir donup kalmış şekillerin çözüldüğünü, yepyeni hallere büründüğünü, gecenin sona erip hayatın tekrar başladığını hissediyorum. Belli ki, sabahın köründe uyanarak, zihnimdeki bu dönüşümün gerçek hayatta da bir karşılığı olduğunu görmek istemişim. Semboller değerlidir.
Velhasıl velkelam, işsizim, güçlüyüm. Özgür olduğumu, genç olduğumu, değerli olduğumu, akıllı olduğumu unutmuşum, hatırladım. (Özgürlük meselesi biraz farklı gerçi, unutmaktan çok kaybetmiş gibiydim.) Şimdi, ne geleceğimle ilgili bir plan yapacağım (Kaş tatili haricinde, ehe.) ne de mesleğimle ilgili derin düşüncelere dalacağım. Sadece kitap, müzik, yasemin çayı, balkon, dostlar, şarap, hayaller olacak bir süre. Sezilerimi önüme katıp yaşamanın tadını çıkarmak, güzel de bir tatil yapmak lazım. Gece kumlara uzanıp, sessizlik içinde gökyüzündeki yıldızları seyretmek istiyorum; cezveleri, bardakları...
*Veyahut durum, az önce keşfettiğim ve okumayı çok istediğim Amak-ı Hayal'den Aynalı Baba karakterinin bilgili olmak üzerine söylediği gibidir: "İnsanın bilgisi nedir? Bencillik ve zevklerin ihtiyacı olan san'atlara ait şeylerdir"
*** Bu yazıyı, 6 Temmuz'da yazıp 11 Temmuz'da yayınlıyorum. Bir daha dört buçukta kalkmadım hiç. Ama her sabah yedi buçuk civarı uyanıp sekizde kalkıyorum bir haftadır. Bu güzel bir şey, pek bozmak istemiyorum.
5 Temmuz 2009
Bir Kalbim Olsa Niye Bin Değil Diye İçim Sıkılırdı

Şimdi Fever Ray diye bir grup var... Böyle garip bir müzik tarzları var kendilerinin. Ne bileyim biraz experimental mı denir kaotik mi denir işte bence "exmentalkaotik" türü yapıyolar. Kıçımdan tür de uydurdum şimdi. Biraz A Perfect Circle gibin... değil gibin... Her zaman çekilmeyecek türden ama modundaysan tam oturacak cinsten..
3 Temmuz 2009
Dark City

Kunil miyim neyim? Hava çok sıcak ve ben serinleyemiyorum, duş almak sadece 10 dakka fark ettiriyor… Kafayı yeme modunda tez yazmaya gayret ediyorum. Neyse efendim, işte bunaldığım bir arada Dark City adlı filmden bazı kesitler izledim. Arada yaparım böyle. Birkaç film vardır sürekli evire çevire izlediğim onlardan birisi kendisi. Diğer aklıma gelenler Pulp Fiction ve Amelie… Tabi ki de bir Almadovar ya da Wim Wenders havası beklemeyin bu filmden. Öyle Avrupa filmlerine adaylığı falan da istemiyor zaten ama…
Bu Dark City türünün ilk örneklerinden bence, izlerken vay anasını be adamlar ne yapmışlar dediğiniz bir film. 1998 yapımı Alex Proyas imzalı bir film, çok daha eski zannediyordum aslında. (The Crow'un yönetmeniymiş bu arada Proyas. Oda güzeldi be yaw) Matrix tadında filmlerin atası olabilir kendisi. Hatta atasıdır bence. Filmdeki kahramanımız John Murdock bir gün uyanır bir de bakar ki hafıza namına bir nane yok. Ulen ne oluyor bana hesabı dolanmaya başlar. İşte bu fotoğrafta gördüğünüz kel kafalı tipler ise insan ırkının nasıl işlediğini, onların ruhlarını anlayabilmek adına bir grup insan üzerinde deney uygulayan bir ırktır. Deneyi uyguladıkları yer ise iki kaş arasında kalan bölgedir. Bu malların içinden de bir tip çıkıp “olum biz ruhu beyinde arıyoruz ama la ya ruh ayaktaysa” dememiştir. Mal bir ırk işte diyorum size. Sorgulama sıfır, varsa yoksa telepatik güçler…

Filmde şu yukarıda gördüğünüz ana karakter mallar (ki karizma 1500dür) bir insanı alıp hafızasını silip yeni bilgiler depolarlar bünyeye. Mesela katil olduğuna dair bilgileri bünyeye şırınga edince adamın bir daha cinayet işleyip işlemeyeceğine bakarlar. Murdockta onların deneylerinden biridir efendim ancak bilmem kaçıncı hafıza silme esnasında bir sıkıntı olur ve bu kel kafalı ibişler “anam anam bu adamı durdurmalıyız” şeklinde piyasaya dökülür. Konu bu, devamını izleyin görün derim…
Aslında böyle bir teknoloji olsa kesinlikle bilim insanları bu tip deneyler yapmaya başlarlar yahu. (Bakınız bi deney vardı, hatta Das Experiment adlı film de o deneye dayanıyordu. Gardiyanlar ve mahkumlarla ilgili. İnsanları alıp sen gardiyansın, sen de mahkûm diyerek bir hapishaneye koyup sonrasında iki grubun da biçilen rollere kendilerini nasıl kaptırdıklarını anlatıyordu sanırım. Sonra gelsin şiddet, gelsin ölümler.. Bu gerçek bir deney ha bu arada. Das Experiment filmi de bu deneyi alıp film haline getirmiş). Neyse sonuç olarak biz deneylerle baya bir sınırları zorluyoruz aslında. İyi olduğu noktalar tabi ki de mevcut ancak bir de Dark City’de olduğu gibi bizi balık yapacak deneyler ortaya çıkarsa sıkıntı olur diye düşünmekteyim.